“Bir ‘yenilgi’den ve özeleştiriden söz edeceksek eğer, 14 Mayıs’tan çok gerilere doğru gitmemiz gerekiyor; çünkü “deneyip yenildiğimiz” bir şeyden değil, deneme kabiliyetimizin zayıflamasından söz ediyoruz. Bu topraklarda çok uzun süredir “gündelik” yaşıyor ve davranıyoruz ve bu yaşam/davranış biçimi açısından yapılarla bireyler arasındaki fark giderek azalıyor. Devrimci yapılar ‘insan hakları derneği’ ya da sendika düzeyine doğru indikçe, o yapıların bireylerinin konsantrasyonu da zayıflıyor”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz M. Ender Öndeş ile.
14-28 Mayıs sürecinin özel bir ‘yenilgi’ olarak tanımlanabileceğinden emin olmadığını söyleyen Öndeş, “Sol, bir stratejik yolu halka önermiş ama o yol yanlış olduğu ya da iyi anlatılamadığı için halk tarafından kabul edilmemiş değil. Somut yenilgi budur: Sen bir yol belirlersin ama bir şekilde o, hayatta karşılık bulmaz. Oysa son dört beş ayda yaşanan şey, daha çok sosyalistlerin de -belirlemek bir yana etkilemekten bile uzak olarak- içinde sürüklendiği bir ‘akış’ gibi” ifadelerini kullanıyor.
Öndeş, sosyalist solun önemli bölümünün, iktidar/devrim ufkunun zayıflamasına paralel olarak kendi temel nirengi noktalarından kopuk hareket ettiğinin, duruma göre içinde bulunduğu kabın şeklini alarak tutumlar belirlediğinin altını çiziyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
14-28 Mayıs sürecinin sosyalistler açısından özel bir ‘yenilgi’ olarak tanımlanabileceğinden pek emin değilim. Yani daha önce iyi durumdaymışız da seçim bizi mahvetmiş gibi değil durum. Sosyalist sol, epey uzun süredir işçi sınıfından, yoksullardan ve en önemlisi kendi yol ve güzergâhlarından kopuk, ilişkiler açısından kapalı devre, davranışlar açısından dış etkenlere sonuna kadar açık bir yaşam sürdürüyor. Yani sol, bir stratejik yolu halka önermiş ama o yol yanlış olduğu ya da iyi anlatılamadığı için halk tarafından kabul edilmemiş değil. Somut yenilgi budur: Sen bir yol belirlersin ama bir şekilde o, hayatta karşılık bulmaz. Oysa son dört beş ayda yaşanan şey, daha çok sosyalistlerin de -belirlemek bir yana etkilemekten bile uzak olarak- içinde sürüklendiği bir ‘akış’ gibi. Rotasını bizim belirlemediğimiz, buna karşın neredeyse bir yıllık periyotlarda yinelenen seçimler/referandumlar hengâmesi içinde ‘belki bir işe yarar’ diye eklemlendiğimiz bir akış. Ve hemen düzelteyim, son dört beş ay değil, çok uzun süredir devam eden bir sürüklenme bu.
Belleğimiz taze henüz; yakın tarihte, 60’lar, 70’ler boyunca ‘strateji’ kavramı, esas olarak aktüel ya da politik programa ilişkin bir anlam taşımazdı. Aynı anda ve daha çok bu kavram, devrimin yol haritası, yol boyunca izlenecek ana çizgi-rota anlamını taşırdı. Buna bağlı olarak ‘kitle çizgisi’ diye anılan alt-rota kavramları da vardı. Kimisi, önce şehirde şuna yaparım, sonra kıra geçerim derken, bir başkası genel grevler kent ayaklanmaları üzerinden başka bir yol çizerdi kendine ve evet, seçim de kimileri için bir stratejik yoldu. Bütün bu belirlemeler, sadece kullanılan araçları değil, örgütsel yapıların insan profilini, kurdukları ilişkilere bakışını ve daha birçok şeyi belirlerdi. Yol yürünürken önümüze çıkan aktüel durumlar da, bununla biçim alır, bu mihenk noktalarına göre değerlendirilirdi. Sol içindeki polemiklerle çok dalga geçerdik o zamanlar, eyvallah ama o polemikler de bugüne göre en azından daha ‘esasa ilişkin’di.
Ben esas olarak bu konuda uzun süredir ‘dağıldığımızı’ düşünüyorum. Evet, ahir zaman çok karışık, her şey eskisi kadar statik değil ve ‘ertelemeci’ anlayışlarla, “ben yolumda yürürüm, güncellik beni ırgalamaz” mantalitesiyle yürümek doğru değil, bu bağlamda yukarıda söylediklerim ‘arkaik’ de bulunabilir, bütün bunları biliyorum elbette ama sosyalist solun önemli bölümünün -hayır biz öyle değiliz diyenler dahil- uzun süredir, (iktidar/devrim ufkunun zayıflamasına paralel olarak) kendi temel nirengi noktalarından kopuk hareket ettiği, duruma göre içinde bulunduğu kabın şeklini alarak tutumlar belirlediği de bir gerçek. (Geçerken parantez açalım, son süreçte çok yakınılan ‘insan malzemesinin zayıflığı’ meselesi de bir ölçüde bununla ilgilidir. Çoğu kez ‘düzenden arınma’, ‘devrim davasına bağlanma’ gibi ahlaki telkinlerle çözmeye çalıştığımız bu sorunun da kökeninde, genel ufuk kaybının olduğunu düşünüyorum. O günlerde, tek bir cümleyle Türkiye’nin en iyi okulunu bırakıp ‘ihtiyaç duyulan yere’ intikal etmiş biri olarak kişisel deneyimimle söyleyebilirim ki, insanı kuvvetlendiren şey, yürüdüğü rotaya duyduğu güvendir.)
Özcesi, sosyalist solda uzun süredir devam eden bu ‘bağlam kaybı’ en ciddi sorunlardan biri olarak önümüzde duruyor ve bu, sözünü ettiğim ‘temel nirengi noktaları’nın, ‘stratejik çizgi’lerin doğruluğundan yanlışlığından bağımsız bir şey. Yani, X yapısı olarak Y tarihinde belirlemiş olduğunuz yol, bugünün gerçekliğine artık uymayabilir; tamam, o zaman oturur değiştirirsiniz onu ama yol ve bağlam yokluğu, başka bir şeydir.
Dolayısıyla bir ‘yenilgi’den ve özeleştiriden söz edeceksek eğer, 14 Mayıs’tan çok gerilere doğru gitmemiz gerekiyor; çünkü “deneyip yenildiğimiz” bir şeyden değil, deneme kabiliyetimizin zayıflamasından söz ediyoruz. Bu topraklarda çok uzun süredir “gündelik” yaşıyor ve davranıyoruz ve bu yaşam/davranış biçimi açısından yapılarla bireyler arasındaki fark giderek azalıyor. Devrimci yapılar ‘insan hakları derneği’ ya da sendika düzeyine doğru indikçe, o yapıların bireylerinin konsantrasyonu da zayıflıyor.
Ancak, öte yandan şu da var: 14-28 Mayıs süreci, şu çok bilinen “Almanya yenildiği için biz de yenilmiş olduk” meselesinde olduğu gibi, evet, bizim için de “yenilgi” anlamına geldi. “Biz demiştik” şerhini koyanlar da dahil olmak üzere, itiraf edelim ki, çoğumuz bu süreçten bir beklentiye sahiptik, bu beklentinin gerçekleşeceğini de düşünüyorduk. İktisadi verilere kafayı takan ama altta işleyen sosyolojiyi atlayan bir yaklaşımla AKP’nin toplumdaki köklerini küçümseyerek, birçoğumuz ‘bu defa’ bir şeylerin değişeceğini, Erdoğan’ın gidebileceğini, gidince bir ferahlama yaşanabileceğini ve bu ferahlıkta değişik imkânların önümüze çıkabileceğini düşündük. Politik açıklamalarımız, teorik yazılarımız ne olursa olsun, gerek toplam tutumumuzla, gerek tek tek vücut dilimizle insanlara bunu söyledik ya da ima ettik. Dolayısıyla kendimizi mevcut muhalefet cephesinden ayıramadığımız ölçüde (emekçi yığınlar bizim ‘farkımızı’ bilmek zorunda değil, daha doğrusu zaten halkın bunu bileceği yaygın bir ilişkiler zincirine de sahip değiliz) onun yaşadığı toplam ‘yenilgi’nin bir parçası olduk. Mahallemizin fırıncısı “yıkamadınız adamı” diyorsa eğer, ona “ama biz ayrıyız, şöyleyiz böyleyiz” demek çok anlam ifade etmiyor.
Toparlamaya çalışırsam eğer, evet bu bir ‘yenilgi’dir ama yeni bir ‘yenilgi’ değildir. Dolayısıyla özeleştiri ve muhasebe de salt son birkaç aylık süreci kapsayamaz. Daha sert ve daha derinlikli tartışmaları ve gerekirse kopuşları, gerekirse fesihleri ve sıfırdan başlama hamlelerini göze alabilen bir sürece ihtiyacımız var. ‘Solun bölünmesi’nden şikâyetimiz, kariyerizmle ve çürümeyle, birbirinden farksız olanların ayrı varlıklarını sürdürme inadıyla ilgilidir. Yoksa tarih bu konuda pozitif örneklerle de dolu; hatta denebilir ki, 20. yüzyıl boyunca dünyamız, çoğu kez kopuş hareketlerinin yüzü suyu hürmetine dönmüştür. Bu bağlamda, “daha fazla çalışmalıyız” cümlesi örneğin, artık bir anlam taşımaz; nasıl çalışılacağı sorusu çözülmedikçe salt bir “performans artırımı” problemi çözmeyecektir. Sonuç olarak, belki de bu musibette de bir hayır vardır ve bu kadar dipte olmanın bir itici gücü olabilecektir.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Muhtemelen asıl perde, iktidarın ufukta şimdiden görünen yerel seçim zaferinden sonra açılacak gibi görünüyor. ‘Şimdiden görünen’ diyorum, çünkü seçim kaybetmeyi bu kadar şehvetle arzulayan bir muhalefet, siyasi tarihte görülmüş değildir.
Ancak o perde açıldığında bugün olup bitenlerden daha farklı ve daha ağır ne olabilir, doğrusu bilmiyorum. Ulusalcı laiklerin içi rahatlasın diye şunu söyleyebilirim yalnız; şeriat filan gelmeyecek! Bugünkü ‘seyreltilmiş’, ‘asit düzeyi düşürülmüş’ şeriat düzeni gayet iyi gidiyor çünkü. Hem istediğin haltı yiyorsun, hem de din kartını hep masada tutuyorsun. AKP işin başından beri benim ‘tersine takiyye’ dediğim şeyi uyguluyor. Milyonlarca yoksula şeri düzlemden yaklaşırken (ekonomideki sadaka düzeni ve ‘seyyanen’ ücret artışları da buna dahil), bizzat kendisi ‘dünyevi’ hayatın dibine vuruyor. İki yeşilden birini, doları, kendisine ayırırken sarık ve takkeyi alttakilerin kafasına geçiriyor. (Konuyla ilgisiz görünebilir ama İstiklal Caddesi’nde ve sahillerde fink atan Katarlı ya da Suudi turistleri bir sorun bakalım, Türkiye’de şeriat olsun isterler mi? Neden istesinler? Bundan ala memleket mi olur? Hem Müslüman ülke hem de âlemlere akabiliyorsun!)
Genel düzeyde ise, yerel seçimi de kazanırsa eğer, AKP’nin muhalefette ve tek tek insanlarda şu anda var olan umutsuzluk ve yılgınlığı iyice pekiştirip yeni baskı yöntemleriyle kontrol altında tutmayı planladığını düşünüyorum. İyi yönetilen bir umutsuzluk, bir türlü baskıdan ve zulümden yeğdir onlar için. Bunun için, çok ekstra önlemler de almadan mevcut soluk aldırmama politikasını sürdürecektir. Epey uzun süre olmuş, Şubat 2000’de, Barikat dergisinde “Şiddetin konsantrasyonu ve kitle hareketinde yeni süreç” başlıklı bir yazı yazmıştım. (VPN üzerinden bakılabilir) Orada, özetle söylemeye çalıştığım şey, devletin “örgüt evine gaddarlık – barışçıl gösterilere lacivert duvar – düzeni zorlamayanlara temkinli hoşgörü” işleyişi üzerinden gittiğiydi. Zamanla değişti biraz tabii. “Örgüt evleri” neredeyse ortadan kayboldu ama Gezi gibi riskler arttı. Sonuçta, AKP, kitlelerdeki yılgınlığı, hiç soluk aldırmayan bir baskı temposuyla tahkim ederken, bu atmosferi değiştirmeyi deneyenlere de tam teşekküllü gaddarlık uygulamaktan geri durmayacaktır. Birçoğumuz için belki anlaşılmaz ve abartılı görünen Gezi cezalarının sebebi de muhtemelen budur. Söylentisi kendisinden büyük olan ‘paramiliter güçler’ tehdidi de aynı kategoride değerlendirilebilir. Örneğin zaman zaman hepimiz Erdoğan’ın bazı detaylarda bile neden hiç ama hiç esnemediğini düşünmüşüzdür. Mesela, İkizdere’den vazgeçse filan ne olur, sempati kazanır hatta gibi… Oysa Erdoğan’ın sorunu (ve ilkesi) tam da bu zaten. Hem Erdoğan, hem de tekelci burjuvazi, şunu çok iyi biliyor: İnsanlar, bir araya geldiklerinde, ne kadar çok ve güçlü olduklarını, böylece şu ya da bu konuda kazanabileceklerini görürler. Bu tehlikelidir. Bırakın mitingleri, festivaller bile tehlikelidir, çünkü çok olmanın güvenini tetikler. O yüzden esneklik gösterilirse büyüme potansiyeli olan her eylemin (Cumartesi Anneleri, kadınlar, Gezi anmaları, festivaller, vb.) üstüne çökmek altın kuraldır.
Elbette belli ayrımlarla… Mesela, son zamanlarda açlık-yoksulluk istatistikleri yayınlamayı en birinci faaliyet haline getiren klasik sendikalara bir miktar, bağımsız işçi direnişlerine başka bir miktar. İzinli 1 Mayıs’larda şu ya da bu pankart yüzünden biraz dayak ama Taksim ısrarcılarına sınırsız şiddet vb…
Kısacası, en sıradan görünen konularda da ağır bir şiddet temposunun süreceğini ama karamsarlığı dağıtmak isteyen, en azından bu potansiyeli taşıyan güçlere ve onların performansına tam bir gaddarlık uygulanacağını düşünüyorum.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Dediğim gibi, öncelikle sosyalist hareketin krizini öncelikle şu son üç-beş aylık süreçten bağımsız olarak değerlendirmek gerekiyor. Daha derin bir kriz kaynağı olarak aktüel olana teslim olma ve ‘bağlam kaybı’ sorununu çözmek, sosyalist hareketin kendi sağındaki güçlerle olan sınırlarını kalın çizgilerle belirlemek kesin ihtiyaçlar.
Bu, aynı zamanda sonuçları ağır da olsa bütün ‘ehlileştirilme’ hallerinin terki demek oluyor. Sözgelimi ‘korsan’ konusundaki bütün gelenek ve yeteneklerini yitirerek yasallıkla meşruluğu birbirine karıştıran solun yeniden kendini bulması, kadınların, LGBT+ hareketinin, son süreçte yaşanan bağımsız işçi direnişlerinin sendikalar yasasını aşan tavrının örnek alınması ve daha birçok şey bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yine bu bağlamda, örneğin 1 Mayıs’ı ruhsuzlaştıran anlayışın fiziki olarak da kaderine terk edilmesi ve illa Taksim de değil ama artık bir şekilde bu tahakkümü kıracak bir tarzın çeyrek kapasiteyle değil, tam kitlesel düzeyde benimsenmesi… (Geçmişte ne yaptığı, ne kadar yaptığından bağımsız olarak Devrimci 1 Mayıs Platformu’nun yaşadığı anlam kaybı, bu bağlamda üzücüdür.)
Bu, aslında, ‘iddiayı güçlendirme’ meselesi ve doğrudan ‘nasıl bir kadro’ sorusunun da yanıtını içeriyor. İnsanlara ahlaki düzeyden ‘düzenden arınma’ vaazları vermek yerine meydan okuyan, cüretkâr bir anlayışı ortaya koymak, ‘bir plana göre yüründüğü’ duygusunu güçlendirmek, en sıradan gözaltıdan sonra İHD kapısını aşındıran insanın yerine çektiği eziyeti mücadelesinin doğal sonucu olarak gören başka türden bir insanı inşa etmek anlamına gelecektir.
Öte yandan, sosyalist solun işçi sınıfına ve mahallelere dönüş konusunda da fiziki bir atılıma ihtiyacı olduğu da çok açık. ‘Fiziki atılım’dan tabii ki, kentin ‘sol’ merkezlerinin tümden terkini değil ama sosyalist hareketin kendi merkezini yoksulların yaşamı içinde inşa etmesini, artık sözünü oralardan söylemesini kastediyorum.
Ve benzeri şeyler…
Ancak, bundan sonrası, yani meselenin köklü çözümü konusu, açıkçası benim açımdan zorlayıcı bir konu. Hayatım boyunca kendi yapmadığı şeyleri başkalarına öneren/yaptıran insanlardan nefret ettim ve bu noktada, yaşım itibarıyla temkinli olmayı ahlaki bir davranış olarak görüyorum. Yine de, çok kısaca özetlersem eğer, ben, işçi sınıfı ve yoksullar arasında ‘karınca’ tarzıyla yapılacak ısrarlı bir çalışmanın önemine inanmakla birlikte, bu çalışmanın radikal müdahale biçimleri olmaksızın tek başına bugünkü durumu toparlamakta başarılı olacağı kanısında değilim. Son 20-30 yılda kötü örneklerle maalesef büyük bir itibar kaybına uğratılan radikal mücadele biçimlerinin, bu kez yeni bir etik anlayışıyla ortaya çıkıp güven sağlayıcı bir kutup yıldızı olarak varlığını inşa etmediği koşullarda, sabırla yürütülen bütün diğer saygın çabaların mevcut illüzyonu dağıtmakta zorlanacağını düşünüyorum. Naçizane görüşüm, mevcut yılgınlık koşullarında devrimci hareketin böyle bir ihtiyacının olduğudur.
Sonuç olarak, nereden ve hangi biçimlerle, hangi yoldan yürünürse yürünsün, sosyalist solun kendi sağındaki güçlerden ve onların çekim/yörünge alanından çıkarak sınıf içinde kendi mevzilerini inşa etmesi kesin bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.