Politik çözümlerin var olan anlayış ve siyasal yaklaşımla çözümlenemeyeceği de aşikardır. Yeni bir toplumsal siyasetin inşa edilmesi ve farklılıkların eşitler olarak bunun yapıcısı olmaları gerekir
Var olan ırkçılık belli kesimlerle sınırlı olmayan, devletin yukarıdan aşağıya doğru icra etmiş olduğu ve toplumun büyük bir kesiminin de sahiplendiği bir devlet ırkçılığıdır. Din ve milliyetçiliğin birbirine eklemlenmesi ve birbirlerini yeniden inşa etmesi üzerinden yansıyan ırkçılığın ve bunun neden olduğu toplumsal tablonun yeni olmadığı da bilinen bir olgudur. Dolayısıyla ırkçılığın işlevi, yaşam alanını “yaşaması gerekenler” ile “ölmesi gerekenler” olarak ikiye ayırmaktadır. Böylelikle hangi hayatların korunacağı, hangilerinin ise daha “aşağı” yaşam biçimleri olduğu belirlenmiş olur. Devletin milliyetçilik ve ırkçılık üzerinden inşa etmiş olduğu Türklük ve milliyetçiliğe kanalize etmiş olduğu din ile tarihsel ve siyasal olarak hesaplaşmak gerekiyor. Birlikte yaşama zeminini ortadan kaldıran ve var olan siyasal şiddet ve ayrımcılığı rızaya dayalı olarak yeniden üreten dincilik, milliyetçilik ve ırkçılıkla hesaplaşmak Türkiye’deki zihinsel olarak sağlamlaştırılan putları yıkmak için bir girişim olur. Türk kimliği üzerinden birbirlerini yeniden inşa eden din ve milliyetçilik diğer farklılıkların aleyhine bir şiddet olarak yansımasını buluyor. Türklük her ne kadar devletin hakim kimliği olsa da bunun üzerinden yansıyan ırkçılık, ötekileştirme, şiddet ve uygulanan eşitsiz yaşam koşulları Türk kimliğinin yani Türklerin geleceğini de kolonize etmiş oluyor. Devletin diğer kimliklere karşı ortaya koyduğu politik tutum ve siyasal şiddeti aynı zamanda Türklüğün onaylayıcı ortaklığıyla gelişiyor. Şiddet karşı şiddeti doğuruyor. Bu karşılıklı şiddet sarmalı halkların geleceğini kolonize etmiş ve özgürlüklerini de ellerinden almış oluyor. Yaşanan toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik sorunlar aynı zamanda bu tablonun da bir sonucudur.
Türkiye’de büyük bir kesim nazarında son kertede tutum belirleyici olan Türklüktür. Türk kimliği üzerinden diğer kimliklerin sınırları ve varoluş koşulları belirlenmiş oluyor. Oysa Laclau’nun dikkat çektiği üzere hiçbir kültür, hiçbir kimlik tarafından tek başına belirlenemediği zaman, tikelin yaşam alanı olur. Tüm insanların özgürlüğünü savunan çok kültürlü toplumlar ve topluluklar, akılcı, entelektüel, siyasal ve kültürel farklılıklara karşılıklı saygı duyma temeline dayandıklarında tikelin yaşam alanı genişler ve özgürlüğü de böylece güvence altına alınmış olur.
Azınlıkların, dezavantajlı grupların, farklı dinsel veya dilsel grupların sadakatini sağlamanın en iyi yolu onlara saldırmak değil, aksine onları kabullenmek ve hatta bir çeşit federalizmle özyönetim taleplerini çözüme bağlamaktır. Yaşanan kültürel, siyasal, etnik veya dilsel sorunları “bölünme” ve “çözülme” olarak okumak kısır ve çarpıtma bir anlayıştır. Oysa böyle bir tablo birlikte yaşama koşullarını yeniden gözden geçirmek ve haksızlıkları gidermeye, eşitler olarak var olmaya bir çağrıdır.
Habermas’a göre insanların yaşadıkları ülkeyi sevmeleri o ülkenin taşı ve toprağının güzel olmasından değildir. Bir ülkenin anayasası o insanlara eşit hak ve özgürlükler sunduğu zaman, insanlar o ülkeyi severler. İnsanlar böylece milliyetçilik sebebiyle değil, anayasal yurtseverlik çerçevesinde bir arada yaşayabilirler. Çünkü milliyetçiliğin alternatifi anayasal yurtseverliktir. Habermas’ın da dikkat çektiği gibi insanları bir arada tutan öğe kültür değil, politik çözümlerdir. Hukuksal bir düzen, bütün yurttaşların özerkliğini aynı derecede koruduğunda yasalara uygundur. Yurttaşlar, ancak yasanın muhatapları, kendilerini aynı zamanda onun yapıcısı olarak görebilirlerse özerktirler. Oysa Kürtler veya diğer etnik farklılıklar kendilerini yasanın yapıcısı olarak görmüyorlar. Çünkü anayasa onları kendileri olarak kabul etmiyor. Farklılıklar eşitler olarak birlikte yaşamıyorlar. Tek kimlik yani Türk kimliği tarafından diğer kimlikler tahakküm altına alınmış ve buna göre tanımlanmışlar. Farklı kimliklerin hayat alanları ve gelecekleri de böylece kolonize edilmiştir. Oysa Habermas’a göre anayasal yurtseverliğin etik özü, bir alt-siyasal düzeyde etik olarak bütünlenmiş olan topluluklar karşısında yasal sistemin yansızlığını zedeleyemez. Tersine, çok kültürlü bir toplum içerisinde birlikte yaşayan farklı yaşam biçimlerinin çeşitliliğine ve bütünlüğüne olan duyarlılığı güçlendirmesi gerekir. İki bütünleşme düzeyi arsındaki farkı sürdürmek yaşamsal önemdedir. Eğer birbiri içine çökerlerse, çoğunluk kültürü devlet ayrıcalıklarını öteki kültürel yaşam biçimlerinin eşit hakları aleyhine gasp edecek ve onların karşılıklı tanınma istemlerini ihlal edecektir. Böylece bütünleşme yerine ayrışma, toplumsal, siyasal ve kültürel çatışmalar her yerde kendisini hissettirecektir.
Türkiye’de olan tam olarak budur. Bir kimliğin, bir kültürün (Türk kimliğinin) devlet tarafından egemen konumda tutulması ve diğerlerinin içine çökmesi, onları tahrip edip yaşam alanlarının dışına itmesi tecrübe edilen sosyo-politik bir olgudur. Var olan farklılıkların yalnızca kültürel haklara indirgenmesi ve bunun politik çözümlerinin oluşturulmaması da bu sorunun devam etmesine hizmet eder. Şuana kadar Kürt sorununu bir halkın temel siyasal, hukuki, kültürel ve sosyal gibi tüm hakları olan bir sorun olarak değil de bunu yalnızca bireylerin sorununa indirgemek veya bazı kültürel problemler olarak sunulması önemli bir siyasal çarpıtmadır.
Kürtler, devleti kendilerine ait hissetmediler çünkü devlet onları asli ve eşit vatandaşları olarak görmedi. Devletin Kürtlerle kurduğu ilişki genellikle şiddet üzerinden olmuştur. Devlet, Kürtleri hayatları yaşanmaya değmez hayatlar kategorisine dahil etmiş ve bütün şiddet ve hukuksuzluğunu buna göre icra etmiştir. Kürt kimliği ayrı bir halk olarak görülmedi. Kürt kimliği devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla da eksik ve yanlış bir şekilde biçimlendirildi ve bunun üzerinden tarihdışılaştırılmaya çalışıldı. Bu şekilde tanımlandı, kodlandı.
Bu açıdan bakıldığında, Charles Taylor’ın da dikkat çektiği üzere yanlış tanıma, gereken saygının gösterilmediğini belirtmekle kalmıyor. Bu durum acı verici bir yaranın açılmasına neden olarak kurbanlarını, sakatlayıcı bir biçimde, kendilerinden nefret ederek yaşamaya mahkûm ediyor. Varlıklarının hak ettikleri biçimde tanınması, insanlara gösterilmesi gereken saygının gereği olmakla kalmaz. Bu, can alıcı önem taşıyan bir insan gereksinmesidir. Bunun sonucunda, sözde adaletli olan ve farklılıkları görmezlikten gelen toplum, (kimlikleri bastırması nedeniyle) yalnızca insanlık dışı davranmakla kalmıyor, alttan alta işleyen ince ve bilinçdışı bir yolla, kendisi büyük ölçüde ayrım gözetici bir tutum içine girmiş oluyor.
Dikkat çekilmek istenen, tam da bu farklılıkların görmezden gelinerek, egemen kimliğin içinde eritilmeye çalışılan farklılıklar olduğudur. İnsanlardan ve toplumlardan beklenen, herkesin kendini biricik kılan özgün yanını da onaylayıp toplumda ona bir yer vererek, var olan herkesin evrensel bir kimliği olduğu kabulünü hak ettiği yere oturtmaktır. Eşitler arasında karşılıklı tanınma ve saygı duyma birarada yaşamanın olmazsa olmazıdır. Bu karşılıklı tanınma ve eşit haklar prensibi de yasal olarak güvenceye alınmış olur. Böylece bir arada yaşamanın ve çatışmaları ortadan kaldırmanın bir yolu olarak politik çözümler devreye girer.
Politik çözümlerin var olan anlayış ve siyasal yaklaşımla çözümlenemeyeceği de aşikardır. Yeni bir toplumsal siyasetin inşa edilmesi ve farklılıkların eşitler olarak bunun yapıcısı olmaları gerekir. Devletin, farklılıklara eşit yurttaşlar olarak yaklaşmaması ve yasanın ortak yapıcıları olarak onları görmemesinden kaynaklı Kürtler ve diğer farklı kimlikler devleti kendilerine ait hissetmediler. Şiddet ve ayrımcı uygulamalar üzerinden yansıyan devlet ve siyasal iktidar bu yaklaşımıyla birlikte yaşama zeminini tahrip etmiştir.
Dolayısıyla insanlar taşı ve toprağından dolayı bir ülkeyi sevmezler. Eşit yurttaşlar olarak görüldüklerinde, hakları anayasal güvenceye kavuşturulduğunda ve eşitler olarak kendilerini yasanın yapıcıları gördüklerinde o ülkeyi severler.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.