“‘Yeter ki kitleselleşeyim, sistem içinde kendime hareket alanı açayım, gerisi önemli değil’ dercesine bir hafızasızlık ve ölçüsüzlük hali yaşanıyor. Giderek çap ve derinliğini büyüten bu erozyon, pragmatizmin çap ve derinliğini büyütürken, ilkelerde ısrar edenlere karşı hoyratlığın meşruiyetini arttırıyor. Bu durum, kolektif çaba gerektiren sorunların aşılmasını güçleştiriyor. Bundan dolayı dünyayı ülkeden, mücadeleyi de sandıktan ibaret görme; “Halk Meclislerini” unutup “Meclis” denilince sadece parlamentoyu anlama anlayışına yol açan bu erozyonla köklü bir hesaplaşma içine girmek de gerekmekte”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Devrimci Hareket dergisi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ediz Kankur’la. Kankur, 14-28 Mayıs seçimlerinin esasen iki sermaye fraksiyonu arasında yaşandığını ve sosyalistlerin gerçek manada bir taraf olmadığından yenilgi analizinde abartılı yorumlara kaçmamak gerektiğini ifade ediyor. Sosyalistlerin rolünün sandıkla sınırlanamayacağını ifade eden Kankur, özeleştirel sürecin de başlangıç noktasının seçim sonuçları olamayacağının altını çiziyor.
Kankur seçim sürecinde ortaya çıkan ve sandık dışındaki mücadele alanlarını yok sayan anlayışın terk edilmesi gerektiğini ifade ederken işçi sınıfının düşmanları açısından asıl panzehirin halkı özneleştirecek bir siyasal hatta aranması gerektiğini ekliyor. Kankur bu arayış sürecinin ‘Meclis’ denince sadece parlamentoyu akla getiren, ‘Halk Meclisleri’ni unutan erozyonla da köklü bir hesaplaşma süreci olarak yaşanması gerektiğini vurguluyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Evet AKP’nin 21 yıllık iktidarının çeşitli açılardan yıkımını yaşamış halk kesimleri açısından seçim sonuçları moral bozucu olmuş, bir yenilgi atmosferi oluşmuştur. Ancak bu tanımı sosyalist hareketin bütünü açısından yapmak, çeşitli açılardan haksızlık olur. Bu, bir yanıyla da tek tek her yapının seçimlere yüklediği anlamla ilintilidir. Seçim öncesinde yüksek tutulan beklenti ve seçimlere yüklenen abartılı anlam, seçim sonuçları karşısında etkilenme oranını artırmış ve yanlış sonuçlar çıkarmayı beraberinde getirmiştir.
Daha da önemlisi, insanlığın geçtiği en önemli duraklardan biri olan pandemi süreci, dünya ölçeğindeki hegemonya ve paylaşım savaşını hızlandırıp boyutlandırırken, çelişmeleri derinleştirmiş; krizi ekonomik, sosyal ve siyasal açılardan derinleştirmiştir. Bu süreci fırsata çeviren emperyalist tekeller, siyasal mekanizmalarla aradaki görece açıyı kapatırken bütünleştikleri devletler eliyle hayatın ve dünyanın her alanına müdahale eder hale geldi. Pandemi günlerinde de altını çizerek dikkat çektiğimiz gibi eğer seçime endeksli ittifaklar yerine, ezilen kesimlerin çapının çeşitlenerek büyümesini hesaba katan bir perspektifle birleşik mücadele (dolayısıyla da ittifaklar) geliştirilebilseydi seçimler dahil bugün farklı bir yerde olunabilirdi.
Sorunuza bağlı olarak söylemek gerekirse; daha önce seçime dair yaptığımız değerlendirmelerde de ayrıntılı biçimde belirttiğimiz gibi iki sermaye kesiminin tercihleri üzerinden bir saflaşma yaşanmıştır. Sosyalistlerin, sermaye kesimleri arasındaki çelişmeden yararlanmayı düşünmeleri, sonuçtan doğrudan sorumlu tutulmalarını gerektirmez. Böyle bir seçimde yenilgiden söz edilecek olursa bu, sosyalistlerin değil, sermayenin bir kesiminin yenilgisidir. Kaldı ki kazançla sonuçlanmayan her durumda bir “yenilgi” tanımı yapmak zorlama olmaktadır.
Sosyalistlerin sürece dahli, oy kullanması vb. kimi yanılgılı duruşları bir tarafa bırakacak olursak, bir eşiğin aşılmasından, taktiksel bir adımdan öte büyük anlamlar taşımıyor. Taktiksel olarak Erdoğan’ın “gönderilmesi” olasılığına destek olunurken, Kılıçdaroğlu’nun programının desteklenmediği, burada programatik bir örtüşme yaşanmadığı net olarak vurgulanmıştı. Süreçte eksik kalınan noktalar mutlaka olmuştur ancak bir “yenilginin” olduğu gibi bir özeleştirinin de doğrudan sandıkla ilişkili biçimde kurulması “dar pratikçi” bir duruşun zorlama ifadesi olacaktır.
Unutmamak gerekir ki yenilgi abartıldığında sonuçları da abartılı/ağır yaşanmaktadır. Bugün muhalif/ezilen kesimlerde zaten bir çeşit çaresizlik hali yaşanıyor.
Ekonomik krizin, hayat pahalılığının, yoksulluğun ve işsizliğin bir kıskaca dönüştüğü, insanların nefes alma kanallarının tıkandığı bir süreçte, AKP’li 20 yılın biriktirdiği muazzam öfke, değişim ve arayış dinamiği, yol gösterici örgütlü öznelerin büyük çoğunluğu tarafından el birliği ile seçime yönlendirildi. Bu seçime odaklanma ve sandığı tek çare olarak görme eğilimi, en az bir yıldır, muhalif dinamikleri sokaktan uzaklaştırmış ve her türlü saldırının, hak gaspının ve yıkıcı/yoksullaştırıcı adımın karşısında seyirci durumuna düşürdü. Bir an önce sandığın tek mücadele alanı olmadığı ve burjuva siyaset zemini dışında, bizzat yaşam alanlarının içinde yapılacak çok şey olduğu anlatılamadığı oranda süreç zincirleme kayıpları, atalet ve edilgenlik bağlamında bir çeşit teslimiyeti beraberinde getirecektir.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
14-28 Mayıs seçimlerinin sonuçları AKP iktidarının daha saldırgan/cüretkar ve sermaye programlarında ısrarlı davranma şansını artıracaktır. Ancak küresel ekonomi politik, halkların örgütlü mücadelesi olmadan sürecin başka türlü gelişmeyeceğini gösteriyor. Bu, dünya ölçeğinde yaşanan sağcılaşmadan ve sermayenin ölçüsüz saldırganlığından kopuk değildir. Burjuva siyaset, dünyadaki örneklerinde olduğu gibi potansiyel tüm kötülüklerinin açığa çıktığı bir süreçten geçiyor. Aynı zamanda aktörlerin birbirinin muadili haline geldiğini ve halklar adına bu zeminde çıkış kalmadığını da gösteren gelişmeler yaşanıyor. Yeni bir paylaşım savaşının döneme uygun enstrümanlar ve lokal çatışmalar biçiminde de olsa yaşandığı bu süreçte saldırı, sömürü ve hak gaspları oranında artış beklenmelidir.
Önemli olan muhalif kesimlerin ve örgütlü devrimci yapıların seçim kısır döngüsünün dışına çıkıp siyasi gerçekleri açıklama ve yol gösterme rolünü ısrarla yerine getirmesidir. AKP’nin 21 yılının ardından kurumsal tasfiye ve dönüşümler, emperyalizmle bütünleşme, özelleştirme ve sermaye hakimiyeti yönünde atılan adımlar, dinselleştirme, piyasalaştırma vb. sadece seçimle ortadan kaldırılamayacak türden sorunlardı, seçimlerden sonra da bu gerçek değişmedi. Dolayısıyla devrimcilerin buradaki rolü, sandıkla ölçülemez, seçimle sınırlanamaz. Bu nedenle biz, seçimlerden önce belirttiğimiz gibi bugün yine önümüzdeki süreci “Sandık yetmez faşizmi sokakta yeneceğiz” öngörüsüyle örgütleyecek, kavganın muhtemel tüm gereklerine hazır olmak için mücadele edeceğiz.
Seçim öncesinde yaptığımız açıklamada “Bugün artık insan kendi yanılgısını, kendi tembelliğini, kendi umutsuzluğunu ve mutsuzluğunu üretiyor” demiştik. Gerek bu duruma düşmemek gerekse kendi umudunu büyütüp başkasına da umut olmak için yolumuz belli; çaresiz değiliz, yeter ki hayata ve kavgaya küsmeyelim. Doğru yerde saf tutanlar, sınıf karşıtlarına öykünmeyenler ve reel politiğe teslim olmayanlar için yapacak çok şey var.
Daha önce de söylediğimiz gibi devrimci sol güçler hızla karar vermelidir: Günü mü kurtaracağız, yoksa geleceği fethe mi çıkacağız? Kolaya mı kaçacağız, yoksa zoru mu başaracağız? Ehvenişeri tercih edip azla mı yetineceğiz, yoksa “kırıntı değil, dünyayı istiyoruz” diyenlerden mi olacağız? Özetle; savaş denince, yalnızca sıcak savaşı mı anlayacağız, yoksa sınıf savaşını da mı? Barış denince mücadelesizliği mi anlayacağız, yoksa Lenin’in dediği gibi barış çağrısına doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşlik etmesi gerektiğini mi? Bu sorulara verilecek doğru yanıt, aynı zamanda nerede olunması ve ne yapılması gerektiğinin yanıtıdır.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Sosyalist hareketin yüzyıllara yayılan muazzam birikimi, alternatifin nerede aranması gerektiğine ve çözüm potansiyellerine dair önemli ipuçları barındırıyor. Bir yenilenme/güncellenme ihtiyacı olsa da bu, Marksizmin temel tezleri içinde kalınarak yapılmalıdır. Dünyada kapsam büyüten ve çeşitlenen saldırganlık, ezilenlerin niceliğini ve çeşitliliğini artırırken söz konusu toplamı kapsayan ittifak anlayışına ve araç zenginliğine olan ihtiyacı büyütmüştür.
Seçim sürecinde ortaya çıkan ve sandık dışındaki mücadele alanlarını/pratiklerini yok sayan darlaştırıcı anlayış bir an önce aşılmalı, bu zengin toplam içinde hem maya hem pusula rolü oynayan örgütlü öznelerle sürece müdahale edilmelidir.
“Sol birlik” ve “ittifak” meselesine gelince, seçim sürecindeki deneyim, birikimleri reel politiğe feda eden öznel hesapların ve pragmatizmin kimi yapılar için aşılamadığını gösterdi ve sonuçta yaşananlar, “ne yapmamak gerektiğinin” pratiği oldu. Bu dar ufuklu, sığ ve özgüvensiz duruştan bir an önce çıkılmalı; kolektif üretimlere, güç ve eylem birliklerine imkân veren, üretken/yaratıcı bir hat izlenmelidir.
Daha önce de çeşitli vesilelerle söylediğimiz gibi salt seçim bağlamlı da olsa tartışılacak çok konu var; kaldı ki solun bugünkü durumu seçimleri çokça aşan bir tartışma/değerlendirme gerektiriyor. Ceketin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi gibi zincirleme sorunlar ve gerçeklikten kopuk beklentiler yaşandı, yanlış değerlendirmeler yapıldı ve hala yapılıyor.
Bir taraftan dünya 100 yılda bir rastlanabilecek türden çok özgün bir süreçten geçiyor ve sol, bırakalım tarihsel rolünü oynamayı giderek sosyal demokratlaşıyor, hatta “solculuk oyunu” oynayanlar bile var.
Elbette tartışacağız, konuşacağız ama öncelikle sürecin boyutunu, sorunların kapsam ve çeşitliliğini görüp bir sadeleştirme, bir öncelik sırlaması yapmak gerekiyor.
Seçime atfedilen büyük önem veya yanlış anlam, bugünkü tartışmaların da yanlış bir seyir içinde olmasına sebep oluyor. Birileri günü kurtarmak ve başarılıymış gibi görünmek için başarının tanımını değiştirdi diye sınıflar mücadelesi gerçekliği değişmiyor.
Tabii ki söz konusu olan bilinemezcilik veya çözümsüzlük değildir. Ama pek çok parametre iç içe geçmiş durumda; gündemin ne olduğu sorusu bile bir farklılık ve tartışma sebebi. Bugün neyi konuşalım; neleri tartışalım, nereden başlayalım desek bir yığın farklı düşünce çıkar. Bu nedenle önce neyin nasıl konuşulacağına dair bir sadeleştirmeye ihtiyaç var.
Günün acil ihtiyaçları için de devrimsel dönüşümler için de örgütlü toplum büyük önem taşıyor. Bunun için azami program ufkuyla biçimlenmiş parti veya örgütler yetmez. Halkın bizzat katılımına imkân tanıyan örgütlülükler gerekiyor. Sınıf karşıtlarımızın askeri ve kültürel, direkt veya dolaylı bir yığın aracı vardır. Ehlileştirmeye de asimilasyona da geçmişte olduğu gibi tedip, tenkil ve tehcire de başvuruyorlar. Daha da önemlisi geçmişten ve birbirinin pratiklerinden öğrenip ihtiyaca bağlı araç ve yöntem geliştiriyorlar. Bunun panzehiri halkın özne olarak direnci büyütmesini ve alternatifi örgütlemesini yani sözün, yetkinin ve kararın kendisinde olmasını sağlamaktır. Bizlerin temel niteliklerinden biri bugünle gelecek, niceliksel olanla niteliksel olan, günübirlik kazanımlarla köklü dönüşüm arasındaki bağı görebilmek ve her an stratejik ufukla hareket etmektir. Halka siyasi gerçekleri açıklamak, saf tutmak ve saf çoğaltmak için tablonun bütünüyle netleşmesini beklemek gerekmiyor. Bugün de yarın da yapacak çok şey var.
Problem şu ki Millet İttifakı zaten programı itibari ile bir seçenek değildi. İşin bu boyutu şaşırtıcı biçimde ve yaygınlıkta yanlış tartışılıyor. Aslında en az seçim kaybedilmesi kadar önemli ve üzerinde durulması gereken sorunlardan biri de insanların gerçek çözümden neden bu denli uzak olduğudur. Sol, sanki ilkeli, disiplinli, uzun vade gerektiren “zahmetli” yol ve yöntemlerden bıkmış gibi bilerek ve isteyerek 50-60 yıllık geleneklerini, pratiğin içinden süzülmüş ve önerme haline gelmiş doğrularını yok sayıyor. “Yeter ki kitleselleşeyim, sistem içinde kendime hareket alanı açayım, gerisi önemli değil” dercesine bir hafızasızlık ve ölçüsüzlük hali yaşanıyor. Giderek çap ve derinliğini büyüten bu erozyon, pragmatizmin çap ve derinliğini büyütürken, ilkelerde ısrar edenlere karşı hoyratlığın meşruiyetini attırıyor. Bu durum, kolektif çaba gerektiren sorunların aşılmasını güçleştiriyor. Bundan dolayı dünyayı ülkeden, mücadeleyi de sandıktan ibaret görme; “Halk Meclislerini” unutup “Meclis” denilince sadece parlamentoyu anlama anlayışına yol açan bu erozyonla köklü bir hesaplaşma içine girmek de gerekmekte.
Biz yine de tüm bu olumsuz tabloya rağmen, siz dostlarımızın bu çabası gibi geliştirilecek kolektif zemin ve arayışlarla bugünkü sıkışmanın ve yanılgılı tablonun aşılacağına inanıyoruz.