“Saldırılara karşı savunma refleksiyle değil, depremdeki gibi, pandemideki gibi, yangınlardaki gibi geniş halk kitlelerinin kendi eylemlerinden güç alacağı bir hattı, birleşik bir şekilde örmek kazandırıcı olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki dönem sosyalist hareket rejimden gelen saldırılara değil, gelişecek toplumsal bir genel direnişe hazırlanmalı, bunu örgütlemelidir”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Kaldıraç Hareketi temsilcisi Hakan Dilmeç’le. Dilmeç, 14-28 Mayıs seçimlerinin meşru olmadığını ve sosyalistlerin bu sonuçları kabul edip bir yenilgi analizine girişmemesi gerektiğini ifade ediyor. Dilmeç, seçim süreçlerinin egemenler cephesinin işçi sınıfına, kadınlara, gençlere, Kürtlere ve ezilen her kesime açtığı savaşın bir parçası olduğunu söylerken düzen içi muhalefetin de bu aracın bir parçası olduğunun altını çiziyor.
Kapitalist sistemin hem yurt çapında hem de küresel düzeyde içinde bulunduğu krizlere değinen Dilmeç, önümüzdeki dönemin toplumsal direnişlere sahne olacağını ve sosyalist hareketin de bu sürece hazırlanması gerektiğini belirtiyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
İlk olarak sol seçim sonuçlarını yenilgi olarak tanımlamamalı, buradan başlayabiliriz. TÜİK verilerine “inanmıyoruz” diyenler, rejimin en çok görünen yüzüne “Hırsız, katil” diyenler, aynı kaynaktan açıklanan seçim sonuçlarını sanki doğruymuş, gerçek bir seçim sonucuymuş gibi değerlendiriyorlar, bu akıl tutulmasıdır. Seçimler meşru değildir, sonuçları gerçek değildir, dahası bunlar üzerinden yapılan her değerlendirme açıkça buna çanak tutmaktır.
Seçimin açığa çıkardığı belirgin üç sonuç var. İlki tüm hilelere, hırsızlıklara rağmen “demokrasi işliyor” ve “halk seçti” yanılgısı yaratılmıştır. Erdoğan’ın adaylığının bile yasal olmadığı, her bir adımının gayrı meşru olduğu bir seçim sürecinde neredeyse bütün olarak sol, içinde Yeşil Sol da dâhil, bu CHP yedeği politikanın bir çözüm üreteceği, Erdoğan’ın gidip Kılıçdaroğlu’nun geleceği hayalini kitlelere ulaştırdı. 7 Haziran 2015 seçimleri unutuldu. 1 Kasım 2015 seçim süreci unutuldu. Bu ülkede, Saray rejimi koşullarında “demokratik seçim” olacağı vaat edildi. Buna inanmamız istendi. Ekmeleddin vakası, İnce vakası, Kılıçdaroğlu vakası ile tekrarlanmayacak sanıldı.
Biz Saray rejimi derken burjuva muhalefeti bunun dışında hiç tutmadık, tutmuyoruz. Saray rejimi, burjuva muhalefet ile bir bütündür. Birinin rolü işçi-emekçilere, halklara, kadınlara, öğrencilere saldırılarda pervasızlaşmakken, diğeri “devletin koruyucusu” olarak öfkeli kitlelere “evinizde bekleyin” demekle mükelleftir. Direnişçi güçler, seçimleri beklemeden mücadeleyi, direnişi büyütmeye odaklanmak, seçimleri de bu direniş hattını büyütmek için kullanabilir ve bu süreçten kazanımla çıkabilirdi. Bu fırsat kaçırılıp, burjuva muhalefete olan bu dayanaksız güven ile direniş hattının geliştirilmesi gündemi geriye düşürülmüştür. İkinci sonuç budur; kendi gücünü, solun gücünü CHP’nin arkasına çekerek “demokrasiye”, “sandığa” ve “seçimlere” manasız güven örgütlenmeye çalışıldı.
Üçüncü sonuç ise ‘3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na da uygun düşecek şekilde “yeni milliyetçiliğin” etkin gözükmesine dair zemin oluşturmasıdır.
Seçimler ile yaratılan hava, aynı zamanda savaş hazırlığı havasıdır. Milliyetçilikten vb. dem vurmalarının nedeni budur. Herkesin gördüğü, izlediği videolarda, yeşil pasaport meselesi anlatılmaktadır. TC devleti, Saray Rejimi, yeşil pasaportları, IŞİD’ci, İslamcı, Afgan vb. paramiliter güçlere dağıtmıştır. Bunlar, Ukrayna, Avrupa, Kafkaslar ve Suriye bölgelerine dağıtılmıştır. On binlerce paramiliter güçten söz edilmektedir. Bunlara 2 bin dolar maaş verilmektedir. Bu sadece TC devletinin değil, aynı zamanda CIA’nın ve NATO’nun operasyonudur. Tüm dünyada da milliyetçilik emperyalist paylaşım savaşının da gereklerine göre NATO eliyle yeniden örgütlenmektedir.
Ülke bir tetikçi olarak, emperyalist Batı adına savaşa hazırlanmaktadır.
Her savaş bir iç savaştır. Ülkemizde iç savaş zaten vardır.
Evet, bugün, solun büyük bir kesimi, kitlesel olarak sağa kaymıştır, gerçek durumdan kopmuştur, kendini kolay zafer vaatlerine inandırmıştır. Amiyane tabirle söyler isek, solun büyük bir kısmı Zafer Turizm’in otobüsüne binme çağrısını dâhi bertaraf edebilecek bağımsız hattı örememiş, “Yetmez ama Kemal”cilik bir çizgi olarak öne çıkmıştır. Dahası işçileri, emekçileri, gençleri, kadınları da buna inandırmak için canhıraş bir çaba sarf etmiştir.
Bu yeni bir engeldir.
Gelişecek toplumsal muhalefetin önünde solun bu sağa kayma hâli bir fren işlevini görecektir.
Şimdi, bu aynı sol, bir ayrışma yaşayacaktır.
Solun bir kesiminin, tıpkı İkinci Enternasyonal’in, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve süresince, kendi hükümetlerinin, kendi egemenlerinin savaş politikalarının yanında yer almış olması gibi, bugün de savaş yanlısı egemenlerin politikalarının yanında yer alacağı açıktır. Bunu bize, kitlelere, “vatanı savunmak”, “ulusal birliği ve ulusal çıkarları korumak” olarak sunacaklardır. Dün, Erdoğan’ın gitmesi birinci mesele idi ve CHP’nin kuyruğuna takıldılar. Biz devrimcileri, Erdoğan’a destek vermekle suçladılar. Oysa kendileri bu desteği vermiş oldular. Bugün de bize, egemenlerin savaş politikalarına, “vatanı korumak” adı ile destek vermeyi anlatacak, vatanın tehlikede olmasını birincil sorun olarak sunacaklardır.
Ama bir bölümü, elbette bu zehirli milliyetçiliği görecek ve tutum almaya yönelecektir. Bu, yeni ayrışma noktasıdır.
Toplamak gerekirse; demokrasi yalanının kitlelere kabul ettirilmesi, solun sağa kayışının adım adım gelişmesi ve NATO’nun savaş politikalarına uygun olarak örgütlenmeye çalışılan yeni milliyetçilik seçim sonuçlarında öne çıkan başlıklardandır.
Özeleştiri eylemle verilir. Bugün bastırılamayan bir direniş çizgisi kendini farklı biçimlerde ortaya koymaktadır. Deprem sürecinde örgütlenen dayanışmalar, irili ufaklı ancak yoğun işçi direnişleri, kadın hareketinin ısrarı, öğrenci hareketinin eylemli hattı, Kürt halkının iradelerine sahip çıkma iradesi devam etmektedir. Bu seçim sürecinin özeleştirisi önümüzdeki dönemde geliştirilecek toplumsal direniştir. Toplumsal direniş odaklarının birlikte mücadele yürüttüğü, seçim gündemini aşan, direnişleri birleştiren ve kitleselleştiren tarzda bir hareketi örgütlemek için birleşik bir emek cephesini kurmak için adımlar atmak, kurmak özeleştiri sürecinde kazandırıcı olacaktır.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Seçimlerden önce ya da sonra, uzunca bir süredir ülkemizde bir iç savaş gerçeği vardır. Saray rejimi bu savaş gerçeğinde AK Parti’siyle CHP’siyle, İYİ Parti’siyle, DEVA’sıyla bir bütündür. Erdoğan’ın adaylığı meşru mudur? Demirtaşların dokunulmazlığı salt AK Parti eliyle mi kaldırılmıştır? Özelleştirme saldırıları, neoliberal politikaların uygulanması, işçi-emekçilerin sofrasının daralması sadece AK Parti’nin ekonomi politikalarıyla mı özdeştir? Kadın düşmanı politikalara yol verenlerin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasında hiç mi payı yoktur? Depremde başımıza yıkılan binlerce evden bir tek AK Partili belediye başkanları, 5’li çetenin müteahhitleri mi sorumludur? Gezi iddianameleri sadece Erdoğan tarafından mı oluşturulmuştur? Sorulara verilecek samimi yanıtlar ve eklenebilecek onlarca soru tabloyu netleştirebilir.
Yağma-rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulu Saray rejimi bu gayrı meşru seçimlerin ve hileli sonuçlarının ardından işçi sınıfına, kadınlara, özgür bilimsel eğitim isteyenlere, Kürt halkına saldırılarını arttıracaktır. Bu onun gücünden kaynaklı değil, tam da güçsüzlüğünden kaynaklıdır. Saldırılar kendi çözülüşlerini durdurmak içindir. Saldırılara karşı savunma refleksiyle değil, depremdeki gibi, pandemideki gibi, yangınlardaki gibi geniş halk kitlelerinin kendi eylemlerinden güç alacağı bir hattı, birleşik bir şekilde örmek kazandırıcı olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki dönem sosyalist hareket rejimden gelen saldırılara değil, gelişecek toplumsal bir genel direnişe hazırlanmalı, bunu örgütlemelidir.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Öncelikle biz daha önce de ifade ettiğimiz gibi “sosyalist hareketin krizi”ne değil, kapitalizmin krizine ve onun çöküşüne dair eylemli bir hattı daha fazla öncelediğimizi söyleyebiliriz.
Kapitalist emperyalizm, dünya tekelci sistemi ciddi bir kriz içerisindedir. Sonuncusu 2008’de başlayan ve henüz etkileri silinmemiş krizin üzerine, pandemi vb. bir dizi gelişme yaşandı. 2008 krizi, sadece büyük bir “finansal kriz” değildir. Aslında finansal kriz olarak başlasa da daha derin bir krizdir ve tüm neoliberal politikaların çöküşünün de ifadesidir. Buna rağmen, emperyalist güçler, uluslararası tekeller yeni bir çıkış yolu geliştirebilmiş değildir. 2008 sonrası kapitalizmin bu krizinde Cezayir’den Sudan’a, Tahrir’den Taksim’e, Fransa’dan Yunanistan’a bir isyan dalgası dünyayı sarmış durumda idi, ilk isyan dalgasının ardından bugün yeni bir isyan dalgası dünyada iz bırakmaya başlamıştır. Kapitalizmin bu krizden çıkış için çözümü emperyalist paylaşım savaşını büyütmektir. Dolayısıyla burjuva egemenlik, hem daha çok kâr için ürettiği günlük politikalarda daha vahşi davranmaktadır hem de “tarif edilmiş”, “geleneksel” denilen davranış normlarını, kendi yasalarını bir kenara bırakmak zorunda kalmaktadır. Böylece, savaş hukuku, iç savaş hukuku öne çıkıyor.
Bu savaş geliştikçe, liberal sol, savaşı iç savaşa çevirme devrimci taktiğini etkisiz kılmak için erkenden harekete geçmiştir. Sol içinde çeşitli bahanelerle, “ulusal çıkar” vb. adı altında, kendi egemenlerini destekleme eğilimi, bir yeni milliyetçilik dalgası yaratılmak istenmektedir. Ülkemizde bu oldukça net olarak ortaya çıkmıştır. Seçimlerin amacı da budur. Seçimlerin sonucu bir savaş hazırlığına işaret etmektedir. Sol, bu açıdan “ulusalcı” bir milliyetçi çizgiye çekilmek istenmektedir.
Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde olduğu gibi, sol kesim, kendi burjuvazisinin, kendi egemeninin yanında saf tutmaya “davet” ediliyor. İkinci Enternasyonal’in büyük ihaneti, şimdi yeniden devreye sokuluyor. Bu bazen kendi egemenini, kendi ülkendeki devleti desteklemek tutumuna dönüşüyor, bazen de bir emperyalist güce karşılık, diğerinin emrine girme eğilimi olarak ortaya çıkıyor. Her ikisi de, işçi sınıfının davasına, sosyalizm ve özgürlük davasına, toplumsal kurtuluş davasına ihanettir.
İşçi sınıfı, kadınlar ve gençler, gerçek dünya barışına giden yolu, devrimin zaferinden, sosyalizmden, sınıfsız bir toplum mücadelesinden geçtiğini bilmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda da liberal solcular, dönekler, kendi devletlerinin safında yer almışlardı. Bugün artık, bu tutumun ne anlama geldiği biliniyor. Dünya devrim ve sosyalizm mücadelesinin tarihi, işçi ve emekçilerin almaları gereken tutum için, büyük derslerle doludur.
Bu kapsamda önümüzdeki dönem kapitalizmin geleceksizliğine karşı yığınların mücadeleye akacağı bir dönem olacaktır. Bu yığınların mücadelesi, onların toplumsal kurtuluşa odaklı genel bir direniş hattına doğru örgütlenmesi devrimci sosyalistlerin, sosyalist hareketin ana konusu olacaktır. Böylesi bir hattı örgütlemek kitleleri sandığa sıkıştırarak mümkün değildir.
Eğer bir krizden daha bahsedilecekse en büyük kriz sosyalist hareketin iktidarı istememesidir. Solun konuların muhatabı olmamak gibi bir krizi var. Mücadele ediyoruz ancak yaşanan süreci tersine çevirecek konum almaktan imtina ediyoruz. Önümüzdeki süreç işçi sınıfının iktidarı için mücadele eden güçlerin sokaktan güç alan; direnişleri yaygınlaştırma, kalıcı ve örgütlü hâle getirme ve iktidarı alma perspektifiyle yürüyen bir Birleşik Emek Cephesi’nde buluşması hem “milletvekili liste sırası” gibi daraltıcı hem de “sandıkla gidecekler” gibi mesnetsiz tartışmaları berraklaştırıcı bir adım olacaktır. İttifaklar, eylem birliktelikleri, birlikler adı ne olursa olsun geniş bir toplumsal direnişe hazırlanmalı, toplamsal direnişi örgütlemelidir.