Çağımız tüm olumsuz özelliklerinin yanı sıra, derinleşen eşitsizlik ve adaletsizlik sebebiyle bir ayaklanmalar çağı da. Zengin yoksul fark etmeksizin her ülke ayaklanmalarla sarsılmaya çok yakın. Lâkin ideolojik bulanıklık yüzünden bu ayaklanmalar genellikle saman alevi gibi söner ve hiçbir iz bırakmadan dağılır gider
Sosyal medyanın önemli getirilerinden biri hemen herkesin dergilerde ya da sitelerde kendine bir kürsü edinmeden fikir beyan edebilme şansını kazanması oldu. Bu durumun tabii bir de götürü tarafı var ki, mevcut tabloda işbu zararın daha ağır bastığı su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Abuk sabuk ya da gerici, insanlık dışı, halk düşmanı, emek aşağılayıcı fikirler kendilerine mümbit bir arazi buldular. Entelektüel birikimin daraldığı, solun yerinde saymaktan da öte geri çekilip mikro bir ahvale büründüğü günümüz ikliminde söz konusu fikirlerin sahipleri bir cemaatleşme olanağına kavuştular. Meczupluğun, yoksul düşmanlığının ve aşırı sağın, bireyciliğin, pragmatizmin en “cool” bulunduğu yer olan sosyal medya, hâliyle bu insanlara bir görünürlük imkânı sunuyor.
Kendinden başka hiçbir şey düşünmemenin salık verilmesinden asgarî ücretli işçinin aldığı kıymetsiz paraya göz koymaya, oradan “sahih solculuk” adı altında faşizmin tüm ezberlerini hararetle, hırsla sahiplenmeye kadar geniş bir skalada ucube fikriyatın boca edildiği bir alan.
Burada “görünürlük kazandırma” ifadesi önemli. Zira böyle bir toplam zaten vardı ve günden güne gelişmektedir. Sosyal medya işte, -neyse ki- birçoğu sokakta söylense dayak yeme riskini hâlâ ihtiva eden bu tip söylemlere alan açmakla malul.
Konuşan, yazan kişi çok ama sözler, eğilimler kopya. Tek bir merkezden sufle alan ancak kendini çok farklı, değerli addeden oyuncular ya da kuklacının elinde maskara olmuş bin bir kukla. Başka başka ağızlar oynarken duyulan tek bir ses: Emperyalizm ve kapitalizmin siyasal/ kültürel hegemonyasının sesi. Yani bugün, evet, artık kulağa çalınınca can sıkan, ‘kitsch’ kavramlarla açıklıyoruz hâlâ meseleleri. Burada durmanın ısrarı gerçeğe dair farkındalığın ve insan olmakta ısrarın en tabiî, en zaruri ve en zorlu görevidir artık.
Azız. Haklıyız. Kazanmaktan uzağız.
Bu azlık ve kazanmaktan uzaklık hâli de saflarımızı her geçen gün daha da eritmekte ve dejenere etmekte üstüne üstlük. İşte bir başka can sıkıcı, tüyleri diken diken eden kavram: Yozlaşma. Şüphesiz ki kucağımızda bir bomba gibi durmaktadır. Hepimiz menzilindeyiz.
Yaygın kitlevî depresyon muhtelif eşkalle, sirayetle arzıendam ediyor. Sol da bundan muaf değil.
Bugün, olağan şüpheli kapitalizme değil, neredeyse hiç ortada görünmeyen sosyalizme diş bileniyor. Türkiye’deki mevcut ekonomik rejimin adı kimileri için “sosyalizm” oldu mesela. Faşizmi, emperyalizmi biraz şeker pembesiyle renklendirmeye de komünizm denir oldu Batı sağında.
Türkiye’de tarihin en adaletsiz gelir dağılımı, eriyen alım gücü, sağlık, barınma, ulaşım, beslenme gibi temel ihtiyaçlara dair yaşanan yoksunlaşma, iki fraksiyondan zenginler daha zenginleşirken yoksulun daha yoksullaşması, güvencesizlik rejiminin adına “sosyalizm” deniliyor. Şaka değil bu, çok fazla alıcısı var bu ucube lafzın.
Kapitalizm kendi vahşi çarkında insan öğütürken bir taşla iki kuş vuruyor bugün. Gücüne güç katarken, dikensiz gül bahçesi hayaline alabildiğine yaklaşmışken kendini değil, sosyalizmi itibarsızlaştırıyor.
Kitlesel cahilleşmenin, örgütsüzlük sarmalının en hazin yansıması. Devrimci olsun ya da reformist/legalist olsun, sosyalist solun en zayıf anını yaşadığı ve kimliğine, güzergâhına içkin meşruiyet inancından darbe yiyip sakatlandığı şu konjonktürde doğal da bir sonuç bu. Doğal, acımasız ve değiştirilmesi, çevrilmesi gereken.
Kapitalizm, emperyalizm zafer ilan etti. Karşısında duran “direniş ekseni”nin tek yakıtıysa dünyanın tek kutuplu olamayacağı ve muhafazakârlıktır. Bugün böylesi bir dünyanın başka türlü bir görünümü de Türkiye’de işler hâlde. Yani şu “kutuplaşma” denilen ve siyaset atlasının kimliklere pay edildiği, sağcılıkla sağcılığın yarıştırıldığı mefhûm.
“İki al ver” bile yapmadan tüm siyasî kesimleri, tabiî bu arada sosyalistlerin de kâhir ekseriyetini kendine dâhil eden o büyük açmaz.
Bu çağ, “canım kendim”lerin, kişisel gelişim çılgınlığının, mutlu olma zorunluluğunun ve kimseye hesap vermek zorunda olmamanın çağı. “Aman ha birine yanlışlıkla bir faydamız dokunur” tedirginliğinin zamanı bu. Bu zaman büyük anlatıların, kahramanlıkların, başkaları için kendini feda etmenin, emeğin, bir insandan bir şey öğrenmenin ya da birlikte öğrenmenin, birlikte yanılmanın lânetlendiği bir zaman.
Eh, bu toprakta da yetişen bu insan malzemesi, bu ideolojik hegemonya sürpriz değil.
Fransa’da 17 yaşındaki Mağrip asıllı genç Nahel’in polis tarafından katlinden sonra ülkede çıkan ayaklanma üzerine yapılan yaygın yorumlara bakalım. Sağın ideolojik hegemonyasının nereye vardığını bundan sârih daha ne gösterebilir.
Fransa yanmaya alışkındır. Ama artık ayaklananlara sövülmesine, garibanlara düşmanlığa da alıştık. Bugün “evrensel hasım” emperyalizm, kapitalizm, faşizm değil, garibanlardır.
Fransa’nın Afrika’daki yüzlerce yıllık -ve hâlâ süren- yağmasının yanında bir hiç olmasına karşın isyancıların yağma hareketlerine takan insanlar. Benzerini deprem gündeminde de yaşamıştık. Ülke tarihinin en büyük felaketinde devletin suçunu, insanların büyük kayıplarını değil, iki buçuk yağma hareketini gündem ettiler -Sonra da seçimi kazanmayı beklediler.- Bu sayede orada ikinci kez mağdur edilen nice depremzedeyi de unutmadık. Faşizmin ateşi harlandı ve linç kampanyaları başladı.
Aynı zihniyet hâliyle Fransa’daki isyandan da rahatsız oldu. “Avro-komünizm” denen liberalliğin Galya şubesi Fransa Komünist Partisi’yle yoldaş oldular. “Gidiciler” efsûnuyla uyuşturulmuş, sokağı çoktan unutmuş muhalif kitleler de bu koroya katıldı elbette. -Ayaklananların hiçbir biçimde tamamı olmamasına karşın- göçmen düşmanlığı perdesiyle sağcılığın, devlet/nizam tapınmasının gösterisini izledik. Fransa’da faşist çeteler sokağa inince “nihayet” çığlıklarıyla kutlamalar başladı. Zenginin malını zenginden çok düşünen yoksulların sınıf kardeşlerine düşmanlığının mide bulandırıcı örnekleri sergilendi. Kendilerini de ırk olarak aşağı gören ırkçılığa sosyal medyadan destek ifrazatları örgütlendi. Salaklığın bu kadarı.
Irkçılığa, ayaklanma korkusuna, nizam panteonuna kendi kellesini kurban etme ritüellerine kendini “en solcu” addeden kimi tipler de katıldı. Bir yönüyle polise sövüp sayma müziği de olan rapçilerden “Polis yok mu?!” sesleri yükseldi. Fakirler fakirlerin zenginlerin paralı askerleriyle öldürülmesini arzuladılar. Burjuva ideolojisi… Nereden baksan başarılı… “Savaşanlar çulsuz, bu nasıl burjuva devrimi” diyen aklıevvellere böylece cevap çok uzaklardan, bambaşka bir bağlamla gelmiş oldu.
Çağımız tüm olumsuz özelliklerinin yanı sıra, derinleşen eşitsizlik ve adaletsizlik sebebiyle bir ayaklanmalar çağı da. Zengin yoksul fark etmeksizin her ülke ayaklanmalarla sarsılmaya çok yakın. Lâkin ideolojik bulanıklık yüzünden bu ayaklanmalar genellikle saman alevi gibi söner ve hiçbir iz bırakmadan dağılır gider.
Her kitlesel ayaklanmanın kendine özgü zaafları mutlaka olacaktır. Hele ki önderlik boşluğu/yanlışlığı, ideolojik donanımdan, hedeflerden uzaklık gibi gerçeklerle malul bugünün isyanlarında. Toz kondurulmayan Gezi de zaaflardan vareste değildi mesela. Hele ki Gezi’yi şiddetten uzaklıkla eşleştirip övmeye çalışanlar var ki -ki şiddet bir zaaf değil zarurettir- bunlara gülmemek mümkün değil. Şüphesiz Gezi, her ayaklanma gibi kendine özgüydü ve farklıydı. Ve yine şüphesiz sahiplenilmesi -diğer birçok isyanın aksine- çok daha gönül rahatlığıyla mümkün olan bir hareketti. Fakat bu onun da eksikleri, gerilikleri olduğu ve hiçbir olumlu gelişme, katkı sağlamadan üstelik uzun bir erimde söndüğü gerçeğini değiştirmiyor.
Yine de söz konusu ayaklanmalar olunca -bu çağda her ayaklanmayı övme işine balıklama atlamama uyanıklığı gerektiğini de akıldan çıkarmadan- evvelemir ve sadece zaaflara odaklanmanın art niyetten, sağcılıktan, halk düşmanlığından ve düzen seviciliğinden başka bir şey olmadığı son derece açıktır.
Mesela İsrail-Filistin meselesine yaklaşımlara bakalım. Ne kadar çok İsrail muhibi ve Filistin düşmanı var farkındasınız değil mi? Hem de Müslüman olan ve halkında anti-emperyalist duyarlılığın geleneksel olarak güçlü olduğu bir ülkede. Duygusal dürtülerle hep zayıfı tutmaya alışkın olan bir halkın içinde.
Demek ki toplumda çok şey değişmiş. Köprünün altından çok sular akmış. Köprü başlarında burjuva baronları, emperyalist kan emiciler var ve birçok kurban onların yüzüne hayran hayran bakarak kendi ölümünü bekliyor.
Türkiye’de bir “mülteci sorunu” var ya da örneğin. Birçok solcu gibi bu meseleye tamamen insanî yaklaşılması gerektiğini, ortada bir problem olmadığını falan söylemeyeceğim. Ortada sosyolojik, ekonomik, sosyal psikolojik bir sorun vardır. Lâkin bunun da müsebbibi bizzat mevcut iktidarın savaş hevesleriydi. Mültecilerden en çok nefret eden kesim ise yine iktidara oy veriyor. Belediye otobüsünde birlikte yolculuk ettiğimiz göçmenlere sövenlerin çoğu AKP/MHP seçmeni. Göçmen nüfustan en çok etkilenen illerde AKP rekor kırıyor. Demek ki bu meselede de dümeni sağa kırmanın bir faydası yok. Ki bu zaten daha seçim gecesinde kaybedilmiş olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda da net bir şekilde ortaya çıktı. İnsanlar sonuca düşmanlar ama sebebe düşman değiller. Mültecilere düşmanlar ama onları buraya gelmek zorunda bırakanlara düşman değiller. Nizamın azameti hayatın her alanında karşımızda.
Bunu deprem sonrası seçim sonuçlarında da gördük ve acı sonuçları da oldu -Duygudaşlık yitimi-[1].
Yeni bir çıkış hiçbir yerden ithal edilmeyecek ya da gettolaşmak da kurtarmayacak. O gettolar -ki artık bir gettonun kaldığı da söylenemez[2]– bir fiskeyle devrilir. Yeni bir insan olma, devrimcileşme hareketi yine bu topraklardan, bu insan malzemesinden sökün edecek.
Ama önce kendine gelmesi yahut en başından başlayarak yaratılması gereken bir öncü var.
Aksi takdirde, devrimcilikten aktivizme, aktivizmden protestoculuğa gerileyen solun yakında protestoya da nefesi yetmeyecek.
[1] Deprem bölgesindeki seçim sonuçlarının çarpıcı olduğu ortada. Bölgede iktidar oylarındaki gerileme ülke genelinden farksızdı. Burada sadece o bölgenin sosyolojik, politik gerçeğiyle izah edilemeyecek bir durum var. Böylesi büyük bir yıkım sosyolojiyi de alt üst etmeliydi. Neden böyle olmadının cevabı toplumsal başkalaşımda ve Erdoğan iktidarının herhangi bir iktidar olmamasında yatıyor. Ancak toplumsal başkalaşım yahut kitlesel moral çöküş, siyasal zihnin fukaralaşması deprem bölgesi halkıyla da sınırlı olan bir olgu değil, ülkesel. Hâliyle bu insanları suçlarken yine aynı hataya düşülüyor ve ülkenin geneline bakılmıyor. Tabiî bir de ikincil -belki de birincil- bir sebep olarak muhalefetin iktidardan daha başarısız olacağı, beceriksiz olduğu fikrinin yaygınlığı var. Felaket yaşayan insanların güce tutunma, muhtaç olma dürtüsünü de unutmamalı.
[2] Okulda mezuniyetimin üstünden bir asır geçmedi ama benim zamanımda da azdık lâkin kampüslerimizi, mahallelerimizi koruyabiliyorduk. Demek ki bugün, mesela, Dil-Tarih’ten faşistler karşısında polis korumasında çıkmanın açıklaması az olmak değil. Ya da bütün “geleneksel” olarak hâkim olan kampüslerde şimdi faşistlerin at oynatmasının da. Burada sebebi solculuğun içeriğinin değişmesinde ararsak daha sahici cevaplara ulaşırız. Mahallelerdeki gerileyişin sebebi ise daha farklı ve bu Kürdistan’daki durumun bir minyatürü olarak okunabilir. Mevcut potansiyelin de üstünde olan bir güç gösterisi döneminin ardından devrimcilere selam verenin bile alındığı ağır bir baskı dönemine girildi. On yıllardır süren halkı yozlaştırma kampanyası sürat kazandı. Yine de devrimci mahalleler üç beş faşistin önüne gelene saldırabildiği “seküler” kalelerden daha iyi durumdalar hâlâ.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.