“14/28 Mayıs seçim sonuçları, bir siyasal çevrimin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Tüm muhalefeti “Erdoğan karşıtlığı” ve parlamenter sisteme dönüş asgari müştereği zemininde birleştirmeyi esas alan stratejik önerme duvara toslamıştır. Bize ait olmasa da sosyalist hareket ve toplumsal muhalefet güçleri üzerinde de mutlak hakimiyet kurmuş bu stratejik önermenin yenilgisi bizim de yenilgimizdir. Bu yenilgiden çıkış, ancak yanlış bayraklar altından çıkıp mevcut tüm namüsait şartlar içerisinde de olsa kendimize ait bir stratejik hipotezi şekillendirmeye başlamamızla mümkün hale gelecek”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz Foti Benlisoy ile.
Türkiye sosyalist hareketinde “yenilgi” tabirinin kullanılmaktan imtina edildiğini, böylece de yenilginin bir rutine dönüştüğünü vurgulayan Benlisoy, “Sosyalist hareketin siyasal müdahale kapasitesinin büyük oranda ortadan kalkmış olması gerçeğini, gerçekten var olan seçim hile ve usulsüzlükleri ve yine elbette hiç de azımsanmaması gereken baskı ve sindirme politikalarını öne sürerek geçiştiriyoruz” ifadelerini kullanıyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Bir hususun altını çizerek başlayayım: Türkiye sosyalist hareketinde “yenilgi” tabiri, onun muhtemel olumsuz, belki de dağıtıcı moral etkisi nedeniyle pek tutulmuyor. Yenilgiyi üstlenmek, yenilginin muhasebesini yapmak, yenilgiye devrimci biçimlerde uyarlanmak, dersler çıkarmak ve gerekirse baştan başlamak konularında fazlasıyla mütereddit davranıyoruz. İngiliz Marksist tarihçi Christopher Hill’in tabiriyle “yenilgi deneyiminden”, yani mağlubiyeti devrimci bir silkinişin, yenilenmenin müşevviği kılmaktan imtina ediyoruz. Hal böyle olunca da ters giden bir şeyleri değiştirmeye bir türlü elimiz gitmiyor, aynı şeyleri yapmanın farklı biçimlerde de olsa aynı yenilgiyi çağırdığını göremiyoruz. Böylece yenilgi, biz adını koymaksak da bir rutine dönüşüyor, bir yenilgi diğer bir yenilginin koşulu ve nedeni haline geliyor.
14-28 Mayıs seçimlerini kendi yenilgimiz olarak görmeyişimizin ardında böylesi bir zihin alışkanlığının ya da savunma refleksinin yattığını söylemek mümkün. Sosyalist hareketin genelinde olumsuz seçim sonuçlarının esas itibariyle düzen içi ya da burjuva muhalefetin yenilgisi olduğu zımni kabulü yaygın. Seçim sonrası yapılan çok sayıda değerlendirmede düzen içi muhalefetin eksikleri, hataları, sorunları çoğu zaman büyük bir isabetle ortaya konuluyor. Ancak sanki bu eksiklik, hata ve sorunlar bize de ait değilmiş gibi, biz de tam da bu eksiklik, hata ve sorunların peşinden sürüklenmemiş gibi yapabiliyoruz. Resmi “milli tarih” müfredatımıza atıfla, “müttefiklerimiz yenildiği için biz de yenik sayıldık” ifadesiyle özetlenebilecek bir halet-i ruhiye içerisindeyiz adeta.
Mesela düzen içi muhalefetin restorasyoncu iktisadi ve sosyal programının alt sınıflarda heyecan yaratmadığını, Cumhur İttifakı’nın tabanına etki edemediğini, düzen içi muhalefetin rejim karşıtı toplumsal tepkileri siyasallaştırmak bir yana onları pasifize ettiğini, muhalefet etmeyi pasif seçmen davranışına indirgeyerek toplumsal tepkileri soğurduğunu ve siyasal ataleti çoğalttığını falan gayet doğru bir biçimde ortaya koyabiliyoruz. Ancak iş sosyalist hareketin neden alt sınıfları seferber edemediği, Cumhur İttifakı’nın toplumsal tabanında neden küçük de olsa yarıklar açamadığı ya da rejim karşıtı toplumsal tepkilerin gelişip siyasallaşabileceği kanalları neden yaratamadığı gibi bahisleri mecbur kalmadıkça açmıyoruz. Açtığımızda da bu hususları seçim yenilgisiyle rabıtasız “iç meseleler” olarak görüyoruz.
Sosyalist hareketin siyasal müdahale kapasitesinin büyük oranda ortadan kalkmış olması gerçeğini, gerçekten var olan seçim hile ve usulsüzlükleri ve yine elbette hiç de azımsanmaması gereken baskı ve sindirme politikalarını öne sürerek geçiştiriyoruz. Çoğu zaman da “ama toplumun yarıya yakını bu kadar baskıya rağmen hâlâ rejime karşı” şeklindeki (yine belli bir gerçeklik payı olan) argümanda teselli arıyoruz. Oysa mevcut durumu bütün çıplaklığı ve acımasızlığıyla tarif etmek başlangıç noktamız olmalı: Bu topraklarda belki de son bir yüzyılın en büyük toplumsal kabarışlarından biri olan Gezi isyanından tam on yıl sonra sosyalist hareket burjuva muhalefetin fiili bir eklentisi konumuna sürüklenmiştir. Görünürde sosyalist hareketin örgütsel ve politik bağımsızlığına halel gelmemiş, bir likidasyon ya da yeni bir “separat” kararı falan alınmamıştır. Ancak fiiliyatta sosyalist hareket stratejik bağımsızlığını önemli ölçüde yitirmiş, düzen içi muhalefetin stratejik tercih ve inisiyatiflerinin ardında sürüklenen bir konuma düşmüştür.
Bu durum son seçimlerde bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Gerek Emek ve Özgürlük İttifakı’nı gerekse Sosyalist Güç Birliği’ni oluşturan güçler, seçimin merkezi mücadele sahasını oluşturan cumhurbaşkanlığı seçimini baştan düzen içi muhalefetin inisiyatifine terk etmiş, burjuva muhalefetin seçim stratejisine kimi (açıkçası) cılız itirazlarla da olsa onay vermiştir. Burjuva muhalefetin, tüm muhalif güçleri fiilen referandum niteliği kazanan bir seçimde parlamenter sisteme dönüş asgari müştereği temelinde birleştirmeyi hedefleyen bu stratejisi, 14 Mayıs’ta duvara toslamıştır. Hemen bir parantez açayım: Bu yönelimi benimsemediği iddiasında olan kimi sosyalist güçlerin fiili bir boykot ya da seçimi önemsizleştirme tutumu içerisinde olmasınınsa, seçime dönük sınırları belirli, somut ve anlaşılır bir politik tutum geliştirme görevinden firar etmek dışında hiçbir anlamı olmamıştır. Katılım oranının yüzde doksanlara vardığı bir seçime dönük yanlış da olsa bir siyasal tutum geliştirmenin, seçim yokmuş ya da önemsizmiş gibi davranmaktan çok daha sahici bir tavır olduğunu vurgulamak gerek.
Konumuza döneyim: Sosyalist güçlerin seçim sürecinde düzen içi muhalefetin tercih ve önceliklerine tabi olması, kendilerine daha baştan olası bir restorasyonun muhalefeti rolünü biçmeleri, sosyalistlerin yer aldığı ittifakların siyasal iddia ve söylemlerinin altını oymuştur. Düzen içi muhalefetin seçimi Erdoğan’ın oylandığı bir referanduma dönüştürme tercihi, sosyalistlerin seçim kampanyasının siyasal içeriğini zayıflatmış, siyasal söylemlerinin ayırt edici yanlarının törpülenmesine, Millet İttifakı’nın söylemleriyle ister istemez benzeşmesine, sosyalistlerin fiilen Millet İttifakı’nın bir eklentisi olarak algılanmasına yol açmıştır. Bu durum, sosyalist hareket ve Kürt özgürlük hareketi içerisinde zaman zaman farklı biçimlerle de olsa dillendirilmiş olan, mevcut siyasal bloklaşmayı bir başka, yani üçüncü bir blok inşası aracılığıyla yarma önermesinin daha baştan sandığa gömülmesi anlamını taşımıştır.
Dahası var: Zafer Partisi etrafında toplanan faşistler Millet İttifakı adayına desteklerini açıklamak için kendi ırkçı sayıklamalarını bir protokole bağlayabilmişken; sosyalistler birleşik muhalefet adayını şartsız ve koşulsuz desteklemeyi adeta bir erdem sayabilmiştir. Emek ve Özgürlük İttifakı ve Sosyalist Güç Birliği’nin Millet İttifakı adayının seçim kampanyası üzerinde etkisi son derece cılızken kendilerinden kat be kat küçük bir faşist oluşum, ikinci turda muhalefetin kampanyası üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmuştur.
Ancak sorun sadece seçimlerle, daha doğru bir deyişle, sosyalist hareketin seçim stratejisiyle alakalı hata ve eksikliklerden ibaret değil. Mesele, hiç değilse Adalet Yürüyüşü’nden itibaren sosyalist hareketin düzen içi muhalefetin siyasal hedef ve projeksiyonlarıyla arasına belirgin bir sınır çekmemesi, sosyalist ve dolayısıyla düzenden radikal bir kopuşa işaret eden bir “demokratikleşme” stratejisini gündeme getirmemesiydi. Bu zaaf elbette önemli ölçüde koşulların, somut güç ilişkilerinin, yani toplumsal muhalefetin özellikle 2015’ten itibaren aldığı darbelerin, işçi sınıfı hareketinin içerisinde bulunduğu namüsait şartların bir neticesiydi. Esas sorun, aradan geçen zaman içerisinde bu zaafı telafi etmeye dönük neredeyse hiçbir çabanın ortaya konamaması, sanki böyle bir sorun hiç yokmuş gibi davranılmasıydı.
Böylesi bir sosyalist “demokratikleşme” stratejisinin, yani otokratik rejimin nasıl, hangi toplumsal güçler ve siyasal ittifaklar aracılığıyla ve hangi koşullarda geriletilebileceğine dair alternatif bir (devrimci) stratejik hipotezin yokluğunda seçimde düzen içi muhalefete tabi kalmak neredeyse kaçınılmazdı. Dolayısıyla tartışma cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir “üçüncü adaylık” tartışmasına sıkıştırılmamalıdır. Yenilgimiz bundan, yani seçimde hayata geçirilen taktik yaklaşımların başarı ya da başarısızlığından çok daha büyük, çok daha kapsamlıdır. Sorun, uzunca bir süredir (zaten cılızlaşmış olan) sosyalist hareketin rejim sorununun “çözümünü” fiilen düzen içi muhalefete ihale etmiş olmasıdır. Sorun, sosyalist hareketin bir stratejik tutulma içerisinde olması, devrimci bir çıkış önerebilecek pratik ve daha da önemlisi düşünsel takate sahip olmamasıdır. Seçim yenilgisinin bizim de yenilgimiz olmasının nedeni budur ve bir özeleştiri yapılacaksa buradan başlanmalıdır.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
14/28 Mayıs seçimi, devletin kurumsal mimarisinin şefçi temelde yeniden yapılandırılmasıyla karakterize olan mevcut rejimin istikrar kazanması ve dahası düzen içi muhalefeti de kendi gereksinimleri doğrultusunda şekillendirmesi açısından ciddi bir imkân sağlamıştır. Düzen içi muhalefetin hâkim sınıflar içerisindeki yatay sınıf savaşlarını gözeten, mevcut rejimi mümkün kılan toplumsal ve siyasal güç dengelerini “yukarıda”, yani muktedirler nezdinde kırılmalar yaratarak elimine etmeyi gözeten stratejisi ciddi bir yenilgiye uğramıştır. Seçim öncesinde pekâlâ gerçekçi kabul edilen burjuva muhalefet önderliğinde bir restorasyon olasılığı, seçim sonrasında ciddi bir güç ve cazibe yitimine uğramış, kısa ve orta vadede gerçekçi bir seçenek olmaktan çıkmıştır. Dahası seçimden başarıyla çıkan rejim, ekonomi yönetimi ve dış ilişkiler gibi hâkim sınıfın farklı fraksiyonları için kritik alanlarda bir önceki dönemin “aşırılıklarını” kısmen de olsa törpüleyecek bir “kendi kendine restorasyon” sürecini işletebilecek kapasite ve esneklikte olduğunu göstermiştir.
Dolayısıyla her şeyden önce, rejimin (mesela ekonomi yönetiminde) kendi yarattığı sorunların altında kalacağına, kendi yarattığı çelişkilerin kurbanı olacağına ve böylece şu ya da bu krizi yönetemeyeceğine dair siyasal otomatizmden başka bir yere çıkmayan kestirimlerin bir kenara bırakılması lazım. Yürütmenin şefin bedeninde aşırı özerkleşmesi olarak tanımlanabilecek rejim, tam da bu nedenle muazzam bir siyasal esnekliğe sahiptir ve “normal” bir parlamenter hükümetin alamayıp devrileceği keskin virajları rahatlıkla katedebilme kabiliyetine sahiptir.
İkinci olarak, ana akım muhalefetin hâkim sınıf fraksiyonları ve devlet içi hizipler arasındaki çekişme ve ihtilafları rejime karşı kullanmaya, Erdoğancılığı bir tür karşı “transformizm” aracılığıyla “yukarıdan” bölmeye dayalı restorasyon girişimi ciddi bir yara almıştır. Düzen içi muhalefetin uzun erimli bir krize sürüklenmesi, bu durumun da rejime bu muhalefetten parçalar koparmak adına muazzam fırsatlar yaratması muhtemeldir. Rejim kendi “sadık” ya da “sorumlu” muhalefetini yaratmak için açığa çıkan bu imkânları sonuna kadar kullanacaktır.
Üçüncü ve son olarak, seçim sonuçları, rejimi ayakta tutan toplumsal güçler dengesinin ancak “aşağıdan” ihlal edilebileceğini göstermiştir. Hâkim parti AKP, özellikle emekçi ve yoksullar arasında güç kaybetmektedir. Ancak söz konusu kayıplar, şovenizm ve dinci reaksiyonerlik temelinde esas olarak Cumhur İttifakı zeminindeki başka partilere kanalize edilerek telafi edilebilmektedir. Sosyalist hareketin bu alana kendi stratejik öncelikleri temelinde müdahale edebilmesi, önümüzdeki dönemin siyasal gelişmeleri açısından belirleyici bir faktör olacaktır. Bu elbette kolay bir iş değildir. Bir yandan emekçi kitlelerin ekonomik ve sosyal çıkarları temelli bir “ekonomik/sosyal mücadele” ile şoven-dinci-otoriter fikirlerin geriletilmesini önüne koyan bir “siyasal mücadelenin” eş zamanlı olarak yürütülebilmesi gerekecektir. Aktüel gücü ne kadar cılız olursa olsun bu ikili görevi birbirine bakışımlı olarak yürütebilme, dolayısıyla mevcut rejimi mümkün kılmış toplumsal apati ve ataleti “aşağıda” dağıtabilme potansiyeli olan yegâne güç sosyalist harekettir. Yeter ki mevcut yenilgiyi, gereken dersleri çıkarabilmemiz için bir vesile haline getirebilelim.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Seçim yenilgisinden sosyalistler adına çıkartılması gereken temel ders, sosyalist hareketi düzen içi muhalefetin stratejik hedef ve önceliklerinin fiilen bir eklentisi haline getirmiş olan durumun sorgulanması ve değiştirilmesi gereğidir. Ana akım muhalefetin tüm “Erdoğan karşıtlarını” parlamenter sisteme dönüş asgari müştereğinde birleştirerek rejimi referandum niteliği taşıyacak bir seçimde alt etme stratejisi tuzla buz olmuştur. Siyasetin liderin oylandığı bir plebisite indirgenmesi, “oyunun” tam da rejimin avantajlı olduğu sahada kurulması anlamına gelmiştir. Buna karşın, seçim sonrasında ciddi bir itibar yitimine uğramış bu stratejinin, muhalefette sular durulur durulmaz ve yerel seçimler yaklaşırken (elbette başka, “seçilebilir” adaylar ve farklı söylemlerle) yeniden öne çıkması muhtemeldir. Kılıçdaroğlu daha şimdiden “altı değil, gerekirse on altılı masa” diyerek bunun işaretini vermektedir.
Sosyalist hareketin ve genel olarak toplumsal muhalefetin böylesi bir “birlik” hülyasına bir kez daha teslim olması ihtimaline şimdiden karşı çıkmak gerekiyor. Muhalif bir %48’in varlığıyla avunmak, rejim karşıtı siyasal stratejinin bir kez daha o güya hazır toplam üzerine kurulmasını önermek, siyaseti bir kez daha tam da şefçi rejimin isteği doğrultusunda bir plebisite dönüştürmek anlamını taşıyacak. Unutmayalım, Erdoğancılık nasıl birleşmesi gerekenleri (emekçiler) bölen, ayrışması gerekenleri birleştiren (emek ve sermaye) bir “birlik” üzerine temelleniyorsa düzen içi Erdoğan karşıtlığı da aynı temelde var oluyor. Böyle bir “birlik” artık aklımızın ucundan geçmemeli.
Ana akım burjuva muhalefetin rejim karşıtlığının demokratik içeriği sınırlıdır. Dahası alt sınıflar lehine bir sınıfsal/toplumsal muhtevaya da sahip değildir. Bu koşullar altında sosyalistlerin ve toplumsal muhalefetin ana akım muhalefetin bir tamamlayıcısı ya da eklentisi olarak hareket etmesi büyük bir hata olacak, emekçiler arasında bu olası iktidarın karakterine ilişkin yanılsamaları çoğaltmak anlamına gelecektir. Yapılması gereken, şefçi rejimle mücadeleyi emekçilerin yaşamsal sosyal ve demokratik talepleriyle, kadın hareketinin, LGBTİ+’ların kurtuluş hareketinin ve ekoyıkıcılığa karşı direnen ekolojik taban mücadelelerinin direnciyle bütünleştiren radikal ve ayrıksı bir muhalefet çizgisini belirginleştirmektir.
Sosyalist hareketin önüne koyması gereken hedef, siyasal istibdadı fabrikadaki sermaye istibdadıyla, evdeki patriyarkal istibdatla birlikte hedefine koyan ve üretim ve bölüşüm ilişkilerini yeniden siyasallaştıran, siyasal alanın konusu kılan “plebyen” bir istibdat karşıtlığının ayrıksı bir politik çizgi olarak örgütlenmesidir. Düzen içi muhalefeti oluşturan güçlerle somut siyasal sorunlarla alakalı bir araya gelişler, ortak tutum alışlar elbette mümkündür. Ancak bunlar somut bir konuya odaklı, son kullanma tarihi belli girişimler olarak kalmalı, fiili ya da resmi bir ittifak niteliği asla edinmemelidir. Sosyalist hareket sınıf temelli stratejik bağımsızlığını kıskançça savunmalı, rejime muhalefetini ayrıksı, emekçiler tarafından ayırt edilir bir eğilime dönüştürmelidir. Siyasal güç ilişkilerinin ancak toplumsal-sınıfsal güç ilişkilerinin değişmesiyle mümkün olabileceğini savunan, neoliberalizmin depolitize ettiği alanları siyasetin merkezine taşıyan “kızıl” (ve “yeşil” ve “mor” ve “gökkuşağı”) bir istibdat karşıtlığının olası toplumsal tabanı muhtemelen sandığımızdan geniştir.
Bütün eksiklerine ve “liste” tartışmaları nedeniyle Kürt hareketiyle oluşan ve acilen telafi edilmesi gereken karşılıklı kırgınlıklara karşın seçimde dikkate değer bir başarı elde eden Türkiye İşçi Partisi böylesi bir çizginin toplumsallaştırılması açısından kritik bir konumdadır. TİP, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın diğer bileşenleri ve diğer sosyalist güçlerle birlikte, şefçi rejim karşısında kuvvetler ayrılığı ya da parlamenter rejim savunusunun kendi başına yeterli olacağı zehabındaki “patrisyen istibdat karşıtlığının” sınırlarına ve yetersizliklerine işaret edebilir. Daha da önemlisi, saray rejimine karşı muhalefetin toplumsal-sınıfsal içeriğini derinleştiren güçlü bir rol oynayabilir. Eskilerin tabiriyle “demokratik görevlerle sosyalist görevlerin” belki de hiçbir zaman olmadığı kadar kaynaştığı bir devirde olduğumuzu bir an bile unutmamalıyız.
Bu elbette öyle kolayca başarılabilecek bir şey değil. İşçi sınıfının bir sınıf olarak siyasal alana müdahale etme kapasitesinin neoliberal karşı devrimle büyük ölçüde zaafa uğradığı bir çağda, otoriterizme karşı mücadelenin nasıl ve hangi yollarla gerçekleştirilmesi gerektiği büyük bir muamma. Üstelik bizatihi demokrasinin yaşadığı erozyonun müsebbibi de işçi sınıfının bir siyasal fail olarak sahneyi önemli ölçüde terk etmiş olması. Tam manasıyla bir kısır döngüyle karşı karşıyayız: İşçi sınıfının kendi kaderine sahip çıkma gücü tamir edilemediği müddetçe otoriter yuvarlanış derinleşecek, otoriterizm derinleştikçe de işçi sınıfının siyasal kapasitesi tahrip olmaya devam edecek.
Ancak unutmayalım, uluslararası sosyalist hareketin şekillenmesi ve kitleselleşmesinin iki ayrıksı tarihsel evresi de esas itibariyle otokratik/otoriter rejimlere karşı gerçekleşmişti. Almanya’da sosyal demokrasinin gelişiminin de Rusya’da Bolşevizmin ete kemiğe bürünmesinin de hep otokratik/mutlakçı rejimlere karşı mücadele içinde ve o mücadele aracılığıyla gerçekleştiğini sıklıkla unutuyoruz. Proletaryanın bütün düzen içi akım ve eğilimlerden ayrı ulusal çapta bir siyasal güç olarak örgütlenmesinin demokrasi mücadelesinin merkezinde yer aldığını unuttuğumuz gibi. Bir “dönek” olmadan önce Kautsky’yi de Lenin’i de birleştiren husus, proletaryanın otokratik bir rejimi yıkma kapasitesine sahip yegâne toplumsal güç olduğuna dair inançtı. Ruslar buna “demokratik devrimde proletarya hegemonyası” diyeceklerdi.
Dolayısıyla başlangıç noktamızın tam da bu olması gerekiyor. Yani proletaryanın Lassalle’in sözleriyle “bağımsız bir siyasal parti olarak örgütlenmesi” ve işçilerin eski tabirle bir “dördüncü zümre” haline getirilmesi, Rusya sosyal demokrasisinin efsanevi yayın organı Iskra’nın ifadesiyle, proletaryanın “bütün demokratik devrimci hareketin önderi işlevini” yerine getirmesidir. Eksiğimiz de hatamız da zaafımız da buradadır. İşçi sınıfı siyasetinin kimsenin kuyruğu olmayan, kendi hedefi, kendi siyaseti olan bağımsız bir siyasal eğilim olarak inşası. Bu eksiklik mevcut olduğu sürece sosyalist hareketin ne sınıf içerisinde kökleşmesi ne de rejim karşısında anlamlı bir odak haline gelmesi mümkün olabilecektir.
14/28 Mayıs seçim sonuçları, bir siyasal çevrimin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Tüm muhalefeti “Erdoğan karşıtlığı” ve parlamenter sisteme dönüş asgari müştereği zemininde birleştirmeyi esas alan stratejik önerme duvara toslamıştır. Bize ait olmasa da sosyalist hareket ve toplumsal muhalefet güçleri üzerinde de mutlak hakimiyet kurmuş bu stratejik önermenin yenilgisi bizim de yenilgimizdir. Bu yenilgiden çıkış, ancak yanlış bayraklar altından çıkıp mevcut tüm namüsait şartlar içerisinde de olsa kendimize ait bir stratejik hipotezi şekillendirmeye başlamamızla mümkün hale gelecek.