Soruyoruz, o zaman biz her durumda-her gelişmede “solun zaafları” ya da “krizini” mi tartışmalıyız; o durumda totoloji yapmaktan ve o yolla pratikten kaçmaktan, kaçarken de parlak söylemlerle kendini kandırmaktan başka ne yapmış olacağız? Tam tersine, sol, içinde bulunduğu krizden, evet onu bütün boyutlarıyla tartışarak; ama aynı zamanda her fırsatta ileri doğru pratik hamle yapıp pratik başarılarla güç kazanarak çıkabilir
Seçim kampanyası süreci, seçimin kendisi ve sonuçları ve nihayet hepsiyle ilgili yapılan yorumlar bütünlüklü bir değerlendirmeyi talep ediyor.
Yaşanan süreç, “faşizmin kurumsallaşması” diye adlandırdığımız sürecin devletin içinde kazandığı alanları netçe gösterdi. Evet, görüp yaşadıklarımızdan tahmin ediyorduk, ama en son seçim sürecinde olup bitenler durumu olağanüstü netlikte gösterdi.
Netlik, bazılarının iddia ettiği gibi, ne olacağı zaten belli olan bir kaderle yüklü olmadan ya da herhangi bir mutlaklık taşımadan; tam tersine, sürekli çatışmalar ve gerilimlerle sarmaş dolaş olarak yaşanan ve halen de süren bir sürecin belli bir andaki/14-28 Mayıs’taki halidir.
Faşizmin kurumsallaşması süreci, esas olarak iktidar alanı, sistem içi muhalefet, her ikisiyle de sarmaş dolaş olan sermaye güçleri ve aralarında çatışsalar da halka karşı saldırıda anlaşıveren bu egemen güçlerin saldırılarından kendisini korumaya çalışan halk güçlerinden oluşan farklı toplumsal ve siyasi güç alanlarının karşılıklı hareketleriyle zaman içinde kendisini inşa ediyor.
İşte, netlik, söz konusu sürecin seçim dönemi ve sonrasında/günümüzde ulaştığı durum, kapsayabildiği alan ve yapabilme kapasitesinin pratikçe ortaya çıkmasıdır.
Netlik, hem devrimci güçler açısından hem de halk için önemlidir. Elbette birbirleriyle didişen egemen fraksiyonlar açısından da!
Netlik, şayet devrimci siyasal güçler tarafından hakkıyla değerlendirilebilirse halkın içinde epey güçlü ve yaygın olan yanılsamaları zayıflatır ve şimdilik zayıf bir “dip dalga” seviyesinde olan “sistemden kopuş” bilincini besleyip güçlendirebilir.
Halk, bizzat içinde olduğu seçim sürecinde yaşananlar üzerinden, yüksek bir siyasal bilinçle değil ama “sezgisel” düzeyde devlet, faşizm, sistem içi muhalefet, seçimler vb. ve en çok da eğer insanca yaşamak istiyorsa kendisiyle baş başa olduğu gerçekliği üzerine bir olgunlaşma yaşamıştır.
Netliğin kendisi bir güncel sonuçtur ve seçim süreci boyunca yaşananlar o sonucun zeminini ve yapısını (içeriğini) inşa edip belirlemiştir. Süreç, ortaya çıkan sonucun yorumu ve farklı yorumların yarattığı farklı yönelimler-hareketlerle devam ediyor.
Kimi başka netleşmeleri vurgulayarak devam edelim:
Faşizm, onca hileye ve baskıya rağmen istikrarlı biçimde azalmaya devam eden AKP oylarının da gösterdiği üzere güçlü bir zeminle desteklenmese de hedefine ulaşmayı becererek inisiyatifini güçlendirmiştir. İktidarı düşürme hedefine ulaşamayan muhalif halk güçleri moral kaybı yaşasa da onca baskı ve hileye rağmen bir biçimde kendisini göstermeyi ve iktidara kaybetme korkusunu yaşatmayı becerdiği için yenilmemiştir. Devrimci güçlerse, kapasite ve yetenek eksikliğiyle iktidar bilinci eksikliğinin kesişmesinin ürünü olarak seçim dönemi boyunca gösterdiği zaaflarla, deprem döneminde kazanılan inisiyatifi kaybetme riskiyle yüzleşmektedir.
Başka bir netleşme de iyice kendini gösteren “çeteleşme” gerçeğidir. Öyle anlaşılıyor ki, devlet kendi krizini çeteleşerek çözme konusunda kararlıdır. Böylesi bir yönelişin gelecekte kaçınılmaz olarak yaratacağı yıkıcı güçlükleri bilebileceklerini düşünürsek, buna rağmen neredeyse bütün devlet fraksiyonlarının aynı noktada ortaklaşmalarından, çaresiz olduklarını ve başka bir yol bulamadıklarını anlıyoruz.
Çeteleşme; sözgelimi, var olan yasaların aynı zamanda olmadığı; “Başkanlık sistemi” doğrultusunda yapılan onca tırpanlamaya rağmen devlet kurumlarının hala kalan kimi özerk yetkilerinin de aslında aynı zamanda olmadığı, neredeyse sistemin günlük işleyişinin bile “yasasızlık” ve “güncel-somut güç dengeleri” üzerinden ve özellikle de fırsatını her bulduğunda “egemenin keyfi” doğrultusunda aktığı anlamına geliyor.
Evet, tipik bir faşist gösterge olarak, içinde çırpındığımız “olağanüstü hâl” ve bu “olağanüstülük” gerçeğini bizzat kendi yapıp ettikleriyle inşa edip topluma dayatan ve “sivri ucu Erdoğan olan “güç alanının iradesinin” belirleme kapasitesi artmıştır ve bu durum şimdi seçim sonrasında yapılan emrivaki hamlelerle daha da derinleştirilmeye çalışılıyor.
O emrivaki hamlelerle üstü örtülen- unutturulmaya- gündemden düşürülmeye çalışılan bazı gerçekleri ışığa çıkarıp parlatmamız gerekiyor. İktidarın büyük zafer kazandığı, başka herkesin yerlerde süründüğü illüzyonunun dağıtılması gerekiyor. O illüzyon, güç dengeleriyle dayatılarak ve seçim sonrasında apışıp kalan devrimci güçlerin zaafları yüzünden günümüzde “gerçek” statüsü kazanmıştır; ama yine de ısrarla “Kral çıplak” demekten vazgeçmemek gerekiyor.
Seçim sürecinde bir dizi yasa dışı suç işlenmiştir, seçim günü bin bir hile yapılmış, seçim sonuçlarının sayımı bin bir oyunla yürütülmüştür.
Organize olmuş ve devletin imkanlarını rahatça kullanan bir güç alanı, aslında olmayan-ölü/yaşlı/sahte seçmenlere oy kullandırtmış, 4 milyon civarında seçmenin olduğu sandıkların denetimi tümüyle denetimsiz ortamda “sayılmış”, bir biçimde sayılan oylar “kaydırılarak” uygun partilere geçirilmiş, Kürt ili Siirt’te MHP oy patlaması yaşamıştır… vd.
14-28 Mayıs seçimleri ve sonuçları meşru değildir. Gerçeklik budur.
Ama aynı zamanda “YSK’nin açıkladığı seçim sonuçları” ve bu sonuçlar üzerinden yürütülen propagandalarla önceden bilinçlice hedeflenen bir gerçeklik yaratılmıştır ve bu da tümüyle gerçektir, üstelik günümüzde hâkim ve geçerli olan-içinde olduğumuz olan gerçektir. “Atı alan Üsküdar’ı” bir kez daha geçmeyi başarmıştır.
Çıplak devlet gücü halkın iradesini gasp etmiş ve kendi iradesine uygun bir gerçeklik yaratmıştır.
Seçim sonrasında iktidar güçleri içinde gizleyemedikleri bir ürkeklik de olan zafer havasındayken, Millet İttifakı (Mİ) dağılmış, CHP iç kargaşa yaşamaktadır.
Süreci kendi karmaşasıyla birlikte görmeyip, şimdiki durumu içinde barındırdığı çelişkiler içinden değil de tümüyle devlet güdümlü olarak belirlenen YSK’nin açıklamalarıyla sınırlı olarak gören bakışlar ise, oldukça zaaflı bir zeminde oluşmakta, yenilgili bir bilinci desteklemektedir.
Peki, nasıl?
Seçim süreci bütün aşamalarında olup bitenler yüzünden meşru değildir. Sonuçlar ise, YSP/Kürt oylarında azalma, özellikle MHP ve daha azıyla AKP oylarında artma yönünde bükülmüştür.
Elbette, bu durum ülkede uzun on yıllara yayılan bir tarihsel süreç içinde yapılandırılan milliyetçi – dinbaz/mezhepçi devlet ve toplum gerçekliğinin gücünü görmemizi engellemez.
Yine, sosyalist sistemin yenilgisinin ve kapitalizmin güncelliğinin yarattığı yeni gerçeklik üzerinden kendisini yeniden yaratamayan sosyalist güçlerin tasfiye düzeyinde sonuçlar yaratan ağır zaaflarını görmemizi de engellemez.
Ve nihayet, Öcalan’ın önerdiği HDK-HDP örgütsel hamlesinin HDK bölümünü fiilen tasfiye ederek toplumsal alanı boşluğa itip zayıflatırken, sadece HDP’yi ve kişileri parlatan ve bağlı olarak mücadeleyi egemenlerin parlamentosundaki sonuçsuz didişmelere sıkıştıran yasal alandaki Kürt siyasetçilerin oldukça ağır zaaflarını görmemizi de engellememeli.
Ancak, bu zaaflar seçim sürecinde ortaya çıkan gerçekler değildir. Uzun yıllardır zaten var olan ve tasfiye düzeyinde yıkıcı sorunlar üreten zaaflardır. Bu zaaflar, halk güçlerinin ayakta kalıp yaşayabilmek için yaşamın birçok alanında yürüttüğü mücadelelerin yakıcı ihtiyacı olan “siyasal öncülük” inisiyatifinin, devrimci güçler tarafından “öncülük” değil ancak “halka hizmet-destek” düzeyinde yürütülebiliyor olmasının da sebebidir.
Seçim sonuçlarıyla ilgili değerlendirmelerde ağır basan görüş, zaten var olan “solun krizi” gerçekliğinin yarattığı zaafların sanki “yeni” olgularmış gibi ele alınmasıyla yola çıkıyor. İkinci adımda, bu zaaflar seçim sürecinin kendi somut gerçeği üzerinden değil, devletin/iktidarın yaratıp YSK üzerinden topluma dayattığı “hileli” gerçeklik üzerinden değerlendiriliyor. Ve son adımda, “yenilgi” bağıra çağıra öne çıkarılarak, “yenilgi odaklı”, “yenilgili bilincin” sinsice sızdığı bir söylemle dillendiriliyor.
Bu durum, en çok da seçim sürecini (geleneklerine hiç de yakışmayan bir şekilde) üstüne yerleştikleri fildişi kulesindeki “steril politik alandan” izleyen ve şimdi seçim sonrasında da seçim süreci boyunca çamurlar içinde debelenerek değer yaratmaya çalışan devrimcilere nutuk çeken güçlerde (özellikle Halkevleri ve ESP’yi vurgulamalıyım) ve YSK’nin çok açıkça güdümlü olan sonuçlarını esas alıp ve politikanın kendine özgü yapısını gözetmeden sadece iyi bildikleri “kavram setleri” üzerinden değerlendirme yapan kimi akademisyenlerde öne çıkıyor.[1]
Böylesi değerlendirmeler, zaafları aşma değil, zaafları büyütme ve zaaflarda boğulma eğilimini öne çıkarıyor.
Tekrarlayalım, seçimler, yoğun devlet baskısı, medya ablukası, parlatılan yalanlar ve en çok da seçim gününde yaşanan hilelerle meşruluğunu yitirmiştir. Bu gerçekliği özellikle vurgulamayan değerlendirmeler tek yanlıdır ve iktidar alanındaki belli güçler tarafından bilinçlice yapılandırılarak YSK tarafından açıklanan seçim sonuçlarını meşrulaştırmaya yaramaktadır.
Seçimlerle ilgili iki gerçek vardır. Seçim sürecinde yaşanan gerçek, kaybeden Erdoğan ve MHP’dir. Şimdi içinde olduğumuz gerçek ise, iktidar/devlet tarafından yapılandırılarak zorla dayatılan gayri-meşru ama egemen gerçekliktir.
Tek yönlü değerlendirmeler, iktidarın faşizmi kurumsallaştırma sürecine destek olmaktadır. Nitekim, önceki “Atı alıp Üsküdar’ı geçen” Erdoğan’ın o zamanki panik ve korkuyla karışık malum portresinin yerini, şimdi hiç de saklanmadan yapılan hilelere rağmen mağrur ve güçlü bir görünüm veren Erdoğan vardır. Hamle üstünlüğünü kazanmıştır, hiç vakit kaybetmeden Millet İttifakı’nı bölmeye, CHP’yi çözüp-dağıtmaya, Kürt hareketine ve sosyalist güçlere devlet şiddetini uygulamaya ve hedeflediği dinbaz toplumsal ve siyasal sistem için adımlar atmaya başlamıştır.
İşte, “Yenilgicilik”; gerçekliğin karmaşası ve sertliğinin baskısı altında “İleriye kaçan oportünizm” ve onun çok parlak söylemlerle dillendirdiği Lenin’in deyişiyle “ültimatomcu-otzovist” çizgi üzerinden; ve, pratik siyasetin/siyasal alanın sırf matematiksel olmayan ve içinde şiddet ve hileler de olan çok sayıda girdi tarafından ucu açık bir hareket olarak gerçekleşen özgün yapısına uzak olan akademisyenler üzerinden inşa ediliyor.
İşin ilginç yanı ise, içinde bulundukları koşullar gereği kaynaklara ulaşmakta zorluk çektiklerini düşünebileceğimiz Kürt hareketinin devrimci kanadı, gerçeği bütün boyutlarıyla görmektedir. TC ile neredeyse kucak kucağa yaşadıkları on yıllar, bu güçlere gerçeği çıplak olarak görme kapasitesini kazandırmış; daha doğrusu, zaten bu yönde bir kapasiteyi (kendi söylemleriyle 71 yenilgisinden çıkardıkları derslerin de etkisiyle) zaten taşıdıkları için kendilerini sürdürebilmiş, sürdürdükçe de “gerçeği görme” kapasitelerini güçlendirmiş oldukları anlaşılıyor.
Başta vurgulamıştım, önemli olduğu için özellikle vurgulayarak tekrarlayım, hileler özellikle MHP’nin oylarının (farklı yollarla o arada YSP’den de çalınarak) yükseltilmesi yönünde gerçekleşmiştir. Elbette AKP odaklı güç alanı da elinden geleni yapmıştır, ama ortaya dökülen veriler özellikle MHP’nin “şişirildiği” yönündedir. Öyle anlaşılıyor ki, %3-4 civarında oy MHP’ye eklenmiştir.
İktidar alanındaki farklı siyasal siyasal özneler ya da kimi devlet fraksiyonları tarafından yapılarak MHP’yi şişiren hamlelerde ağır basan eğilim, iktidarın/faşizmin kurumsallaşması sürecinin devamı, ama o arada Erdoğan’ın inisiyatif alanının (MHP güçlendirilerek ve İYİP’in de fiilen aynı zeminde konumlanacağı hesaplanarak) kısmen daraltılması yönündedir.
Erdoğan güdümlü olanlar değil, Erdoğan “dışında” hatta kısmen “ona rağmen” yapılan hileler daha güçlü adımlar atabilmiştir. Erdoğan ve AKP’de seçim sonrasındaki zafer havasının kısmen zorlama olmasında ve hatta ürkeklikle birlikte yaşanmasında bu durumun da etkili olduğunu tahmin edebiliriz.
Devlet şiddetiyle desteklenen hile olayı, günümüze özgü bir yenilik değil, 7 Haziran 2015’te yaşanan “beklenmedik” yenilgiden sonra özel bir ağırlık kazanan bir faşist rutin haline gelmiştir. Şaşılacak bir istisna değil, normal bir faşist rutindir. Faşizmin kurumsallaşması sürecinin devletin kurumlarını tek bir elde toplama yönünde ilerlediği oranda devlet şiddetinin ve hilelerin etki alanı-gücü artmaktadır.
O dönemde kaybettikleri seçim, güya CHP ile hükümet kurma pazarlığı yapıldığı görünümü verilen bir “hileli” süreçte, “yok” hükmüne düşürülmüş, tamamen keyfi ve hukuk dışı yolla seçimleri yenileme kararı alınmıştır. Sonra da, hileye ek güç olarak devlet şiddeti devreye sokulup Suruç ve Ankara katliamlarının desteğiyle gidilen 1 Kasım’da seçimler “kazanılmıştır.”
Başka örnekler mi; önceki Ankara belediye seçimleri kaybedildiği halde “kazanılmış”; Referandum resmi olmayan oy pusulaları geçerli sayılarak “kazanılmış”; M.İnce ise, aday olduğu seçimi henüz oylar sayılırken “adam kazandı” diyerek terk etmiştir.
Seçim geceleri hep “bir şeyler” oluyor değil mi? Hiçbir şey olmuyorsa da hepimiz biliyoruz “kediler trafoya giriyor!”
Ve, ne hikmetse, neredeyse her seçimde, seçim gecesinde yapılacak hileleri önlemekte en geniş kapasiteye sahip olan CHP’nin o geceki görevlileri sonradan hep “şaibeli” damgası yemektedir.
Hileler pratiğinin arkasındaki gücün elinin epey uzun olduğu net değil mi? Çok yönlü düşünen, olası engelleri önceden görüp önünü tıkayan ve ülke çapında koordineli hamle yapabilecek zengin imkanlara sahip bir “kurmay zeka” ile yüzleşiyoruz.
Çok açık ki, bizim “faşizmin kurumsallaşması” dediğimiz sürece “rekabetçi otoriterlik” adını veren akademisyen arkadaşlarımızın diliyle konuşacak olursak; evet, halkın demokratik kazanımlarının tasfiyesi seçimlerle onay alınarak yürütülmekte, ama Türkiye’de işin içine “ufak bir ayrıntı” sokularak seçim sonuçları bir biçimde uygulanan farklı hilelerle “ayarlanmaktadır.”
Bu gerçeklik, fiilen uygulanan bir tarzdır, sürecin her aşamasında devrede olmuş, faşizmin kurumsallaşması mevzi kazanıp ilerledikçe ağırlığını arttırmış, gelinen noktada seçimlerin iktidarın önünü açtığı bir “oyuna” dönüşmesini sağlama noktasına sıçramıştır.
Elbette iktidar her şeye muktedir değil, son seçimlerde yenilebilirdi de, ama solun zaaflarının da katkısıyla başardı ve kazandı.
Otoriter bir yeni sermaye düzeni arayışının, burjuva demokrasisinin olduğu ama günümüz kapitalizminin çok yönlü krizi koşullarında taşınamayacak bir “ağırlık” haline geldiği için tasfiyeye zorlandığı ülkelerde uygulanışı; yerleşik “güçler ayrılığı” statüsü ve demokratik kurumların alışageldiği denetimleriyle gerginlik içinde ve şimdilerde Fransa’da olduğu gibi halktaki demokratik bilinç ve davranma kapasitesi tarafından zorlanarak, gerilimli ve zor bir sürecin içinde yürütülmektedir.
Türkiye gibi demokrasinin ancak halkın mücadelesiyle kazanılan demokratik haklar düzeyinde olup, anayasal bir demokratik düzene ve o düzenin anayasal statüye sahip kurumlarının işleyişine sahip olmadığı ülkelerde ise, devlet fraksiyonlarının ve diğer egemen kliklerin şiddet ve hilelerle yürüttükleri “tasfiye” inisiyatifi kendisine hareket edebileceği daha geniş ve rahat bir alan bulmaktadır.
14-28 Mayıs, bir kırılmadır! Tarihsel bir andı, iktidara yönelik tepkilerin yükselmesi ve toplumsal bir meşruluk kazanması ağır basan gerçeklikti ve sivri ucu iktidarın zirvesine/Erdoğan’a dönük bir taktikle faşizm geriletilebilirdi.
Ancak, faşizm CHP’nin halkın hareketini sürekli pasifize ederek kendisine verdiği desteğin de yardımıyla hilelerini hayata geçirebilme imkanını yakaladı ve yenilmedi. Devletin bütün kurumlarını büyük ölçüde ele geçiren ve yasaları rafa kaldıran bir olağanüstülüğü dayatıp süreklileştiren iktidar koalisyonu, kendisinin en zayıf anında yakalandığı seçimleri “kazanarak”, kendisi açısından tayin edici önemde bir kavşağı geçebildi.
Faşizm sadece devlet şiddeti değildir, başkalarının yanı sıra bolca demagoji ve hiledir, hepsi iç içedir, hepsi aynı anda devrededir. Devlet şiddeti, demagoji ve hile faşizmin var olma halidir, faşizm başka türlü var olamaz.
Bu durumda, şimdiden sonra koşullar daha da ağırlaşacağı için seçimler artık anlamsız hale mi geldi? Hayır, seçimler koşulları seçimin olacağı zaman belirlenecek tutumlarla gene değerlendirilmelidir.
“Mutlak” değil “somut-tarihsel” ve adım adım kendisini inşa eden bir süreç söz konusudur ve bizler de sürecin dışında ve seyirci değil içindeyiz; her an yeni durumlar-yeni güç dengeleri-yeni görevler/hamleler kendisini dayatıyor, dayatacak. Ezberlenmiş reçetelerle değil, somut durumun somut tahlili üzerinden anın koşullarına müdahale ederek ve mücadelenin dümenini kâh oraya kâh buraya çevirerek yol alabiliriz.
14-28 Mayıs (pekâlâ olabileceği gibi) başka türlü değil böyle yaşandıysa, bu durumda belirleyici olan, CHP’nin zayıf-teslimiyetçi tutumundan daha çok, devrimci güçlerin halkın farklı biçimlerde kendisini ifade eden insanca yaşam, demokrasi ve özgürlük arayışını yeterli güçte açığa çıkaramamasıdır. Halk hareketinin gücüyle kazanılacak mevzilerle faşizmin manevra kabiliyeti kısıtlanabilir, iç gerilimleri zorlanabilir, hareket alanı daraltılıp, iktidar olma gücü zayıflatılabilirdi.
Öte yandan, YSK temelli seçim sonuçlarını esas alıp “Biz zaten demiştik, işte haklı çıktık” çiğ söylemiyle konuşan “ileriye kaçan oportünizm” (Kıvılcımlı) ise, gerçekliğin içinde kalıp onun güç dengeleri içinde savaşarak ilerleme zorunluluğunu gerçekleştirecek bilince sahip olmadığı için, tahammül edemediği gerçeklikten (mücadeleyi bırakıp “geriye” kaçanların tersine) “ileriye” kaçmakta, gerçekliğe ültimatom çekerek onu protesto etmekte, zaten egemenlerin faşist baskılarla sürekli daraltmaya çalıştığı yasal-meşru alanın seçimler alanındaki mücadeleyi “otzovist” (Lenin) bir tutumla reddetmektedir.
Ültimatomcular, seçim faaliyetini küçümserken, seçim sürecinde onu aşan bir pratik de uygulamadılar. Eh, zaten ne yapabilirlerdi ki, kendi tutumlarının gerçek yaşamda karşılığı yoktu!
Bu güçler, kendileri de halktaki “Erdoğan’ı göndermek için yüklenme” eğiliminin gücünü gördüklerinden olacak ki, “gizli boykot” tutumlarını dergi sayfalarında pek süslü laflarla savunsalar da, hiçbir pratik çalışmasını yapmadılar, daha doğrusu meşruluğu olmadığı için yapamadılar.
Yüksekten uçup pratikte karşılığı olmadığı için hiçbir ağırlık taşımayan söylemlerle ültimatomlar yağdırarak halk güçlerinin yaptıkları mücadeleleri “değersizleştirme”, günümüz koşullarında uğursuz bir konumlanmadır!
Türkiye devrimci hareketi içinde devrimci değer ve ağırlık taşıyan bu güçler, faşizmin bütün gücüyle halka yüklendiği günümüz koşullarında geleneklerinin kendilerine kazandırdığı devrimci sorumlulukla davranmalıdır.
Şimdi, zaten bir dönemdir temel devrimci faaliyet tarzı olan faaliyet seçim sonrası koşullarda daha da güçlü yürütülmelidir: Bütün toplumsal güçleri kendi acil ihtiyaçlarını elde etme mücadelesi içinde konumlarına uygun meclislerde örgütleme, farklı alanları uygun ortaklıklarla ittifak alanlarına kavuşturma üzerinden meclisleri işyeri, semt, şehir, alan düzeylerinden ülke düzeyinde ortaklaştırmaya çalışma ve bu sürecin içinde aynı zamanda halkçı-demokratik bir cumhuriyeti fiilen inşa ederek egemenlerin yürüttüğü faşizmin kurumsallaşması sürecine dayatmak gerekiyor.
Bu çalışma, esas olan kendi hedefine doğru ilerlemenin yanı sıra, olası herhangi bir seçim sürecinde de halkın teminatı olacak, faşizmin istediği gibi hareket etmesini engelleyecektir.
Ve zaten, tekrar da olsa gene vurgulayalım, şayet güncelliğin dışına çıkıp tarihsel bir düzeyden bakacak olursak, seçimlerde faşizmin inisiyatif kazanabilmesinin gerçek sebebi halkın inisiyatifinin yeterli güce sahip olmaması ve olduğu kadarının da açığa çıkarılamamasıdır.
Seçimlere girmek doğruydu; şayet başarılı bir pratik yürütülebilseydi, hedeflenen noktaya ulaşılabilir, İttifak %15 civarında bir oy kazanabilir, Erdoğan ve farklı devlet fraksiyonlarının hileleri aşılabilir, KK başkan seçilebilirdi. Şayet, bunlar başarılabilseydi, şimdikinden kısmen daha uygun koşullarda mücadele etmek imkanını yakalayabilecek, çok yönlü krizlerle sarsılan sistemin halkçı-demokratik seçeneğini yaratmakta daha güçlü bir konumlanmaya yerleşebilecektik.
Şimdi, aynı görevleri daha zorlu koşullarda yapmakla görevliyiz.
Seçim faaliyetleri, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın toplumsal güçler-hareketlerle uygun ilişkiler-etkileşimler kuramayarak kendisini seçimlerle sınırlı bir zemine hapsetmesi, üstelik seçim sürecinde de yaşadığı iç gerilimlerle solun tümünün kendi etrafında toplanacağı bir asabiyeti yakalayamaması, tam tersine İttifakın içinde dahi ortak duruşu sağlayamaması yüzünden hedeflenen sonucu alamadı.
Daha ötesinde, esas olarak seçimle sınırlı olmayarak, sürüp giden bir halk hareketine gömülen bir “mücadele ittifakı” olamadığı, ancak bizzat kendisinin de desteğiyle güçlenebilecek halkın hareketi tarafından belirli güç eşiklerini aşan bir düzeyde desteklenmediği için sonuç alamadı.
Peki, “bu zaaflar görülmüyor muydu, şayet görülüyorsa neden seçimlere girildi” denilecekse (ki epey de gürültülü bir telaşla bolca deniliyor); kimse ahmak değil, evet, elbette ki görülüyor, ama sorunlar aşılmaya çalışılıyordu!
Ve zaten, sorunlar başka nasıl aşılabilir, dışında durup sürekli onları göstererek mi; yoksa içine girip aşma yönünde mücadele ederek mi? Devrimci faaliyetin içeriği nasıl kazanılır; parlak sözler ya da eylemlerle mi, var olan gerçekliğin içindeki devrimci imkanlara/olasılıklara yerleşip onların güçlenmesi için mücadele ederek mi?
Devrimci faaliyet, hiçbir zaman uygun koşullarda yürütülmez, onun egemen sistemin “normal” günlük akışına/“akıntıya karşı” olma yönündeki yapısal dinamiği ona her zaman zorluklar ve yetmezlikler yükler, üstelik hemen önündekileri aşıp ilerledikçe hiç beklemeden daha güçlü engeller ve zorluklar kendisini dayatır.
Ama bu zorluklar aynı zamanda onun güçlenme kaynağıdır; sürekli tetikte olmak ve durmadan hamle yapmak zorundadır, o hamleleri de (şayet akıntının kendisini sürükleyip götürmesini istemiyorsa) ancak ve sadece gerçeğin içindeki devrimci olasılıklara yerleşip, onları güçlendirerek yapabilir!
Emek ve Özgürlük İttifakı
Emek ve Özgürlük İttifakı, varlığı tarihsel bir kazanım olmakla ve şimdi de mutlaka güçlendirilerek sürdürülmesi gerekmekle birlikte, seçim sürecinde başarılı olamadı.
İlkin, İttifak seçimlere kadar yaşanan uzun bir sürede aktifleşemedi; başka fırsatların yanı sıra özellikle deprem sonrasında, üstelik bileşenleri deprem dayanışmasındaki öncü güçler olmasına rağmen, ortak bir tutum geliştirilemedi. Bu yöndeki talepler görmezden gelindi. Belli ki İttifak özellikle seçimlerle sınırlı bir pratikle sınırlanmak isteniyordu.
Bu zaaf, özellikle İttifakın güçlü özneleri olan HDP, TİP ve EMEP için geçerlidir. Her üç güç de farklı gerekçelerle kendi bağımsız duruşlarına yoğunlaştılar. Halbuki, İttifakın söylemi tam tersi yönde değil mi? Şayet uygulanmayacaksa o sözler neden söyleniyor? Halka karşı dürüst olmak zorunda değil miyiz?
İkincisi, seçim süreci başlayınca gene aynı özneler bu sefer de seçimlere ortak girme konusunda yeterli yoğunlaşmayı ve esnekliği gösteremediler.
EMEP uzun bir süre seçimlere ortak listeyle girmeye karar veremedi, ancak son günlerde karar alabildi. TİP ve HDP’nin hala sürüp gelen ve açıkça devlet trolleri tarafından kışkırtılan sorumsuz atışmaları İttifakın asabiyetini ağır biçimde yaraladı.
Yani, toplumsal alanda derin köklere sahip olan bir “mücadele ittifakı” olmak başarılamadığı gibi, hiç olmazsa “seçim ittifakı” olmak da yeterince sağlanamadı. O arada, İttifakla bir biçimde ortaklaşmak isteyen ve TDH içinde özgün ağırlığı olan Sol Parti kapsanamadı.
Bu zaafların, bağımsız durup arayış içinde olan ya da CHP’de bulunmaktan rahatsız olan demokratları İttifaka yönelmek yerine alışılagelen olmasının sağladığı kolaylıkla CHP’ye yönelme yönünde ivmelendirdiği açık değil midir?
Evet, şimdi seçim sürecinin sonrasındayız, ama yaşadığımız yaşanması olanaklı olan tek seçenek değildi, şimdi kimilerinin yazıp çizdiği gibi, ne olacağı zaten belli olan bir süreci yaşamadık.
İsterseniz bir hayal kuralım: İttifak, deprem sürecinde ve o dönemde birçok alanda hareket halinde olan farklı toplumsal hareketlerle ortaklaşarak bir “mücadele ittifakı” kapasitesi kazanarak ilk adımlarını atmış, EMEP ve TİP’le ortaya çıkan sorunlar hızla çözülmüş, Halkevleri İttifaktan çıkmamış, Sol Parti ile uygun ortaklaşma sağlanmış olsaydı, acaba süreç nasıl akardı?
Oldukça farklı bir süreç yaşanacağından emin olabiliriz. Deprem sürecinde ve diğer toplumsal hareketlerde ortaklaşma İttifakın meşruluğunu güçlendirip iktidar olma gücünü arttıracak; o moralle girilecek seçim sürecinde ise, İttifakın (Sol Parti ile de ortaklaşarak) asabiyeti güçlenip çekim gücü artacak, bu güçle CHP’den İttifaka doğru kimi kopuşları sağlayacak ve üstünde baskı kurarak CHP’nin sağa doğru sürüklenişini durduracak ya da en azından frenleyerek hızını kesebilecekti.
Dahası, güçlü bir halkçı-devrimci güç alanının varlığı ve etki alanı, iktidar alanındaki güçleri zorlayacak, birbirlerine karşı zaten var olan güvensizliği güçlendirecek, İttifakın zayıflığından faydalanarak rahatça becerdikleri şiddet ve hile hamlelerini yapmakta ikircikliğe düşecek, zorlanacaklardı.
O durumda, şimdi hile elde edilen sözüm ona seçim zaferi de gerçekleşmeyecekti.
İşte, İttifakın hataları tarihsel bir fırsatın kaçırılmasına yol açmıştır ve hala da aynı duruşta ısrar edilmekte, hatta giderek İttifakın kendisi sorgulanmakta, seçim sürecindeki taktikler değersizleştirilmekte, bozgun ve tasfiye eğilimi güç kazanmaktadır.
Her durumda, seçim sürecinde yaşananlar da değerlendirilerek, İttifak halkın arayışlarına cevap üretmekle görevlidir.
Başarısız olup tasfiyeye sürüklenen HDK deneyi, aynı kaderi yaşamaması için İttifakın hiç unutmaması gereken bir gerçekliktir.
HDK, toplumsal alanın içindeki bütün güçlerin direnişlerini kendi özgünlüklerini koruyarak ortaklaştırma pratiğini adım adım ören ve bu mücadele süreci içinde toplumsal alanın bütününe yayılarak, kendine özgü bir toplumsal örgütlenme ve siyasallaşmayı “kongreler” biçiminde ülke çapında gerçekleştirmeyi hedefleyen bir devrimci olasılık olarak önerilmişti. HDP ise, onun egemenlerin siyasal alanında ve özel olarak da parlamentosundaki yasal temsilcisi olacaktı.
Peki, ne oldu? Öyle oldu ki, tam tersine işleyen bir süreç içinde, HDP’nin ağırlığı arttırıldı ve HDK, HDP’nin (aslında niçin olduğu ve ne yapacağı pek de bilinmeyen, ama “yüksek yerden önerildiği” için mecburen bir biçimde ayakta tutulan) herhangi bir uzantısı haline sokulup, HDP’nin propagandasını yapmak ve pratiğine destek olmakla sınırlı bir alana hapsedildi.
Üstelik, bu tutumlar öylesine bir sürükleniş olarak değil, bilinçli tercihlerle ve dayatmalarla, tersini savunanları “siz gidin de, siz de biz de rahat edelim” söylemiyle süreçten tasfiye ederek uygulandı.
Açık değil mi, egemenlerin parlamentosundaki faaliyet esas alınıyor ve inanılmaz bir cüretle, aslında HDP ve HDK’de dahil ortada ne varsa hepsini ortaya çıkaran Kürt halkının özgürlük mücadelesi de HDP’nin egemenlerin parlamentosundaki faaliyetine destek olmakla sınırlı bir alana sıkıştırılmak isteniyordu. Geçerken belirtelim, bu yöndeki “istek” halen de mevcuttur ve üstelik güçlüdür.
Peki, ulaşılan nokta nedir; sadece kendisine ve yerel ve genel seçimlere odaklı bir parti bürokrasisi, bulutların üstünde yaşayan parlak kişiler ve partiye yabancılaşan halk!
Elbette bunca değeri yaratan Kürt halkı bu engeli de aşmasını becerecektir, ancak böylesi bir zaaf yaşanmak zorunda değildi, ama yaşandı, üstelik halen de yaşanıyor!
İşte, Emek ve Özgürlük İttifakı, HDK sürecinde yaşananları asla unutmamalı, tam tersine üstüne yoğunlaşmalı, kendisini asla seçimlere ya da içindeki partilerin propagandasına indirgemeyip halkın içine gömerek, halkın içinde ve önünde olmayı, halkla birlikte var olmayı, halkla birlikte nefes alıp vermeyi hedeflemelidir.
İttifakın vekilleri Ankara’da zorunlu bulunmaları dışında sürekli olarak seçildikleri alanda konumlanıp halkın yaşadığı sorunların çözüm gücü olmaya çalışmalı, İttifakın sözcüleri sürekli değişmeli, kolektif önderleşme/“Şefler topluluğu” (Kıvılcımlı) öne çıkarılmalıdır.
Seçimlerin iktidar tarafından belirlenen ve YSK tarafından açıklanan sonucu, önceleri ürkekçe sonra gittikçe nobranlaşan bir tarzla zafer olarak ilan edildi. Ama, söz konusu “zafer”, sahteliği iyi bilindiğinden olacak, temkinliliği elden bırakmadan kutlanıyor.
İşleri zor; ekonomide halkın yoksullaşması ve Batı’ya bağımlılık zirveleşiyor.
Devlet krizini devleti çeteleştirerek çözmek, olsa olsa ne kadar sürebileceği belli olmayan bir geçici “durum” olabilir, üstelik sonrasındaki “tufan” olasılığına gebe olarak!
Şiddet ve hileyle yenebildiği muhaliflerinin “laik” ve “sol” odaklarıyla ve onların temsil ettiği milyonlarla düşmanlaşma, bilinçlice çözümsüz bırakılarak iktidar koalisyonunun çimentosu yapılan Kürt sorunuyla birlikte ele alındığında, ülkede yaşayanların ortak bir ulus olma halini çözülmeye sürükleyerek özel bir “ulus krizini” besliyor. İktidarın Erdoğan kliğinin “Türklüğü” örtü olarak kullanan “ümmet” odaklı bir yeni uluslaşma arayışı içinde olduğu anlaşılıyor; bu arayışın farklı uluslaşma arayışlarını da ivmelendireceği açık değil mi? Nasıl bir arada duracağız?
Öte yandan, bölgede ABD-Rusya arasında oynanan dans, ABD ya da Rusya müziği kestiği anda bitmeye yazgılı ve sonrasında şimdi bölgede Türkiye üstüne biriken gerilimlerle yüzleşilecek! En son Vilnius zirvesinde olup bitenler iktidarın bu durumun farkında olduğunu gösteriyor ve bir kritik eşiği temsil ediyor olabilir.
Erdoğan önündeki ağır sorunlara dinamik, kendisine sadık ve militan bir yeni ekiple müdahale etmeyi hesaplıyor; Kalın-Fidan-Şimşek üçlüsü sahaya sürüldü! Bu ekibin dinamik ve militan olduğu belli de, ne kadar “sadık” olacaklarını göreceğiz.
Devletin “hileli” desteğiyle ayağa kaldırılan MHP’nin, kullanışlı bir provokasyon örgütü olmaktan öteye sıçraması zor görünüyor. Güçsüzlük paçalarından akıyor, boş teneke gürültüsü çıkarmakla meşguller.
Millet İttifakı dağıldı.
Akşener, “titreyip” özüne dönerek, liberal örtünün altında gizlediği faşistliğini açık etti. MHP’den farkı kalmayınca kendisinin bir anlamı kalmayacağını ve boşluğa sürükleneceğini fark ediyor mu, bilinmez. İktidarın “yerli ve milli” uysal muhalifi olarak hatta koşullar uygun olursa iktidara yanaşarak ayakta kalmaya çalışacağı anlaşılıyor. Ama, hiçbir ilkeye ya da duruşa sahip olmayan bir siyaset bezirganı olduğu için, rüzgârın esişine göre tam tersini de yapabilir.
Kılıçdaroğlu, sağa sürüklenmekte her türlü eşiği atlayarak AKP’nin en bayağı propaganda aracı Sabah gazetesinin bir görevlisini ve ırkçı-faşist Zafer Partisi’nin gençlik sorumlusunu kendisine yardımcı olarak atadı. Parti içinde ise, kazanlar kaynıyor, Akşener’in yıldızı İmamoğlu KK’nin rakibi olarak sivriliyor. Parti içi sol kanat henüz ciddi bir çıkış yapamadı, ama Cihaner’in arayış içinde olduğu görülüyor.
Egemenlik alanının arkasındaki en büyük destek, çok yönlü krizlerle sarsılan kapitalizmin yeryüzünde demokrasiyi tasfiye yönünde bir eğilimi yürütüyor olmasıdır. Önceki sınıf savaşlarının ürünü olan demokratik dengeler, kendisini var ettiği bütün düzeylerde, saldırı altında. Sermaye açısından bakılınca, dünya işçi sınıfının ve halkların kazandığı bütün haklar artık taşınamayacak yükler; bir an önce kurtulmak istiyorlar.
İşte, yerel egemenler küresel düzeydeki genel eğilime sırtlarını dayıyor ve ellerinin serbest olduğunu görmenin rahatlığı içindeler. İktidarıyla muhalefetiyle hepsi birden halka karşı saldırı halindeler, bütün çabaları halkın hangi kazanımını nereden nasıl koparıp alabiliriz yönünde. Aralarındaki gerilimler, iktidardan kimin ne kadar faydalanacağı zemininde yürütülen itiş-kakış! Bu zeminde yaşanan kavgada, iktidarı elinde tutan, yasallığı değil gemisini yürütmeyi esas alan Erdoğan odaklı iktidar koalisyonu şimdilik inisiyatif kazandı.
Egemenlik alanının yerel düzeydeki desteği de, Cumhuriyet’in, her ne kadar kapitalist gelişmenin önünü açan kimi “ilerici” tutumları barındırsa da, kuruluşundan itibaren demokrasiye kapalı bir yapıya sahip olmasıdır.
Bu yapı, Mustafa Suphi’lerin katledilmesinden itibaren halkın en ufak kıpırdanmasını dahi ihanet olarak görüp orantısız devlet şiddetiyle henüz emekleme aşamasındayken ezerek bastıran bir egemenlik örgütlenmesidir. Gezi Ayaklanması/2013 ve 7 Haziran/2015 arasında olanlar üzerinden halkın artan gücü görüldükten sonra, seçimde yaşadığı bozgunun da etkisiyle, sürece yayılarak adım adım kendisini yapılandıran topyekûn saldırı (faşizmin kurumsallaşması süreci) haline geçilmiş, şiddet ve hilenin her türünün egemenliğin sürebilmesi için meşru görüldüğü bir konumlanmaya yerleşilmiştir.
İşte, Erdoğan odaklı iktidar koalisyonu seçim süreci içinde böyle bir yapıya sırtını dayamıştır. Ve zaten, sözümona karşılıklı itiş-kakış halinde oldukları resmi muhalefet güçleri de aynı yapının içinde konumlanıp, onun güncel “kendisini koruyup sürdürme” yönelimine zarar vermemeye azami dikkati göstermektedir. CHP’nin “hata” olarak görülen tutumları, bu açıdan bakarsak hata değil, stratejik yönelimin içinde alınan tutumlardır.
Evet, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”, öyle değil mi?
Ancak, elbette ve iyi ki, güneşin altında başka süreçler de yaşanıyor ve onlar da “güneşin altında kendilerine alan açarak ve savaşarak kazandıkları yerlerine yerleşerek” kendilerini egemenlik alanına dayatıyor! Üstelik, o süreçlerin ivmesini veren egemenlik alanının hizmetinde olduğu Türkiye’de kapitalizmin gelişmesidir.
Kapitalizmin gelişmesi, kendi yapısal özelliği sonucunda, kendi “mezar kazıcılarını” yarattı, yaratmaya da devam ediyor. “Katı olan her şeyi buharlaştıran” kapitalizmin gelişmesi, geleneksel-yerleşik olan her şeyi parçalayarak, sınıfsal ayrımları oluşturup güçlendirerek, sürekli desteklediği sermayenin zaman aktıkça toplumu kapsaması-her şeyin metalaşmasının tam zıddı yönünde toplumu işçileştirerek ve sınıf savaşını kışkırtarak kendi karşıtını sürekli büyütüp güçlendiriyor.
Aynı sürecin bir kolu olarak, egemenliğin sürebilmesi için sürekli baskılanan farklı etnik kimlikler ve inançların, kadınların ve farklı cinsel kimliklerin, toplumda sürekli yaşanan çalkantı, gerilim ve çatışmaların içinde kendilerinin farkına varmaları ve kendilerini özgürce ifade etmeleri yaşanıyor.
İşte, devletin yapısı ve kuruluş/uluslaşma süreci içinde “eğittiği” toplumun egemene bağımlı yapısı, iktidarı ve muhalefetiyle tüm resmi siyasal güçlerin varlığını kendiliğinden güçlendiriyor. Ama aynı zamanda, sürekli sınıflaşma, değişim ve hareket halinde olan toplumun özgürce refah içinde yaşama isteği de halkçı-devrimci-demokratik siyasal güçlere destek sunuyor.
Hatta, günümüzde öyle oluyor ki, halkın refah ve özgürlük arayışı, bu hareketin siyasal öncülüğüne talip olan siyasal güçleri aşıp-belirliyor.
Yeniden ortak “ailemize” ya da mahallemize dönüp son bir toplama yapmak gerekiyor.
Sol güçlerde, Kürt hareketindeki devrimci eğilimi ayrı tutmak kaydıyla, “yenilgicilik” diyebileceğimiz bir tutum sağ ve “sol” görünümlerde öne çıkıp, neredeyse 10 yıldır sürekli alan kazanarak yol alan “solların tasfiyesi” sürecini ilerletiyor.
Öyle oluyor ki, meğersem zaten her şey yanlışmış!
Güncel seçim taktiklerinden başlayıp solun yapısına uzanan çok geniş bir alanda “bozgun” borusu çalınıyor. Hatta seçim sürecinde neden seçim faaliyeti yapıldığı bile sorgulanıyor. Mesela, sol işçi sınıfı içinde yeterince köklü örgütlenmediğine göre seçimlerde yenileceği belli değil mi, deniyor. Ya da, toplumsal güçlerin hareketinin koordinasyonu sağlanamadığına göre, yenilineceği açık değil mi, deniyor… vd. uzar gider.
Bu ithamlar oldukça ilginç, acaba aynı koşullarda mı yaşıyoruz?
O vurgulanan zaafların çoğu doğru hatta epey eksik; peki, öyleyse bütün ülkeyi saran bir seçim atmosferinde, sol “nasıl olsa yenileceği belli” olduğu için seçimlere katılmayarak kendi iç gündemlerini ya da zaaflarını mı tartışmalıydı?
Ya da, daha önemlisi, solun kendisini tasfiyeye sürükleyen oldukça kompleks ve derin sorunları, (üstelik epey de yüzeysel ve biçimsiz bir hale sokulup seçim sürecine sıkıştırılarak) öfke patlamasını dillendirmenin ya da moral bozukluğunu gidermenin aracı mıdır?
Veya, o sorunların aşılması için seçimler ya da başka biçimlerde pratik yaşamın içinde hareket etmekten başka ne yapılabilir?
Çaresiz ve çıkışsız bir öfke patlaması mıdır, zaten öncesinde gittikçe güç kazanarak akıp gelen tasfiye sürecinin karşısında ezilmenin yarattığı moral bozukluğu mudur ya da başka sebeplerden midir; sol, sadece seçim sürecinde yapamadıklarıyla değil, seçim sonrasındaki değerlendirmeleriyle de, gerçekten moral bozucu bir dengesizlik-güçsüzlük içindedir.
Solun tasfiye süreci ile ilgili düşüncelerimi sendika.org’da yayımlanan “Solun krizi 1-2” yazımda (öncesinde, 2002-3’te yazılan “Zamanımız ve Biz” broşüründe) tartışmaya sunmuştum. Elbette, solun zaafı aşıp “kriz” düzeyinde yaşanan hali, öncesinde olduğu gibi seçim sürecinde de etkili oldu. Ancak, bu yazıda o sorunlara/yapısal olana değil, konjonktürel-güncel olana odaklanmaya çalıştım.
Seçim süreci gün gün yaşandı, emek verildi, sürece özgü hamleler yapıldı, kazançlar ve kayıplar oldu; bunları değerlendirmek bir yana önemsemeyip görmezden gelen hatta sinik bir tutumla aşağılayarak “tükürüp geçen” tutumlarla net bir sınır çizmek gerekiyor.
Soruyoruz, o zaman biz her durumda-her gelişmede “solun zaafları” ya da “krizini” mi tartışmalıyız; o durumda totoloji yapmaktan ve o yolla pratikten kaçmaktan, kaçarken de parlak söylemlerle kendini kandırmaktan başka ne yapmış olacağız? Tam tersine, sol, içinde bulunduğu krizden, evet onu bütün boyutlarıyla tartışarak; ama aynı zamanda her fırsatta ileri doğru pratik hamle yapıp pratik başarılarla güç kazanarak çıkabilir. Seçim sürecinde de, uygulanan taktiklerle pekâlâ başarı kazanılabilirdi, o zaman krizden çıkış için güç toplanma ve daha uygun koşullara konumlanma imkanı yakalanmış olacaktı.
Eğer bir seçim oluyorsa ve sonuçta en geniş katılımın olduğu seçimlerden birisi olmasının da gösterdiği gibi halkta seçimler üzerinden yoğun bir politikleşme varsa; bütün zaaflara rağmen, o seçime en uygun taktikle ve yüksek iddiayla girmek, zaten hepi topu 1-2 ay süren seçim sürecinde seçimlere odaklanmak, egemen güçlerin çatlaklarını derinleştirmeye çalışmak ve o arada halkçı-devrimci inisiyatifin gelişmesi için daha uygun koşulları yaratmaya çalışmaktan başka ne yapılabilir?
Üstelik, seçim çalışması yapmakla “suçlanan” İttifak güçleri, deprem dayanışması dahil, yaşanan bütün toplumsal hareketlere öncü düzeyinde ve en kitlesel biçimde katılmış, seçimlere kısa süre kala yoğunlaştıkları seçim çalışmalarını bile o faaliyetlerle iç içe geçirerek yürütmüştür.
Gerçekten, bazı yorumları okuyunca, kim kime ne söylüyor, bu okuduklarım gerçekten yazılmış mı, yazan acaba “ben ne yazıyorum” diye düşünmüş mü dememek elde değil!
O arada, bazı yorumcuların iddialarına göre Lenin isimli bir yazar varmış ve “parlamento burjuvazinin ahırıdır” demiş; ilginç fikirleri olan bir yazarmış doğrusu, üstünde düşünmek lazım. Ancak, halk arasındaki söylentilere göre, bu yazar stratejik düzeyle taktik düzeyi karıştırmaz, “somut koşulların somut tahliline” çok önem verir ve oradan çıkan sonuçlara göre pratikte sık sık “çubuğu bükmeyi” önerirmiş; üstelik tam da bu yüzden, o “ahır” dediği yere girebilmeyi çok önemsermiş!
Her neyse, gerçekten ilginç bir yazarmış, okunacaklar sırasına koymak lazım! Ayrıca, hayli “renkli” bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılan bu yazarı öylesine değil, yoğunlaşarak, düzeyleri karıştırmadan ve özellikle de önerilerini hangi koşullarda yaptığına dikkat ederek okumak gerektiği anlaşılıyor, zor iş!
Dipnot:
[1] Akademisyenleri küçümsemek aklımdan bile geçmez. Tam tersine, devrimci-komünist hareketin günümüzdeki en ağır sorunlarından birisinin güçlü bir akademisyen desteği eksikliği olduğunu düşünüyorum. Eksiklik, karşılıklı zaaflar tarafından üretilmiştir ve aşılması oldukça zor görünüyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.