“Hak mücadelesi, sınıflar mücadelesinin günümüzdeki gerçekleşme biçimidir. Meta-dışılık ve müştereklik, farklı alanlarda süren hak mücadelelerinin ortak kesenidir; araççı ve ikameci alışkanlıkların terk edilmesi, sosyalistler bakımından elzemdir. Sosyalistler, farklı coğrafya, zaman ve sektörlerde süren hak mücadele deneyimlerinin karşılıklı ileti ağı işlevini görmeli, karşılıklı etkileşimin örgütsel görevlerini üstlenmeli, hak mücadeleleri meclisinin ortaya çıkaracağı politik dinamizme güvenmeli, bu mücadelenin politikleşmesini, mücadeleye dışsal bir müdahale alanı olarak ele almamalıdır”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Metin Özuğurlu ile. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünde öğretim görevlisi olan Özuğurlu, aynı zamanda Halkevleri Genel Yönetim Kurulu üyesi.
Özuğurlu sosyalist hareket için yenilginin tarihsel ve güncel izlerini sürerken özeleştirel sürecin politik-psiklojik, sosylojik ve ideolojik başlangıç noktalarına işaret ediyor. Sosyalist hareketin kendi dertlerini (devlet baskısı) siyasallaştırma mevziisinden bir an önce çıkıp tüm toplumun sevk ve idaresi sorumluluğuyla hareket etmesi gerektiğini ifade eden Özuğurlu, halk sınıflarının birleşik cephesi için kavranacak halkanın da hak mücadeleleri olduğunun altını çiziyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Sorunun çağrısı, son seçim yenilgisinin sosyalist hareketler bakımından ne anlama geldiği ile ilgili ama söz konusu olan hem küre hem de ülke ölçeğinde uzun ve ağır bir yenilgi konjonktüründen geçen ve tarihsel varlığı gereği uluslararası bir akım olan işçi sınıfı sosyalizmi olunca, yenilgi tanımını farklı ölçeklerde yapmak gerekli hale geliyor. Uluslararası sermayenin pro-aktif bir anti-kriz stratejisi olan ve neoliberalizmle adlandırılan bu yenilgi konjonktürü, krizi uzun ve derin bir buhrana çevirerek büyük ölçüde sonlandı; sermayenin emek karşısındaki uzun-zafer yılları, bir bütün olarak yaşam formlarının yok olması tehdidinin güncellenmesiyle sonuçlandı. O nedenle artık “sınıfa karşı sınıf” (sermayeye karşı emek) değil, “sınıfa karşı yaşam” (sermayeye karşı insanlık) karşıtlığının mevcut olduğu yeni bir aşamanın öncü kavgası içindeyiz.
“Marx’ın proletaryasını” (devrimci özneyi) tarih sahnesinden kalıcı olarak sildiklerini düşündüler; proletarya, tarihin kendisi olarak yeniden zuhur ediyor. Proletaryanın bütünsel çıkarı –ki bu işçi sınıfı sosyalizminin kendisidir -, insanlığın ve de yaşam formlarının varlıklarını sürdürme gerekleri ile büyük ölçüde ortaklaşmış bulunuyor. Temel çelişkinin yeni bir muhteva kazandığı (sınıf çelişkisinin ontolojik derinlik kazandığı) 3’üncü bin yılın ilk çeyreğinde, sömürülen ve ezilenlerin olduğu ölçüde, bir bütün olarak insan türü ve yaşam formlarının de politik temsili işçi sınıfı sosyalizminin omuzlarındadır. Kaybedilmiş mevziler ve haklarla dolu bir geçmişe sahip sosyalizm akımı bakımından kazanılacak bir dünya hemen önündedir.
O halde politik-psikoloji bakımından birinci özeleştiri “onurlu yalnızlığa yazgılı müzmin mağlup” ruh haline saplanıp kalmakla ilgili olabilir. İkinci özeleştiri sosyolojik boyutla ilgilidir, bu da hareketin devrimci karakterinin, sosyalist kod ve sembollerle varlığını sürdüren alt-kültür grubuna dönüşerek silikleşmesiyle ilgilidir ki bu boyut yenilgilerin anasıdır. İdeolojik boyuttaki özeleştiri ise liberalizm akımının hegemonyası karşısındaki zafiyetle ilgili olabilir: Biri tarihsel diğeri de güncel iki kritik özeleştiri hattından söz edilebilir: İlk olarak eşitlik ve özgürlük arzu ve programlarını iç içe kavrayan Marksist kuramın gerçekleşme biçimi liberal iddianın aynı düzlemdeki karşıtı şeklinde olmuştur. Liberalizmin insanlığa sunduğu “eşitlik-körü” kapitalist toplumların karşısına, “özgürlük-körü” sosyalizm deneyimleri konmuştur. İkinci özeleştiri hattı proleter enternasyonalizmi kozmopolitizme taşıyan politik reflekslerle ilgilidir; ne yazı ki bu refleksler, neoliberalizmin toplumların yaşamlarına ve zihniyet haritalarına nakşettiği güvencesizlik ve belirsizliğe duyulan ahlaki öfkeyi örgütleyen ırkçı-milliyetçi reaksiyoner akımlar karşısında işçi sınıfı sosyalizmi akımını paralize etmektedir.
Tarih derinliği bulunan uluslararası bir akım söz konusu olduğunda yenilgi ve özeleştiri bahsi daha da genişletilebilir. Sadece şu noktayı vurgulayarak baştaki sorunun çağırdığı Türkiye bağlamına geçebilirim: Sosyalizm akımı gibi kurulu düzene meydan okuyan akımlar bakımından, yaşadıkları yenilgilerden daha önemlisi nasıl yenildikleridir; zira tarihin nasıl bir yön alacağı üzerinde sadece muzafferlerin tasavvurları değil, mağlupların direniş pratikleri de belirleyicidir.
Siyasi rejim ve hükümet biçiminin de oylandığı son seçim sürecinde sosyalistler, sahada değil, tribünde konumlanmış olmakla birlikte seçimin politik aktörlerinden biri gibi davranmışlardır. Bu benzetmede saha, seçim sandıklarını değil, siyasi rejimin karakteri üzerine süren mücadele alanını, tribün ise varlıkları oy davranışlarına indirgenmiş seçmen kalabalıkları imlemektedir. Dolayısıyla sorun sandık-sokak ikiliğinin ötesindedir. Sosyalistler seçim sürecini, haklı olarak hakikat rejimi ve siyasi rejim ile hükümet sistemi tercihleri arasındaki mücadelenin bir momenti olarak tarif ettiler ama sanki rejim ilke ve dayanakları belirgin bir ülkedeki iktidar oylaması yapılıyormuş gibi davrandılar. Bir bölümü, yaygın propaganda için bir olanak görerek seçimlere katıldı, bir bölümü de Meclis’te sosyalist temsilin çok yönlü önemine vurgu yaparak seçimlere katıldı. Hemen her sosyalist çevre Erdoğan karşısında Kılıçdaroğlu’na oy verme çağrısı da yaptı.
Peki, tespit ile tavır arasındaki bu uyuşmazlığın sebebi neydi? İradecilik ile giderilebilir miydi? Sanmıyorum. Zira Türkiye sosyalistleri, dünyadaki benzerleri gibi, sınıflar mücadelesinin organik bir parçası, dolayısıyla da siyasal-toplumsal hareketin örgütsel ifadesi olmaktan epeydir uzaktadır. Bu durumun kendisi, kökleri 1980’lerin başına kadar uzanan yapısal bir yenilgi göstergesidir. Proletaryanın bütünsel çıkarından gayri çıkarı olmayan sosyalistlerin devrim iddiası, birleşik sınıf hareketinin örgütsel formu olmalarıyla kuvveden fiile iner. İşçi sınıfı sosyalizmi hareketinin örgütsel varlığı tam da bu noktada, proletaryanın ayrıksı ve kesimsel değil, bütünsel çıkarları temelindeki birleşik hareketini inşa ile özdeşlik kazanır. Sermaye stratejisi de bu hususla ilgilidir: Proletaryanın bütünsel çıkar temelindeki birleşik hareketini önlemek maksadıyla, doğru adrese yönelen sermaye iktidarları, sosyalist yapıları dağıtır ve onları işçilerin kesimsel politik temsilcileri konumuna geriletir, bu başarıldığı ölçüde de işçi sınıfı içindeki örgütsel varlıkları toptan son erdirilir. Bu anlatı, uzun ve derin yenilgi konjonktürünün kısa öyküsüdür. Özeleştiri verilmesi gereken husus, özellikle devrimci kuşaklar arası aktarımlarda, yenilgi sürecinin; ideolojik, politik ve örgütsel göstergelerinin politik faaliyetin rutinleri gibi sunulmasıdır. Yenilgisiyle barışık kılınmış yapıların, kapitalizmin soğuk gerçeği içindeki hakiki hayatla temas kurması olası değildir.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
20. yüzyılın faşist diktatörlüklerinden zamanımızın otokrat rejimlerini ayıran en önemli husus devlet tipi ile ilgilidir, bunda da mevcut kapitalist birikim rejiminin, emeğin toplumsal yeniden üretiminde sorumluluk üstlenmeyen karakteri belirleyicidir. Bugün bağımlı kalkınma programı uygulayan ulus-devlet diktatörlükleri yok, bugünküler gangster tipi idareyi daha fazla andırıyor. Akademideki yaygın adı “ahbap-çavuş kapitalizmi” ama bu adlandırma rayından çıkartılan kapitalizme vurgu yapıp, mevcut devlet tipleri ile birikim rejimi arasındaki bağı silikleştiriyor. O nedenle kapitalist girişimcinin bulunduğu yerden değil, emeğin bulunduğu yerden bakıldığında, bugünkü otokrat idarelerin yağmacı ve işgalci bir karakter taşıdıkları rahatlıkla söylenebilir. Bu idare tarzının nasıl gerçekleşeceği üzerinde her bir ülkenin idari, iktisadi ve siyasi karakteristikleri belirleyici olmaktadır. Güce, paraya ve silaha birlikte hükmeden oligarşik idarenin ülkemizdeki en belirgin özelliği laik cumhuriyete ve değer üreten emeğe karşıtlığıdır. Sermayenin gerçek tahakkümü altında mal, hizmet, ürün ve bilgi üreten ve toplam işgücünün yaklaşık yüzde 80’ini oluşturan emekçiler daha da güvencesiz, örgütsüz, düşük ücretli, uzun ve riskli çalışma koşullarına tabi, işsiz kalma oranı ve süresi daha yüksek bir istihdam ortamına itilmektedir. Bu alanda biriken sömürü temelli ahlaki öfkeyi paralize edecek şekilde, kimlik siyaseti ekseninde Türkiye toplumunu daha da kutuplaştıracak hamleler ardı ardına gelecektir. Özel ve kamu hukuku alandaki düzenlemelerin referansları arasına dinin yerleştirilmesi suretiyle laiklik ilkesinin kadük kılınması programı, bugünkü oligarşik idare içinde güçlü savunuculara sahiptir. Laiklik, “beyaz Türklerin” hassasiyeti olmaktan çıkmıştır; kompartımanlaşmış hayatlar içinde “beyaz Türklere” de “kendi laik yaşam tarzını” sürdürecekleri yer vardır. Laiklik, toplumsal ilişkilerin asli düzenleyici ilkesi olarak ya vardır ya da yoktur, yarım laiklik olmaz, o nedenle laiklik ilkesi, Türkiye’deki nüfusun toplum olarak mevcudiyetinin olmazsa olmazıdır. Dışa karşı bağımsız, içerde egemen bir toplum olmak ise Cumhuriyetçiliğin (halk egemenliğinin) olmazsa olmazıdır. Proleterleşen ve sermaye nüfuzunun belirlenimine tabi hayatlar süren Türkiye halkının, kimlik siyaseti temelindeki parçalayıcı kutuplaştırmaya karşı, kendisini bir toplum olarak örgütlemesi, varlık koşulu haline gelmiştir. Gezi İsyanı ile varlığını arşa duyuran çağdaş toplum olma arzusu, son seçimlerde de değişim umudu ile ve fakat kendi siyasi temsili olmaksızın, Kılıçdaroğlu’na destekle görünür olmuştur. Burada bir parantez açarak belirtelim ki o yüzde 48, Kılıçdaroğlu ya da başka bir lider takipçisi, seçmen kalabalığı değildir; politik arzu ortaklığı ile kolektif hareket kabiliyetine sahip halklaşmış bir iradedir. Bu toplum/halk oluşumunu arzulayan kurucu irade, uzun zamandır kendi politik temsilini aramaktadır; nesnel olarak bakıldığında, laik cumhuriyetin 3’üncü bin yıldaki varlığı ancak sosyal cumhuriyet karakteri kazanması ile mümkün olacaktır, bunun Anayasal ifadesi, “Egemenlik ve iktidar halka”dır. Mal, hizmet, ürün ve bilgi üreten milyonların meta-dışılaşmış yaşam alanlarında insanca bir hayat sürebilmeleri ve geleceğe güvenle bakabilmeleri sosyal politika konusu olmaktan çıkmış, ülkenin yeniden kuruluşunu içeren bir devrim gündemi haline gelmiştir. Dolayısıyla sosyalistler artık kendi dertlerini (devlet zulmü) siyasallaştırma mevziinden çıkmalı, tüm toplumun sevk ve idaresinin sorumluluğu ile davranmayı alışkanlık haline getirmelidir.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Bu sorunun kısmi yanıtları yukarıdaki paragraflarda mevcut, ama tek cümle ile –dolayısıyla da oldukça genel- yanıtlamak gerekirse içinden geçtiğimiz zaman, Marx gibi düşünüp Lenin gibi davranma zamanıdır. Zira devrim, dünya çapında uzaklardaki bir hülya değil, dahil olamadığımız bir güncellik halidir artık. Zamlar karşısında insanlar neden tepkisiz, sorusunun yanıtı da bu hususla ilgilidir; sokaktaki çocuk bile dondurmaya erişiminin devrim (köklü değişim) sorunu haline geldiğinin farkındadır; sosyalistlerin de bunu sadece fark etmekle kalmayıp, örgütsel ve siyasal faaliyetlerini bu nesnel zorunluluğun gerçek bir olasılık haline gelmesine odaklamaları beklenir. Madde madde ifade etmek gerekirse: