Frankfurt Okulu, kavramsal yanlışlarını düzeltip yetersizliklerini gidererek klasik Marksizmi aşma iddiasıyla yola çıktı. Yetersiz gördükleri sınıf mücadeleleri, tarihsel gelişme, devrim, proletarya diktatörlüğü, emperyalizm gibi kavramlara sırt çevirdiler
Bundan tam yüz yıl önce, özgün araştırmalar yapmak amacıyla, Frankfurt Üniversitesi’ne bağlı, 1960’lardan sonra “Frankfurt Okulu” diye anılacak Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü kuruldu. İlk on yılında işçi sınıfının mücadele tarihi ve iktisadi süreçlerle çalışmalar yapıyorken, 1931’de Max Horkheimer müdürlüğü devraldıktan sonra “ampirik analize dayalı bir sosyal felsefe” geliştirmek üzere felsefe ve psikolojiye yöneldi. Önde gelen temsilcileri Max Horkheimer, Theodor W. Adorno Herbert Marcuse ve onlardan farklı bir yerde duran Walter Benjamin’dir. Erich Fromm, Jurgen Habermas ve Friedrich Pollock da bu okuldandır. Faşizm, otoriterlik, bürokrasi, popüler kültür alanlarında dolayımlı ve karmaşık bir dille yankı uyandıran çalışmalar yapmışlardır.
Frankfurt Okulu, kavramsal yanlışlarını düzeltip yetersizliklerini gidererek klasik Marksizmi aşma iddiasıyla yola çıktı. Yetersiz gördükleri sınıf mücadeleleri, tarihsel gelişme, devrim, proletarya diktatörlüğü, emperyalizm gibi kavramlara sırt çevirdiler. Marx ve Engels’i, sosyal, politik ve kültürel meseleleri ekonomik temele bağlayarak ve önemsizleştirerek, tek taraflı, basit ve mekanik bir modelle açıklamakla eleştiriyorlardı. Marksizmi dogmatizmden kurtarmak ve geliştirmek adına Kant, Schopenhauer ve Weber’de dayanaklar aradılar.
Marksist diyalektiği yeniden kurgulayarak tarihsel materyalizmi ekonomist ve pozitivist yorumlarından kurtaracak, altyapı ve üstyapı kavramalarını yeniden anlamlandıracak, ekonomik determinizmle malul tarihsel materyalizmin öngöremediklerini, sosyolojikleştirilmiş psikanaliz ve kültürel kuramla destekleyip, Marx’ın ilgi alanı dışındaki kitle kültürü ve psikoloji gibi el değmemiş alanlara ışık tutarak ayakları üzerine oturacaklardı. Angajmanları bu yöndeydi.
“Eleştirel Teori” diye de anılan Frankfurt Okulu, dünyada olduğu gibi ülkemiz solunda da Marksizmin bir kolu olarak biliniyor. Özellikle akademik Marksist/entelektüel çevreler arasında kültür, ideoloji ve propagandanın artan önemini keşfettiklerine ve Marksist ortodoksiyi düzelttiklerine dair yaygın bir kanaat var. Her ne kadar Marksist-Leninistler üzerinde etkili olamadılarsa da, kendilerinden sonraki yeni sol, neo-Marksist, liberal sol kesimlerin sürekli başvurdukları argümantasyon olarak kullanıldı.
Zamanla “Eleştirel Teori”nin bir geliştirme değil, Marksizmin tam boy inkârı olduğu görülecektir. İşçi sınıfı hareketinin gerilediği bir dönemde karamsar bir düşünsel faaliyet olarak ortaya çıkması, Alman işçilerinin 1933 yenilgisinden işçi sınıfının devrimci rol oynayamayacağı ve sosyalist devrim yapamayacağı sonucu çıkarılması sosyal bağlamından ayrı düşünülemez. Enstitü yazarları kitle kültürü, eğlence ve propaganda, dolayısıyla burjuva ideolojisinin ve kültürünün güçlenmesiyle ilgili incelemelerini, bunun ispatı saymışlardır.
Eleştirel teorinin politik-pratik mücadeleden ve devrimci teoriden burjuva/elitist yönde bir geri çekiliş, açık teorisist bir sapma olduğu, gerek teoride gerek pratikte defalarca kanıtlanmıştır.
Frankfurt Okulu, toplumu gerici ve faşist barbarlığa taşıyan süreci Aydınlanma’yla başlatır. Bilim, sanat ve felsefe hızla ilerlemiştir ilerlemesine ama, aynı zamanda toplumsal baskı mekanizmalarını artırmış, insanı doğaya yabancılaştırmıştır. Gelinen nokta her şeye kadir, toplum ve zaman üstü bir güç olan “totaliter akıl”ın (“Güç ve bilgi eşanlamlıdır”) tarihsel sürece hükmeder hale gelmesidir.
Eleştirel teori, kapitalizmin toplumu barbarlığa sürüklemesini, “aydınlanmanın kendi kendini yok etmesi” ile açıklar. Totaliter egemenliğin kaynağı yanlış yerlerde değil Aydınlanmanın önünü açtığı akıl veya düşünce çağında aranmalıdır. Bilimsel düşüncenin total karakteri yalnız kapitalizmin kötülüklerinin değil, sosyalizmin hedeflerine ulaşamamasının da sebebidir. Dolayısıyla çağdaş toplumu bu hale getiren kapitalist sınıf değil, bilimsel düşüncedir.
Marcuse göre aklın despotik karakteri, savaş sonrası dönemde “teknik rasyonalite” biçiminde zuhur etmiştir. Kapitalistler üretim teknolojileri ve planlı devlet düzenlemeleri sayesinde, krizleri ve devrimi önleyecek bir seviyeye gelmişlerdir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal refahın yaşam standartlarını yükseltmesi, beyinleri kitle kültürüyle doldurulan ve rüşvetle satın alınan işçileri eğitimsiz, aptallaştırılmış, itaatkâr modern köleler haline getirmiştir. Dünyadaki sınıf mücadelelerine ve kitlesel sefalete gözünü kapayan Marcuse, “teknik rasyonalite”nin toplumsal zıtlıkları ortadan kaldırarak uzlaşmaları mümkün kıldığını ve böylece kapitalist baskı ve sömürüden kurtuluş yolunu kapadığını iddia etmiştir. Ona göre işçiler ve yoksullar kazara iktidara gelirlerse bu kurtuluş olmayacak, kapitalizmden devralınan baskıcı, bürokratik toplum yeni bir biçim altında devam edecektir.
Frankfurt düşünürleri, Bernstein’dan beri kuşaktan kuşağa aktarılan bir argümanı tekrarlarlar. Kapitalizm değişmiş, kendini düzeltip yenilemiştir. Marx’ta “kültür endüstrisi” adı altında toplanabilecek “kitle kültürü”, eğlence, propaganda, radyo ve televizyon araştırmaları yoktur. Oysa ondan beri modern yaşam beyni pop kültürle yıkanmış ve propaganda bombardımanına tutulmuş işçiyi sisteme entegre ederek zincire vurmuştur. Kapitalist sistemin kitlelerde yarattığı bilinç manipülasyonu, insanın insan üzerindeki egemenliğini ortadan kaldıracak bir pratiği doğurmaz. Her türlü toplumsal değişme ihtimal dışıdır. İşçi sınıfının devrimci özellikleri elinden alınarak sosyalist devrime yönelmesi önlenmiştir. Horkheimer ve Fromm, aptallaştırılmış işçi sınıfının bağımsız düşünme yeteneğine sahip olmadığı için otoriter liderlerin egemenliğini kabul etmeye hazır olduklarını, hatta bunu arzuladıklarını ileri sürmüş, örnek olarak da Hitler ve Stalin’i göstermişlerdir.
Başlarda Marksizmi düzelterek teori ile pratik arasındaki bağı yeniden kurma sözü vermişlerdi. Sonunda siyaseti, pratiği ve işçi sınıfıyla teması reddederek saf “Eleştirel Teori”de karar kalmışlardır: “Felsefe propagandaya dönüşmemeli!” Horkheimer ve Adorno’ya göre işçi sınıfıyla ilişki kurmak, siyasetle uğraşmak yozlaşmayla sonuçlanması kaçınılmaz boş bir çabadır.
Sosyal Araştırmalar Enstitüsü milyoner Felix Weill tarafından finanse edilmişti ki, zaten Frankfurterlerin çoğu varlıklı burjuva geçmişten gelen Yahudi solculardan oluşan bir topluluktu. Yönetici sınıfın üyelerinin yaşam standardına yakın bir konfora sahiptiler. Büyük sermaye ile işçi sınıfı arasında sıkışmış orta tabakaların dünya görüşünü yansıtmaktan ve Marksizm ile liberal sol burjuva entelektüellerinin fikirleri arasında bir orta yol bulmaya çalışmaktan öteye geçemediler.
Hitler iktidara geldiğinde enstitüyü yasaklayınca Almanya’dan ayrıldılar. Horkheimer 1933’te Cenevre’ye taşındı. Oradan Avrupa şehirlerine geçiş yaptıktan sonra, öteki arkadaşları gibi ABD’ye iltica etti. Horkheimer kendine prestiji yüksek Columbia Üniversitesi’nde yer bulurken, Marcuse CIA’nın selefi Stratejik Hizmetler Ofisi’nde (OSS) istihbarat analisti olarak çalıştı. Ordu kurumlarıyla karanlık bağlantılar kurdu. Her biriyle Nazileri yenmek için dayanıştığı bahanesi inandırıcı değildi, zira savaşın bitiminden sonra 1951 yılına kadar ABD Dışişleri Bakanlığı’yla ilişkisini sürdürdü.
Savaş sırasında sponsorlarını kızdırmamak için dergilerinde yayınladıkları makalelerdeki “devrim” ve “Marx” sözcüklerini çıkardılar. Horkheimer, sürgündeyken kendileri gibi antikomünist olmayan Benjamin’in makalelerini, sponsorlarını kızdırmayacak şekilde düzenledi: “Komünizm”i “insanlığın yapıcı güçleri”, “emperyalist savaş”ı “modern savaş”, “faşizm”i “totaliter doktrin” sözcükleriyle değiştirdi.
Nazilerin iktidara gelmesinden sonra ABD’ye taşınmalarını duyurdukları bildirimlerde neden kaçtıklarından ve faşizm kelimesinden hiç söz etmediler. Hitler ve Mussolini’nin işgallerini eleştirmek bir yana dergilerinde anmaktan bile kaçındılar.
1950’den sonra hükümetin davetiyle Batı Almanya’ya geri döndüler ve enstitüyü Frankfurt’ta yeniden kurdular. Ötekilerin aksine Marcuse ölümüne kadar ABD’de kaldı, gizli servis için çalıştığına dair söylentiler yayıldı. 1969’da Roma’da bir konferansı sırasında 68 gençlik lideri Daniel-Cohn Bendit, “Herbert, bize CIA’in sana neden para ödediğini söyle?” diye sıkıştırdı.
Horkheimer, Adorno ile birlikte Federal Almanya Cumhuriyeti’ne dönerek faaliyetini burada sürdürdü. Batılı Müttefiklerle omuz omuza, Marksizm-Leninizmin temellerine, Hitler’le birlikte andıkları Stalin’in “totaliterliğine” karşı mücadele ettiler. Nazizm, Sovyet Komünizmi ve liberal demokrasinin aynı tahakküm paradigmasını ifade ettiği, Frankfurt Okulu’nun ortak düşüncesiydi. Hitler faşizminden sonra baş düşmanı komünizm olarak işaretleyen Horkheimer, sofitike bir antikomünist olarak tarihteki yerini aldı. Öyle ki, ABD emperyalizminin Vietnam işgalini mahkûm etmekten ve 68 eylemlerine desteklemekten bile kaçındı.
Kapitalizmin kapsamlı ve düzeltilmiş bir “eleştirel teorisi” vaadinin geldiği nokta son buydu: Emperyalist Federal Almanya Cumhuriyet’inin meşrulaştırıcılığını üstlenerek kendi burjuvazisinin tarafında saf tutmak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.