doğan emrah zıraman’ın yazısında kendi sözlerime rastladım, epeyce çarpıtıldıklarını gördüm! o yüzden yazı denemeyecek bu notu kaleme aldım.
sendika.org’un “sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa” dosyasındaki bütün yazıları ve söyleşileri okudum ve bir kısmından çok yararlandım. doğan emrah zıraman’ın devrimin kakafonisi başlıklı yazısını da. bu yazının dosyaya dair bir yazı olduğunu ama dosyanın parçası olmadığını düşünüyorum. çünkü yazı, kendisinden önce yazanlarla, sorulara cevap verenlerle polemik yapıyor. bu yaklaşımın bu dosyanın hazırlanma gerekçesi ve anlayışıyla uyuşmadığını düşünüyorum. daha önce yazmış/cevap vermiş olanları da muhtemelen kendilerinkinden önce yayımlanmış olanlara yönelik eleştirileri vardır ama yayımlanma sıralamasında bulundukları noktadan yararlanmaya kalkmamışlar.
yazıda kendi sözlerime rastladım, epeyce çarpıtıldıklarını gördüm! hoca bana takmış olmayacağına göre bunun, yazarın -en azından bu yazıda- genel tutumu olduğuna inanıyorum. böyle kabul edilemez tutumların görmezden gelinmesinin, karşılıksız kalmasının tekrarlanmasını teşvik ettiğini, bunun da ortak bir adap, terbiye, ahlak, etik, artık adına ne derseniz deyin o şeyi inşa etmemizi zorlaştırdığını düşünüyorum. o yüzden yazı denemeyecek bu notu kaleme aldım. bakalım ben ne demişim, zıraman ne “aktarmış”.
şu paragrafla başlıyorum:
Ayşe Düzkan, “CHP’nin solundaki solun doğru siyaset izlemediğini” söyledikten sonra “TİP’in Meclis performansı o kürsünün nasıl kullanılabileceği konusunda çok iyi bir örnek” diyerek “CHP’nin solundaki solu” “sosyalist” bir örnek olarak göstermiş oluyor. “Sosyalist” tanımının belirsizleştiğini söyleyen Düzkan, “komünisti tercih ederim” dedikten sonra yine de sosyalisti “devletten-toplumdan baskı gören”, “sömürü ilişkilerine karşı çıkan” olarak “tanımlamayı” ve sosyalisti de “demokrasi mücadelesi”nden ayırmayı “doğru buluyor”.
“TİP’in meclis performansı…” diye başlayan cümleden, erkan baş, sera kadıgil, ahmet şık ve barış atay’dan bahsettiğim sonucuna vardınız değil mi?
oysa cümlenin aslı şöyle: “Birinci Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’teki performansı o kürsünün nasıl kullanılabileceği konusunda çok iyi bir örnek.”
yani 1965 yılında, aralarında behice boran, mehmet ali aybar, çetin altan, tarık ziya ekinci, sadun aren gibi isimlerin de bulunduğu 15 vekili meclis’e sokan tip.
sosyalist’i nasıl tanımladığımla ilgili kısım: “ama ‘sosyalist’i kullanacaksak da, bunu, devletten ve toplumdan, genel toplum yapısından kaynaklanan baskıların yanı sıra, sömürüye dayanan ilişkilere de karşı çıkmak olarak tanımlamayı, böylece demokrasi mücadelesinden ayırmayı doğru buluyorum. sömürüyü, ücretli/ücretsiz (işin bu kısmı feminizmin alanı) emek sömürüsü ve başka halkların toprak ve kaynaklarına el konulması olarak tanımlamayı benimsiyorum.” yani devletin ya da toplumun baskısına karşı çıkmayı demokrasi mücadelesi içinde görüyorum; buna karşılık sosyalist olmayı, sömürüye dayanan ilişkilere de karşı çıkmak olarak tanımlıyorum; hem kapitalist sömürüye hem de sömürgecilik ve emperyalizme karşı çıkmak. zaten “devletten, toplumdan baskı görmeyi” sosyalizmin kıstası sayacak kadar salak olan kim var da bana yakıştırılıyor?
devam ediyorum. yazar şöyle demiş: “Bu konuda iki ana hat var karşımızda: Birinci hat Ayşe Düzkan’ın ifadesi ile ‘proleterleşme süreci, yani özellikle beyaz yakalı olarak tanımladığımız emek gücünün itibar ve ücretindeki gerileme, alım gücünün daralması, hayat koşullarının zorlaşması…’ ile ‘orta sınıf’ konumunu kaybedenleri -literatürdeki ismi prekarya konumuna düşenleri- esas sınıf ve güç olarak tanımlayan bir hat var.”
bunu görünce, benim bu kesimi esas sınıf ve güç olarak tanımladığımı düşünüyorsunuz değil mi? ben olsam öyle düşünürüm. gerçi bana mal etmemiş ama amerikan sosyolojisine ait bir tanım olan “orta sınıf”ı zaten kullanmam. prekarya’nın güvencesizliği de içerdiği için tam olarak bu insanları tanımlamadığını düşünüyorum. ama en önemlisi, bir toplumsal kesimden bile değil, bir tepkiden bahsettim:
“Proleterleşme süreci yani özellikle beyaz yakalı olarak tanımladığımız emekgücünün itibar ve ücretindeki gerileme, alım gücünün daralması, hayat koşullarının zorlaşması ve bununla birlikte dinselleşme politikasının hayat tarzı üzerindeki etkilerinin yol açtığı bir tepki var; bu çok büyük ölçüde, emeğin başka kesimlerine tepki ve esas olarak geçmişe özlem olarak kendini gösteriyor. Bu, özellikle seçimlerde kolayca harekete geçirilebilir bir tepki olmakla birlikte dönüştürücü bir harekete evrilmesi için farklı bir sıçrama gerekiyor.”
yani, bu tepkilerin oya dönüşebilse de, gezi’deki gibi bir isyana dönüşebilmesinin mücadelenin seyriyle ilgili olduğunu söylemeye çalıştım, “emeğin başka kesimlerine tepki” ve “geçmişe özlem”i bir mücadele alanı olarak görmediğim açık!
benden bahsedilen bir de dipnot var.
“Diğer yandan Ayşe Düzkan, Olcay Çelik gibi illegal yanlısı olmasa[1] da zor dönemlerde kadroların korunması gerekliliğini kafayı kuma gömmek üzerinden tarif ediyor: ‘Rejimin sertleşeceğini öngörüyorsak, kadroları korumak gerekiyor. Bu, yüzlerin göründüğü sosyal medya paylaşımlarından vazgeçmekten, başı darda olanları koruyacak mekanizmalara ve burada anmamın gereksiz olacağı önlemlere kadar bir dizi değişiklik gerektiriyor’ (agm, boldlar bana ait)
Ayşe Düzkan’a ve onun gibi, haklı da olan, ‘kadroları koruma’ endişesine sahip olanlara, Moskova Önleri romanında General Panfilov’un Momiş Uli’ye verdiği öğüdü hatırlatmakta fayda var: ‘Askerini korumak mı istiyorsun? Onları savaşa sok.”
bu metni kaleme aldığım sırada, bir sol partinin, bir ilçe örgütünün üyeleri, daha sonra hakkında dava açılan bir bildiriyi dağıtırken fotoğrafları çekilip sosyal medyada paylaşıldığı için gözaltına alınmıştı.[2] işkencede, hapiste olanlarla, bu riskler altında yaşayanlarla dayanışma neden kafayı kuma gömmek olsun. öte yandan ikinci dünya savaşı’nda faşizme karşı mücadelenin, sovyet ordusu’nun nazizme karşı kazandığı zaferin önemli ve öğretici olduğuna inanıyorum. ama politik bir tartışmada roman[3] kahramanlarından alıntı yapılmasını da ciddiye alamıyorum. diğer yandan ordusu olmadan, kendi öncülleri saydığı güçler ve ordularla böbürlenmeyi siyasetle değil psikolojiyle açıklayabilirim ancak. illegal yanlısı derken illegal örgütlenme kastedilmiş sanırım. türkiye’de yaşayan insanların bu konuda açık adlarıyla ve açık kaynaklarda yazmasını bekleme hakkını kendinde bulanların da, nerede ikâmet ettiklerinden bağımsız olarak türkiye’de yaşamadıklarını düşünüyorum.
dipnotlar:
[1] öyle mi? hiç farkında değilim.
[2] olayın başka ayrıntıları da var ama bu tartışmayla ilgisi olmadığı için aktarmıyorum.
[3] yine önemsiz bir ayrıntı, romanın adı moskova önlerinde.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.