Gün, Türkiye’de örgütlerin varlık sebebinin dahi tartışmalı hâle geldiği bir gündür. Ve çıkış ancak topyekûn bir yıkımla mümkündür. Geçmişin olumlu/ olumsuz derslerine bakarak ama tamamen bugüne ve yarına özgü yeni bir örgütsel çizgi gerekiyor
Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde verdiği bir demeçte seçim sonuçlarını yenilgi olarak görmediğini söyledi. Ona göre sonuç %60’a 40 olsaydı bir yenilginin varlığından söz edilebilirmiş.
Kuşkusuz bu fazla acemice bir kaçış ve seçim döneminde topladığı yoğun sempatinin seçimden sonra kesif bir nefrete dönüştüğünü izleyen genel başkana yönelik memnuniyetsizliği daha da derinleştirecek bir açıklama.
Ancak Kılıçdaroğlu bu söyleşisinde önemli bir şeye de değindi. Erdoğan’ın ilk turda kazanamamasının siyaseten olumlu bir veri olduğunun altını çizerek, bunun neden tartışılamadığından yakındı. Çok doğru bir yaklaşım ancak bunu dillendiren kişi yanlış.
Öyle ya, seçimin ikinci tura kalmasıyla birlikte genel muhalefetin üstüne çöken yenilgi psikolojisinin müsebbibi kim? Evet, bizzat Kılıçdaroğlu, CHP ve müttefikleri. Bunlar uzun zamandır -eylemsiz- “gidiciler” retoriğini tekrar eden, toplumun sadece “en önemli” seçime odaklanarak uyuşuklaşmasında ciddi katkıları olan odaklar. Sadece bu da değil. İnanın ki her şeye rağmen yine de toplumsal bir dirilik seçim gecesinde de derlenebilirdi. Ama olmadı. Zira düzen muhalefeti o gece ve devamında berbat bir performans sergilerken, Erdoğan basit hamleleriyle ikinci turu daha ilk seçimin gecesinden kazandı. Mesele bitti, yenilgi kabullenildi.
Son seçimin gerçekten önemli bir seçim olduğuna ve muhalif kitlelerde tamiri çok zor hasarlar meydana getirdiğine elbette katılıyoruz. Ancak hasarın büyüklüğünün kaynağı seçimin sonucundan ziyade seçime giden süreçte yatıyor. Tek bir seçime bel bağlama ve inanmışlık öyle bir hâl aldı ki, aksi duruma dair “acaba”lar dahi şeytanlaştırıldı. Bırakın sosyal medyayı, sokağı, kahvehaneyi, işyerini, en yakınımızdakilerin yanında bile seçim sonuçlarının pekâlâ, beklenin tersine iktidar lehine sonuçlanabileceğini söylemeye zorlanır olduk. Gerçekçiyken, serinkanlıyken karamsarlıkla itham edildik.
Seçimin iktidar aleyhine olabileceği fikri seçime çok az kala daha da büyüdü. Art arda gelen deprem felaketleri ve anket sonuçlarıyla birlikte bizim gibi muhalefetin kaybetme olasılığını daha yüksek görenler de muhalefetin kazanmaya bir tık daha yakın olduğu fikrine yaklaştılar.
Bu kadar büyük ve genel bir beklentinin de yenilgi karşısında vaziyeti ağır bir yıkım oldu hâliyle.
Erdoğan, gücünü en zayıf ve en zorda olduğu anda mutlak bir biçimde tahkim etti. Düzen muhalefeti dağıldı, radikal muhalefetin görünmezliği daha da derinleşti.
Yine de bu seçimden illâ da faydalı bir netice çıkarılabilecekse, ben bunun, gençlik içinde sosyalist örgütlere yönelişte az çok gözle görülür bir artış şeklinde olabileceğini düşünüyorum.
Tabii bu olası potansiyel de önümüzdeki yerel seçim gündemiyle heba edilmezse…
Düzen muhalefetinde durum içler acısı. CHP genel başkanı, daha da korkunç hâle gelen ekonomik tabloya güvenerek “sıkıysa şimdi seçim yapsınlar” gibi abuk sabuk cümleler bile kuruyor. Daha yeni seçim kaybetmiş bir insanın düştüğü acıklı durumu daha iyi yansıtan bir örnek herhâlde yoktur.
İvme kazanan parti içi muhalefet ve kitlelerdeki genel hoşnutsuzluğa karşın Kılıçdaroğlu, daha da antipatikleşmeyi göze alarak istifayı aklının ucundan bile geçirmemekte ısrarcı. O, yine halka katmerlenerek yansıyan ekonomik buhrana yaslanarak yerel seçimlerden nispî bir başarıyla ayrılmayı ve “karizma”yı toparlamayı umuyor şüphesiz.
Yoksa elbette safî bir koltuk hırsı değil bu. Bırakacaksa bile yenilgiden sonra görece bir kazanım elde ederek bırakmak isteyecektir. Ancak sonuç onun ve partisi için daha da iç karartıcı hâle gelebilir. Yerel seçimlerde de, mevcut duruma karşın, bir iktidar bloku zaferi kesinlikle sürpriz değil.
Moral ve siyasal üstünlüğün hangi tarafta olduğu apaçık. “Sıradan” kitlelerin kimi daha “güvenilir”* bulduğu da, muhalif tabanın motivasyon kaybı da.
Buradan geçelim sosyalist soldaki ahvâle. Burada şimdi alabildiğine bir tartışma var yenilgi üzerine ve ne yapılması gerektiğine dair. Düzen muhalefetine yönelik de sert eleştiriler. Ancak eleştiriden önce sarılınması gereken şeyin öz eleştiri silahı olduğu yalın bir biçimde orta yerde duruyor. Zira bu düzen muhalefetini, onun ne olduğunu herkesten daha iyi bildiği hâlde, üstelik kendine has hiçbir taleple de durmadan tereddütsüz destekleyen yine soldu.
Sosyalistlerin kaybı zaten seçim yenilgisini kendi yenilgisi olarak gören hâlet-i ruhiyesinden başlıyor. Oradan sonrası işin ayrıntısıdır. Elbette bu toplumun içinde ve bu ülkede yaşıyoruz, seçim sonuçları tabii ki bizi de etkileyecek ama günün sonunda seçim üzerinden siyasal bir mağlubiyetle karşı karşıya kalmak siyaseten zaafın ulaştığı boyutları aşikâr ediyor.
“Piro”larla, “dedem”lerle sakınmasızlaşan Kılıçdaroğlu “fan”lığı ise işin süsü değil garabetin, politik yozlaşmanın ağır semptomlarıydı. Üstelik bunun bir benzerinin İnce’nin Cumhurbaşkanlığı yarışı döneminde yaşanmış olmasına rağmen.
İtiraz edenlere, bunun benzeşme, ayrı bir siyasî hat olarak anlamsızlaşma olduğunu, ifrattan da öte olduğunu söyleyenlerin her iki süreçte de nasıl yalnız kaldıkları ortada. Yani yapısal ve ideolojik sorun yüzeysel değil, kemikleşmiş durumda. Derin bir benlik krizi var, aşması iki üç kolay reçeteyle -sınıfa, sokağa dönmek vesaire- mümkün olmayan bir çöküş bu.
Tabii ki sınıfa ve sokağa dönmek, kavgaya dönmek gerekiyor ama bu yazarak çözülebilecek bir sorun değil. Nasıl dönülecek, kitleler nasıl kazanılacak?
Gelenekten yemenin sonuna geldiğimize, artık beslenilecek, idare edilecek bir birikim kalmadığına göre her şeye yeniden, en başından başlamak gerekmiyor mu? Ne kampüsler var ne mahalleler ne de güçlü emekçi örgütleri.
Az çok sözünün önemi olan, ortadan hâllice de olsa varlık sahibi bir hareket olmanın önündeki tek engel de kitlelerle bağların kopması, ağır baskı vesaire değil. Sosyalist sol içerik olarak da, anlam olarak da zararlı bir dönüşüm geçirdi. Hem liberal hem ulusalcı baskı merkezlerinin ortasında bu ikisinden birine ya da bir bulamaç olarak her ikisine birden benzeyerek devrimci, militan özünü, ideolojik meşruiyetine güvenini yitirdi.
Bu cendereden çıkmak, mevcut ideolojik hegemonya göz önünde tutulduğunda oldukça zor görünüyor. Kaldı ki kaç yapının buradan doğru bir biçimde çıkmak gibi bir derdi olduğu da tartışılır. Devrimcilikte ısrar eden gruplarınsa kendilerine özgü ve yine dışsal ideolojik hegemonyadan beslenen zaafları olduğu da bir gerçek.
Gün, Türkiye’de örgütlerin varlık sebebinin dahi tartışmalı hâle geldiği bir gündür. Ve çıkış ancak topyekûn bir yıkımla mümkündür. Geçmişin olumlu/ olumsuz derslerine bakarak ama tamamen bugüne ve yarına özgü yeni bir örgütsel çizgi gerekiyor. Bunun için de şimdilik bazı bağımsız işçi hareketlerinin çalışmaları dışında bir örnek yok.
Dünya solunda, her koşulda kendine özgü devrimci varlığıyla dimdik durarak sivrilen Türkiye devrimci hareketinin hatırlaması ve yeniden keşfetmesi gerekenler ile icat etmesi, bulması gerekenlerin iç içe geçtiği karışık ve bunalımın derinleşeceği bir döneme giriyoruz.
“Gerileme” dönemi 15 Temmuz’dan sonra geride kaldı, hayatta kalma dönemindeyiz.**
Dipnotlar:
* “Güvenilirlik” meselesi geçtiğimiz seçimde de etkili oldu. İktidar bloku seçmenini aptal yerine koymanın -kendini tatmin etmek dışında- gerçekten bir mânâsı yok. Erdoğan’ı kadir-i mutlaklaştıran, ona yenilmezlik efsûnu katan şey, sadece onun kişisel karizması ile ülkedeki sosyolojik gerçekler ve ideolojik yoğunluğun milliyetçi/ muhafazakâr sağdan neşet etmesi değil. Kaldı ki muhalefet de sağdır. Bunlardan daha ziyade muhalefetin üstüne yapışmış olan beceriksizlik algısı da önemli. “Şimdi de kötü ama bunlar gelirse daha da beter olur” gibi yaygın bir algı var. Ve açık konuşmak gerekirse bu haksız bir yönelim midir tartışılır. Yoksa o tarafa oy verenler de bizim gördüğümüz birçok şeyi görüyor ve mankurtlaşmış -ve epey de hacimli olan- bir kesim dışında olanlardan rahatsız. Bakın şu da doğru bir tez; AKP/ MHP bloku daha çok taşradan oy alıyor ve bu bölgelerdeki insanlar ekonomik darboğazdan metropoller kadar etkilenmiyorlar. Evet, lâkin metropoller kadar etkilenmemek hiç etkilenmemek anlamına gelmiyor. Ve iki küme arasındaki etkilenim dozu sanıldığı kadar farklı da değil. Fakat, hem onca yıldır iktidarda olarak her türlü olanağa hâkimiyet, bunun getirdiği hem çıkarlar hem de alışkanlıklar, milliyetçi/ muhafazakâr kesimde siyasi tutum alışın fazlasıyla güçlü ve kararlı oluşu, muhalefetin parlak bir çizgi tutturamaması gibi sebeplerden -AKP, yine kendi blokundaki partileri güçlendirerek eriyor olsa da- Tayyip Erdoğan zaferlerini süreklileştiriyor.
** Yeni bir tespitim değil ama gerilemeden daha geri bir duruma düşüldüğü yönündeki notumu “TİP’i görmemem” nedeniyle eleştiren arkadaşlar olacaktır. Siyasi çizgi olarak biz ilk TİP’i de reformist olarak işaretlerdik ama mevcut TİP’in ondan da geri olduğunu düşünüyorum. Sosyalizm söylemiyle şu zamanda alınabilmiş 1 milyon civarı oy hiç şüphe yok ki çok önemli. Ama yığınlara ne verilerek bunun alındığı da önemli. Yoksa ben CHP’nin taşradan, Bayburt’tan, Yozgat’tan alacağı bir fazla oyu da bir gösterge olarak önemserim. HDP’nin Kürdistan’ı silip süpürmesini dilerim, çünkü devlete karşı bir tavırdır bu. EMEP, Sol Parti, TKP oylarını yükseltsinler isterim. Bunlar ayrı meseleler. TİP’e karşı da özel bir düşmanlığım yok. Ama seçtiği adaylardan söylemine kadar TİP’in fazla popülist ve kadük olduğu ortada. Günün sonunda sol akıma çok büyük bir katkı yaptıklarını, daha önemlisi bir yol açabildiklerini düşünmüyorum. Gelişmeye açık yeni bir evreyi başlatamadıkları açık.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.