“Türk’üm diyemez olduk” parodi celallenmesi ya da pseudo-mağduriyeti aşikâr ki Türk’ün ya da kendini Türk olarak tanımlayan herhangi bir yurttaşımızın kendine “Türk’üm” diyememesinden kaynaklanmıyor. Bu safsatanın beslendiği kaynak sadece ve sadece birilerinin kendini Türk dışında kimliklerle tanımlayabiliyor oluşudur
Çözülememiş, çatışma dinamiğini koruyan, her daim sıcak konuların etrafında döne döne tartışılması gayet olağan. Türklük, milliyetçilik, kimlik meselesi, ulus olmak gibi tartışma başlıkları da bunlardan biri. Bunlar, bizden çok önce de gündemdi, bugün de gündemdir, yarın da gündem olacak.
Literatür geliştikçe, her konu gibi bu mesele üzerinde de bir doyma noktası muhakkak vâki olacaktır ama henüz oraya gelinmediğini tespit ediyoruz.
Çözümü yakın ufukta, düzenin olabilecek en geniş ya da en dar sınırları içinde dâhi görünmeyen bir Kürt sorunu ortadadır, dolayısıyla Türklük sorunu da hayatın bir parçası olarak varlığını sürdürecek.
Meseleyi ele alışta, daha en başta, hâkim sınıfların kimlik kurgusunda bir metodoloji sorunu bir çarpıklık, çelişki olarak göze çarpıyor. “Türk”ün etnik değil, vatandaşlık bağıyla ilgili olduğunu söyleyen aynı ağızlar, bir Orta Asya mitini de ülkedeki millet varlığının tümüne şâmil bir olgu olarak işliyorlar mesela.
Kürt, Laz, Gürcü gibi yerli ve Çerkes, Boşnak, Arnavut gibi Osmanlı bakiyesi göçmen unsurlara onlarla hiçbir ilintisi olmayan Göktürklük, Hunluk ortak atalar olarak sunuluyor. Ya da “soydaş” denilince Güney Kürdistan’daki Kürtler ya da Gürcistan’ın batısındaki Megreller, kültürel haritamızdaki Ermeniler, Rumlar, Süryaniler değil de Doğu Türkistan’daki Uygurlar, Sibirya’daki Yakutlar geliyor.
“Soydaşlık” açıkça ırkî bir tahayyül olduğuna göre ve devlet tarafından güçlü bir biçimde dolaşımdaki yerini muhafaza ettiğine göre Türklük fikrini salt vatandaşlık icabı inşa edilen bir kimlik, “hayalî cemaat” olarak ele almak mümkün olamayacaktır.
Bu tip ırksal göndermeler olmasa dâhi Türklük üzerinden -en azından büyük Kürt nüfusu sebebiyle- yine sorun yaşanacağı açıktı ama gerçekten sadece vatandaşlık tanımı ihtiyacı gereği böyle bir ada “mecburen” gerek görülmüş olsaydı devletin ve milliyetçiliğin eli daha güçlü olurdu.
Ve “biz”e “Türk” denilecek olmasının da kuşkusuz güçlü bir dayanağı vardır, tarihsel/siyasal olarak bu inkâr edilemez. “Türk” ismi, bunun bu topraklar için kullanımı cumhuriyetle birlikte bir anda peyda olmadı, bin yıllık bir geçmişi var. Hatta başlangıçta bir süre bu “toparlayıcı” ad siyasal söylemde “Rum”du. Zamanla, önce daha çok Batı tarafından, sonra yerel jargonda da Türk yerleşti. Türk ile Müslüman aynı anlama gelmeye başladı, bu Osmanlı olmakla da iç içe geçti. Hangi milletten gelirse gelsin en azından seçkinler Osmanlı’ydı, dolayısıyla da bir biçimde Türk’tüler de. Milliyetçilikler çağında da milletin adı için “Türk”ün icadı bir sürpriz değildi.
Elbette bir imparatorluktan söz ettiğimiz için bu mesele üzerinde de birçok çatışma cereyan etti, biliniyor. Lâkin “Osmanlı” ya da “Müslüman” yerine “Türk”ün -içeriğinin nasıl doldurulacağına göre- daha kapsayıcı olabileceği aşikârdır.
O dönem bu yolda bir deneme yapıldı, muhtelif iç ve dış sebeplerden bir kıyamet tablosu ortaya çıktı. Sonuç kısa bir erimde imparatorluğun lağvı ve cumhuriyetin doğuşu oldu.
Savaş sırasında propagandif kaygılarla farklı söylemler, kavram setleri arasında kullanılsa da cumhuriyet, Türk olarak doğdu. Kurucu siyaset çıkış ve varlığının idamesi için bu yolu uygun gördü. Ülkeye sığınan yurtsuz kalmış kalabalık göçmen nüfusla kimlik inşası tabana yayılmaya çalışıldı. Yerli unsur arasında da aslında Kürtlerin isyan hareketleri dışında bir itiraz gelişmedi. Böyle bir itiraza yataklık edebilecek bir ulusal bilinç ya da nüfus/coğrafya altyapısı hiçbir gayri Türk millette yoktu.
Kürt kalkışmasının düşünülenden daha büyük bir problem teşkil ettiği zaman içinde acı bir biçimde görüldü. ‘38’de “kesin” olarak kanla, dehşetle bastırılan ’70’lerde “ülkesel” olarak geri döndü, ’90’larda ordulaştı.
Kendi büyük toprak parçasında neredeyse homojen bir varlığa sahip, bir ulusal bilinci güçlü biçimde koruyan, sınırların ötesinde de kalabalık akrabaları olan koca bir nüfusun bastırılmasının mümkün olamayacağı aslında çok açıktır. Devlet buna kör kalmayı ve inkârı, imhayı tercih etti.
Aksi olsaydı, yani cumhuriyet biraz daha demokrat, eşitlikçi bir yönelime sahip olsaydı ne olurdu? Bu tip sorular biraz boşa mermi yakmaya benziyor. Zira neticede böyle bir şey olmadı ve Türkiye Cumhuriyeti başta Kürt halkı olmak üzere etnik varlıkları, dilleri tanısaydı bir “kardeşlik” iklimi doğar mıydı bilemeyiz.
Yine sorun, yine savaş olabilirdi. Meseleye buradan değil, kolektif haklar, insan hakları üzerinden bakılmalı. Uygulama prensip olarak yanlış mıdır değil midir, bir halkın varlığını inkâr siyaseten nereye oturur, sorun budur. Bununla aynı biçimde, İttihatçı kurucu babalar, Ermeni milliyetçileri ve diğer ulusal hareketlerle ittifakı sürdürseler de ülkenin kaderi yine kan, göz yaşı olabilirdi. Bu sadece bu toprakların halklarının ya da onların öncülerinin elinde olan bir şey de değil zaten.
Tarih böyle okunmaz. Bu sebeple “Mustafa Kemal olmasaydı Türkiye olur muydu?”, “Mahirler yaşasaydı legal partili olurlardı” gibi “beyin fırtınaları”nın pek bir mânâsı yok. Mustafa Kemal vardı ve Millî Mücadele’nin kurmayı oldu. Mahirler yaşadı ve devlete silah çekip devrim için öldüler.
Mustafa Kemal olmasaydı da bir mücadele, belki daha az realist olan diğer İttihatçıların önderliğinde yine verilirdi. Bir Türkiye de mutlaka olurdu. Ama bu Türkiye’de belki hâlâ sembolik bir sultan olurdu, hilafet devam ederdi. Bilemeyiz. Ya da bu muhayyel öncüler de cumhuriyet ilan eder, harf devrimi vesaire yaparlardı. Bu da olabilir, bunun da bazı verileri var. Türkiye’nin modernleşme tarihi iki yüz yıllık bir devamlılık tarihidir. Çatışma dinamikleri de bir süreklilik içerir.
Bu doğal çatışma, kriz dinamikleri de her defasında “özgürlük”, “hak”, “hukuk” diye başa gelenlerin, kısa bir erimde kendi diktatörlüklerini tesis etmesiyle/çabasıyla sonuçlanmıştır.
İttihatçılık, Cumhuriyet, Menderes, Özal, Erdoğan… Bir silsileyle aynı deneyimler hep. Düzen içi savaşın keskin tarafları.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihi de bir iç savaş, krizler ve darbeler tarihidir. Devlet, bir savaş makinesidir ve tarihsel arka plan icabı kendi içinde de çatışma hâlindedir. Erdoğan’ın başarısı bu iç çatışmayı dindirmesinde, en azından görünmezleştirmesinde ve halk muhalefetini de bastırmasında yatıyor.
Andığımız savaş makinesinin yakıtlarından biri de Türklüktür. Yoksula karşı savaş, Kızılbaşa karşı savaş, komünizme karşı savaşla birlikte iç savaşın önemli veçhelerinden sadece biri.
Sınıflı toplumun dâhi varlığını reddeden bir ideoloji için milletleri, dilleri reddetmek de zor olmamıştır. Türkçülük mefkûresinin özgünlüğüyse diğer muadillerinin aksine varlığını reddettiği şeyle savaşmasında yatar. Dünyanın en geri devletleri dâhil neredeyse hiçbir yerinde bir milletin varlığı hâkim milliyetçilikler tarafından reddedilmez. İspanya ‘Bask yoktur’, Birleşik Krallık ‘İrlandalı yoktur’, Sri Lanka ‘Tamil yoktur’ demez. İran’da Kürdistan vardır, Azerbaycan vardır. Bizimkilerin ilk işi ise Kürdistan, Lazistan adlarını yasaklamak olmuştur. Bu milliyetçi tahripkârlık toplumda taban da tuttu. Bugün Türkiye halkının kesif çoğunluğuna göre hakikaten bir Kürdistan ve Lazistan yok. Coğrafyayla devleti birbirine karıştıran cahillik bir yana, Türkiye toplumunun tarihinin kendi hakikatine acı bir biçimde yabancılaşma tarihi olduğunu bir kez daha teslim etmek gerekiyor.
Bu yabancılaşmayı kendi köyüne Rumca Ğorğoras, Ermenice Venek, Lazca Pelergivat derken, Dersim, Amed denildiğinde sinirden acillik olan yığınlarda yakından takip edebiliriz mesela.
“Türk’üm diyemez olduk” parodi celallenmesi ya da pseudo-mağduriyeti aşikâr ki Türk’ün ya da kendini Türk olarak tanımlayan herhangi bir yurttaşımızın kendine “Türk’üm” diyememesinden kaynaklanmıyor. Bu safsatanın beslendiği kaynak sadece ve sadece birilerinin kendini Türk dışında kimliklerle tanımlayabiliyor oluşudur. Üstünlük taslanan, anca köleliği, kendini inkârı kabul ederse güya kardeş olabilecek olanlarda bir haddini aşmayı gözlemliyorlar. Bu da onları çıldırtmakta. Gerçekten, İslamcılarınkilerle yarışabilecek bir mağduriyet şov…
Oysa Türk olmakla, birilerinin kendine Türk demesiyle kimsenin sorunu yok. Türklük olsa olsa bazı küçük sol cemaatlerde “alerji”ye kadar varabilecek bir tür sorun olabilir. Bu kadar. Bunun da toplumun geneliyle, büyük bir kesimiyle hiçbir ilintisi bulunmuyor.
Her ne kadar aslında oldukça eski bir kullanımı olsa da “Türkiyeli” kavramı açıkçası benim de kulağımı tırmalıyor. Baktığınız vakit kelimede gramer olarak da, mantıken de bir sorun yok ama fonetik tınısı bir türlü oturmuyor. Evet, burası Türkiye ve biz buralıyız. Kaldı ki Türkiye de zaten Türk’ten geliyor. Yani aslında milliyetçiler için de pek bir sorun yaratmaması lâzım.
Yine de gündelik hayatımda bu kelimeyi kullanmıyorum. Her ne kadar kelimeler ideolojik olsa da, günlük konuşmamız çoğu kez formel değildir. Bu sebeple yazı çizide değil ama bire bir konuşmalarda kendimden ya da “biz”den “Türk” diye bahsetmek ya da bahsedilmesi beni rahatsız etmiyor. Ne kastedildiğini biliyorum çünkü ve bu bir dil kolaycılığıdır. Bu kadar. Yoksa; “bğuraşa Lazi vore” (ölene kadar Laz’ım). Bu net. Halkımın, en el altında duran açık kaynaklardan gayet kolayca takip edilebilir binlerce yıllık köklü tarihinin, konuştuğu ve hiçbir büyük dil ailesiyle akrabalığı olmayan izole dilinin gayet tabii ki farkındayım. Ama Fransalıdan Fransız diye bahsediyorsam, buralıdan da Türk diye bahsetmekte bir problem yok.
Yeter ki mevzu ırkçı saiklerle kudurgan bir dayatmaya, inkâra vardırılmasın. Türk kardeşlerimiz gibi biz de varız ve buralıyız, burayı seviyoruz. Bütün hayallerimizi bu ülke toprakları üstünde ve bu ülke için kuruyoruz.
Önce halkların varlığını tanıyın, daha gönüllü birlik ve kendi kaderini tayin hakkı falan konuşacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.