“Bu seçimin kaybedeni, kitleleri “düzen-içi” çözümlere yönelten, düzen-dışı her tür politika ve taktiği küçümseyen ve dışlayan, “sandıkta değil, sokakta değiştireceğiz” diyenlere en çok saldıranlardır. Üstelik, “hileli-sopalı” seçimler için bile “tanımıyoruz” diyemiyorlar. Aksine normal bir seçimmiş gibi, “seçim sonuçları” üzerinden yorumlar yapıyor, yönetimi meşrulaştırıyorlar. Bu açıdan burjuva muhalefetten farklarının kalmadığını söyleyebiliriz”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Proleter Devrimci Duruş dergisinden Gülümser Seyitcemaloğlu ile. Seyitcemaloğlu seçim sürecinde devrimci güçlerin bir yenilgi yaşamadığını, yenilginin düzen içi muhalefete eklemlenen ve düzen dışı politikaları küçümseyen yapılarca yaşandığına işaret etti. Halkın da yenilenler arasında olmadığını ancak düzen içi çözümlere yönlendirenler tarafından aldatıldığını belirtti.
Seyitcemaloğlu 12 Eylül’den beri devrimci siyasetin adım adım tasfiye edildiğini söylerken devrimciler örgütü ve mücadele içinde kurulacak birliklerin esas alınacağı bir siyasal hattın önemine dikkat çekti.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
En başta “sosyalist hareketin seçim yenilgisi” tanımını doğru bulmadığımızı belirtelim. Kendilerine ne ad veriyor olursa olsunlar, CHP ve “Millet İttifakı”nı destekleyerek “yenilgi”den pay sahibi olanlar, “sosyalist” değil, reformist partilerdir. Bazı devrimci yapıların “seçim ittifakları” içinde yer alması, bu gerçeği değiştirmiyor. Baskın olan reformizmdir, onun ideolojik-siyasi çizgisidir.
Seçimlerden hemen sonra 29 Mayıs 2023 tarihinde kaleme aldığımız yazıda “Yenilen biz değiliz” dedik. “Yenilen burjuva muhalefetidir, onların peşine takılan reformist partilerdir.”
“Biz”le kastettiğimiz, “kurtuluş devrimde sosyalizmde” diyen komünistler ve tutarlı devrimciler değildir sadece. Esasında halk da yenilmedi, halk aldatıldı! Kendilerine “sol”, “sosyalist” diyen kesimler tarafından aldatıldı hem de.
Çözümün tek adresi olarak sandığı gösteren, yalnız CHP değildi. CHP bunu açıktan yapıyor. Reformist kesimler de genel olarak kitle mücadelesini en alt düzeye indiren ve kazanmayı seçimlere endeksleyen bir çizgi izliyorlar. Mesela 1 Mayıs’ı icazetli Maltepe meydanında kutluyorlar; CHP’nin seçimleri kazanacağını düşünerek “Seneye Taksim’deyiz” konuşmaları yapıyorlar; Taksim’in yıllar süren çatışmalı bir mücadele ile kazanıldığını unutturmaya çalışarak… Oysa AKP’nin seçimleri kaybetmesinin yolu, sokak eylemlerinin kararlı bir biçimde yükseltilmesinden geçiyor.
Bu seçimin kaybedeni, kitleleri “düzen-içi” çözümlere yönelten, düzen-dışı her tür politika ve taktiği küçümseyen ve dışlayan, “sandıkta değil, sokakta değiştireceğiz” diyenlere en çok saldıranlardır. Üstelik, “hileli-sopalı” seçimler için bile “tanımıyoruz” diyemiyorlar. Aksine normal bir seçimmiş gibi, “seçim sonuçları” üzerinden yorumlar yapıyor, yönetimi meşrulaştırıyorlar. Bu açıdan burjuva muhalefetten farklarının kalmadığını söyleyebiliriz.
Biz seçim sonuçlarını “veri” kabul edip onun üzerinden “sosyolojik-psikolojik” veya siyasi değerlendirme yapmayı reddediyoruz. Seçimlerin hile, manipülasyon, fiziki saldırı dahil her yolun mübah sayıldığı bir ortamda gerçekleştiğini kabul edip, ardından sonuçlar doğruymuş gibi analizler yapmak, kendi kendiyle çelişmektir. Ne yazık ki, birçok siyasi hareket bu çelişkiye düşüyor. Mesela Kürt kentlerinde HDP’nin oylarının silme MHP’ye yazıldığı örnekler anlatılıyor; ardından HDP’nin neden oy kaybettiği, TİP’in HDP’ye nasıl kaybettirdiği üzerine tartışmalar yürütülüyor. HDP’nin ne kadar oy aldığını bilmiyorken, bu yorum nasıl ve neyin üzerinden yapılabilir? Mesela son seçimde 6,7 milyon “fazla seçmen” (ölü seçmenler, “görev” kağıdıyla mükerrer oylar vb.) olduğu tespit edilmiş. Bu yaklaşık yüzde 10-12 oy yapıyor. Diğer tüm hile ve zor yöntemleri bir yana, AKP lehine yüzde 10 fazlalık bu kadar açık biçimde ortadayken, CHP’nin “neden kaybettiği” üzerine analizler öylesine anlamsız oluyor ki…
Öncesi bir yana Gezi sonrası seçimler, “kör kör parmağım gözüne” cinsinden hilelerle gerçekleşti. Bu sonuçları tanımamak, en azından protesto etmek gerekiyordu. Dahası, “Aynı koşullarda yapılacak seçimlere bir daha katılmayacağız” denmeliydi. “Aynı yolu izleyerek farklı sonuçlar ummak, ahmaklıktır” sözü çok sık söyleniyor fakat bu “ahmaklık” her seçim tekrarlanıyor. Ardından seçim sonrası bunlardan yakınılıyor, sözde özeleştiriler veriliyor; bir sonrakinde aynı şeyler yapılmaya devam ediyor.
Onun için sorun seçimlerle sınırlı değil. Genel bir ideolojik-siyasi tasfiye ve teslimiyet sözkonusudur. Tam da bu yüzden faşizme ve gericiliğe karşı mücadele, reformizme ve tasfiyeciliğe karşı mücadeleyle içiçe geçmek zorundadır. İdeolojik-siyasi yönlerine girilmeden gündelik-pratik konular üzerinden yürütülen polemiklerin bir faydası olmayacaktır.
Seçimlerle ilgili olarak da seçim öncesinde kimin ne söylediğine bakmak gerekir. Her siyasi akım, seçim politikasını ortaya koyup özeleştirisini ona göre vermelidir. Neyi-neden savunduğunu, nerede yanlış yaptığını, bunun altında yatan nedenleri sıralamadan özeleştiri yapılamaz. Ayrıca tüm sosyalistler aynı seçim taktiğini izliyormuş gibi toptancı bir yaklaşım, yenilginin gerçek sahiplerini aklamak olur.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Seçimlerin üzerinden iki ay geçti. Bu iki ay içinde yaşananlar ortada. Ekonomik-siyasi saldırı at başı gidiyor. Ardı arkası kesilmeyen zamlar ve artan vergilerle, işçi ve emekçiler için yaşam katlanılmaz hale geldi. Gazeteciler tutuklanıyor, bildiri dağıtan gençler gözaltına alınıyor, Cumartesi Anneleri başta olmak üzere her tür protesto eylemi saldırıya uğruyor. Akbelen’de orman katliamına direnenlere bile nasıl saldırdıklarını görüyoruz.
Erdoğan yönetiminin seçim sonrası neler yapacağını kestirmek için bunları yeniden yaşamak gerekmiyordu zaten. Buna rağmen -her seçim sonrasında olduğu gibi- “Erdoğan’ın yumuşayacağı” yönünde bir hava estirildi. Kabine değişikliği, ekonomi ve dış politikada farklı söylemler buna yoruldu. Bu “kendini ve kitleleri kandırma” hali sürekli yaşanıyor.
Erdoğan yönetiminin işçi ve emekçilere, devrimci, demokrat kesimlere saldırıları azalmak bir yana artarak sürecektir. Egemen sınıflar onca yıpranmışlığına rağmen Erdoğan’ı boş yere tercih etmedi. Kitlelerin artan beklentilerini bastırabilmek -hem de kriz koşullarında- burjuvazinin kârlarına halel gelmemesini sağlamak için, yeniden Erdoğan’la yürümeye karar verdiler. “Millet İttifakı”nın kitlelerde yarattığı beklenti, işlerinin çok daha zor olacağını gösteriyordu. Üstelik “Millet İttifakı” kitlelerin taleplerini karşılamadığı koşulda -ki öyle olacaktı- tepkiler daha hızlı yükselecek, “bunlarla da olmuyor” duygusuyla düzen-dışı, radikal eylemlerin önü açılacaktı. Erdoğan’ı dibine kadar kullanıp “at değiştirme”yi sonraya bıraktılar.
Seçim öncesi Erdoğan’ın bu kez gideceği düşüncesi hemen her kesimde baskındı. İç ve dış koşullar buna uygundu çünkü. Fakat içerde burjuva muhalefet, kitlesel tepkileri büyük oranda bastırdı. Daha önemlisi “sol”un neredeyse tüm kesimlerini kendine yedeklemeyi başardı. Bu egemenleri rahatlatan önemli bir faktör oldu. Diğer yandan Erdoğan, Rusya-Çin blokuna yaklaşarak elini güçlendirme, ABD ve AB’yi kendine mecbur kılma taktiğini başarıyla uyguladı. Gerek ekonomide gerekse dış politikada “yüz seksen derecelik” dönüşler yaparak, isteklerini yerine getirme sözü verdi. ABD ve AB de -Erdoğan’ın danışmanlarından Cüneyt Zapsu’nun yıllar önce söylediği gibi- “adamı süpürmeyip, kullanmaya” devam ettiler.
Erdoğan’ın içte ve dışta ittifakları değişebilir, ekonomide-siyasette birbirine zıt politikalar uygulayabilir; fakat işçi ve emekçilere, devrimci ve demokratlara saldırıda tutumu değişmez. O karşı devrimin has adamı olarak üzerine düşen görevi bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da yerine getirecektir.
Sonuçta yönetimin ne yapacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. Önemli olan bizim ne yapacağımızdır!
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Meselenin “bam teli” burası. “Ne yapmalı” sorusu, Lenin’in Çernişevki’nin “Nasıl Yapmalı” kitabından esinlenerek kaleme aldığı ünlü makalesinden (kitaba da adını vermiştir) bu yana, her kritik aşamada gündeme gelen temel sorudur.
Bu sorunun yanıtı için öncelikle “durum tahlili” doğru yapılmalı. “Sosyalist hareketin krizi” neredeyse bir klişe halini almış. Kime “sosyalist” denir, “sosyalist hareket” olmanın kriterleri nelerdir, es geçiliyor; kendine “sosyalist” diyen herkes sosyalist sayılıyor! Böyle olunca sözde sosyalist, gerçekte reformist, parlamentarist, tasfiyeci akımların yaşattıkları, “sosyalizmin krizi” olarak lanse ediliyor.
Sosyalizmin 90’lı yıllardan itibaren dünya ölçeğinde prestijinin sarsıldığı, devrimci ve komünist örgütlerin güç kaybettikleri doğrudur. Türkiye’de ise, ilk büyük kırılma 12 Eylül’de gerçekleşti. Tasfiyecilik ve mültecilik sadece pratikte yaşanmadı, teorize edildi. ‘90’larda bir toparlanma yaşandıysa da 12 Eylül’le doğru bir hesaplaşma yapılmadığından uzun süreli ve kalıcı olamadı. 2000’li yıllardan itibaren de sadece niceliksel değil, niteliksel bir düşüş ve gerileme söz konusudur. Öyle bir ideolojik savruluş yaşandı ki, Marksizm-Leninizm(ML)’in en temel ilkeleri unutuldu; geçmişte aşılmış teoriler, “yeni” denilerek parlatıldı. ML’den uzaklaşmaya paralel burjuva liberal görüşler ortalığı kapladı. Akademisyenler “teorisyen” muamelesi gördü, dergi sayfaları, paneller, seminerler onlara ayrıldı. Ve giderek devrimden kopuk bir “demokrasi mücadelesi”nden söz edilmeye, seçimlere endekslenmeye, geçmişte “burjuvazinin ahırı” denilen parlamentoya büyük önem atfedilmeye başlandı. Devrim fikri ve hedefi, adım adım terkedildi.
Bu durum güncel siyasette kendisini daha açık gösterdi. Bugün yaşadığımız ekonomik-siyasi baskıların tek sebebi Erdoğan’mış, Erdoğan gidip yerine Kılıçdaroğlu (ya da bir başkası) gelirse, sorunlarımız çözülecekmiş gibi bir söylem oluşturuldu. Kapitalizmin sömürü yasaları, burjuvazinin kar hırsı, emperyalist sistemin dayattığı tarım ya da savaş politikaları vb. hepsi bir kenara bırakıldı, “egemen sınıf”, “devlet”, “iktidar”, “sömürücü sistem” gibi kavramlar altüst edildi; kitlelere tek sorumlu (Erdoğan) ve çözüm için tek mücadele yöntemi, seçimler (sandığa sahip çıkmak) olarak gösterildi.
Oysa mesela Erdoğan kıdem tazminatını gasp edecek yasalar çıkarmak istiyorsa, TÜSİAD patronları bunu istediği içindir. Tarladaki ürün TMO tarafından satın alınmıyor, çürümeye ya da tüccara terkediliyor ve üreticinin iflası gerçekleştiriliyorsa; emperyalist tarım tekellerinin dayatmalarını karşılayabilmek içindir. Erdoğan gidip başkası geldiğinde de aynı dayatmalar, aynı sömürü politikaları devam edecektir. Bu nedenle, seçim takvimlerini takip etmeyi bırakıp, kitlelerin günlük mücadelesini örgütlemek ve bunu devrimin kaldıracı haline getirmek gerekir. Kiminle? Elbette bu mücadelede yan yana gelebildiğimiz her kesimle…
Parlamentarizm, reformizmin en uç halidir. Türkiye Devrimci Hareketi’nin ’71 kopuşu, asıl olarak parlamentarizmden kopuştur. Bu açıdan 50 yıl geriye gittiğimizi söyleyebiliriz. Deniz, Mahir, Kaypakkaya bu kopuşun önderleriydi. Bugün hala geçmişlerini bu önderlere dayandıran reformist partiler, parlamentarizm batağına batmış durumdalar. Leninist “parlamentodan yararlanma” taktiği ile parlamentoda çoğunluğu elde ederek düzeni değiştirme iddiası apayrı şeydir. Bir dönemler parlamenter yoldan “barışçıl devrim” teorisi vardı, günümüz parlamentaristleri onu bile söyleyemiyor. Devrimin lafzını etmekten dahi çekiniyorlar.
Bugün ayrışma devrimci kalanlarla düzen-içileşenler arasındadır; devrimci mücadeleyle parlamentarizm arasındadır. Eylem birlikleri veya ittifaklar da bu ayrışma üzerinden şekillenecektir. Aslolan devrim hedefiyle hareket edenlerin, mücadele içindeki birliğidir. Böylesi birlikler büyüdükçe, etki gücünü arttırdıkça, kitle mücadelesi yükselecek, devletin saldırıları püskürtülecektir.
Başa dönersek; Lenin “Ne Yapmalı” sorusuna asıl olarak “devrimciler örgütü” yanıtını veriyor. Bunun da illegal temelde inşa edilmesi gerektiğini söylüyor. Öncesinde birçok “okuma grubu”nun Çarlığın polisleri tarafından tutuklanmaktan kurtulamadığını, onun acısıyla “bana bir devrimciler örgütü verin, Rusya’yı yerinden oynatayım” dediklerini anlatıyor. Dönemin öne çıkan akımları ekonomizm ve narodnizmle mücadele ederek, Marksist grupları tek bir örgüt altında birleştirmeyi başarıyor.
Bugün de temel sorun “devrimciler örgütü”dür; onu geliştirme, etrafında devrimci birlikler oluşturma sorunudur. Bu da reformizmle, parlamentarizmle, tasfiyeci-teslimiyetçi görüşlerle mücadele içinde olacaktır.
Son olarak şunları ekleyelim. Reformizm, faşizmin “can simidi”dir. İşkenceci polislerin “papazlık-cellatlık” rolleri gibi, egemenler reformizmi ve faşizmi ihtiyaca göre kullanıyor. Komünist ve devrimci örgütlerin güçlendiği dönemlerde, kitlelerin devrime akışını durdurabilmek için reformistlerin önü açılıyor. Devrim tehdidi uzaklaştığında ise reformistleri de geriye çekiyorlar. Günümüzde yaşanan budur. Sosyal-demokrasi iyice sağa kaymış, reformistler “sosyal-demokrat”ların boşluğunu doldurmuştur. Son seçimlerde Kılıçdaroğlu’nun koşulsuz-şartsız desteklenmesi, faşistlerle yapılan ittifakın bile önemsenmemesi, gelinen noktayı göstermektedir.
Devrimci kesimleri dahi içine çeken parlamentarizm, düzen-içileşme, egemenlerin çok daha pervasız hareket etmesini sağlıyor. Öyle bir noktaya geldik ki, burjuva demokrasisinin temeli sayılan seçimler bile anlamsızlaştı. “Seçme ve seçilme hakkı” tamamen göstermelik bir hal aldı. Reformistler eliyle kitlelerin seçimlere ve parlamentoya umudu arttıkça, bu kurumlar eskisinden daha işlevsiz, önemsiz bir hale geldi. Paradoksal fakat kendi içinde mantığı olan bir gelişme bu. Ve sadece bize özgü değil. Dünya ölçeğinde böyle bir gerileme yaşanıyor.
“Devrimciler toplumun vicdanıdır” denir. Sadece vicdanı değil, en temel hakların koruyucusudur da. Bugün en küçük bir hakkın elde edilebilmesi için bile devrimci tarzda mücadele etmek gerekiyor. Latin Amerika’dan Avrupa’ya darbeyle veya seçimle işbaşına gelen “solcu-halkçı” yönetimlerin nasıl bir hayal kırıklığı yarattığını hep birlikte gördük. Devrimsiz halkçılık yapılamayacağı, teorik olmanın ötesinde somut bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Kim ne derse desin, “özgürlük, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için tek yol devrim!” Bu gerçeği ısrarla ifade etmek, devrimin güncelliğini, aynı zamanda zaruretini kitlelere anlatmak ve devrimi yeniden yükseltmek dışında, bu çemberi yarmak mümkün değil.