Musa dağa gitmeli*

09 Haziran 2023 16:05

İşçi sınıfı ve toplumsal müttefikleri egemen sınıflar arası saflaşmalara eklemlenerek siyasetsiz, hareketsiz, örgütsüz, savunmasız bırakılmıştır. Bunun sorumluluğunu üstlenmeyen, neden böyle olduğu ve bu durumun nasıl aşılabileceği konusunda kendini gözden geçirip yeniden kurmaya girişmeyen yol alabilir mi? Sorumluluk sosyalist harekettedir. Firavun’un karşısındaki Musa sosyalist hareketten başkası olamaz. Ancak sosyalist hareket de bu haliyle kitlelere “düşün peşime yürüyelim” diyebilecek durumda değildir. Dağ Musa’ya gelmeyecektir, Musa dağa gitmelidir

Türkiye sosyalist hareketi, seçimlerin ardından kaçınılmaz bir çözülme ve yeniden şekillenme süreci ile karşı karşıyadır. Mesele seçim sonuçlarının ötesindedir. Seçim öncesi dönem, işçi sınıfı ve toplumsal müttefiklerinin egemen sınıflar arası saflaşmalara eklemlenerek siyasetsiz, hareketsiz, savunmasız bırakıldığı bir pasifikasyon ve sağcılaşma süreci olarak yaşanmıştır. AKP’ye yıllardır direnip teslim olmayanların, AKP’nin izlediği politikalardan zarar gören diğer kesimleri kendi yanlarına çekmesi sağlanamamıştır. Nihayetinde bir egemen sınıf alternatifinin yenilgisi, sistem karşıtı güçlerin ve onların temsil ettiği halk kesimlerinin de yenilgisine dönüştürülmüştür. Bunun nedenleri ve nasıl aşılabileceği üzerine gerçek bir eleştiri-özeleştiri süreci işletilmeli, sorunu tespit ederken herkes kendi sorumluluğunu ortaya koymalı, çözüm de işçi sınıfının ve kitle mücadelelerinin somut gerçekliği içinde aranmalıdır.

Sosyalist hareket kendi özgün evrimi içinde bir çözülme süreci ile karşı karşıya olsa da bir yanda da devrimci siyasetin yeniden inşasının imkânları durmaktadır. Eleştiri ve özeleştiri de bir yenilgi sürecinde kendimizi aklama çabasından çok devrimci siyasetin yeniden inşasının gereği olarak kendimizi yıkıp yeniden kurmak, halkın direniş eğilimlerini devrimci iktidar mücadelesine tercüme edebilecek şekilde mevzilenmek, düşünmek ve eylemek için yapılmalıdır.

Yanlış Musa’nın yanlış yolunda

Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2017’deki Adalet Yürüyüşü günlerinde sık sık tekrarladığı bir sözü vardı: “Her Firavun’un bir Musa’sı vardır. Firavun’u biliyorsunuz, Musa da burada!” Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a karşı çıkanları ardından yürümeye çağırıyor ve en geniş Erdoğan karşıtı yelpazenin temsilciliğine soyunarak, son seçimlerdeki adaylığının mesajını daha o günlerden veriyordu.

2023 seçim sürecinde, Kılıçdaroğlu bütün Erdoğan karşıtlarını kendi adaylığı etrafında bir araya getirmeyi başardı. CHP’den sağ muhalefetin bütün renklerine, Kürt hareketinden sosyalist hareketin büyük çoğunluğuna ve nihayet ikinci turda da faşist Ata İttifakı’nın Erdoğan karşıtı bölüğüne kadar en geniş toplamı arkasına aldı. Ne var ki gelmiş geçmiş en geniş “Erdoğan karşıtı” seçim ittifakının kurulmuş olması, Erdoğan’ın seçmen desteği yüzde 50’nin altına partisininki de yüzde 35’lere gerilediği halde, Erdoğan karşısında seçim kazanmaya yetmedi. Firavun ve Musa benzetmesi ile söyleyeceksek, Firavun’un dağ gibi toplumsal desteği bugüne kadar olmadığı ölçüde eridi ama dağ da Musa’ya gelmedi.

Türkiye toplumunun Gezi’den bu yana AKP’ye teslim olmayan ve itirazını daha çok kültürel kodlarla ifade eden yarısının direnişi ile AKP’nin izlediği politikalardan zarar gördüğü için uzaklaşma eğiliminde olan ancak onun kültürel hegemonyası altında olan ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunun buluşması sağlanamadı. Faşizmin, proleterleşmiş Türkiye toplumunu yönetebilmek için işçi sınıfını parçalayıp iktidar blokuna eklemleyerek pasifize etme stratejisi ile çatışan değil örtüşen bir muhalefet stratejisi izlendi.

Sorun, seçim sonrasında çokça yüklenilen Kılıçdaroğlu’nun performansında değil aslında gayet başarılı bir şekilde yürüdüğü hattın kendisindeydi. Daha doğrusu Kürt hareketinden sosyalistlere sistem karşıtı güçlerin büyük bölümünün çarpık bir anti-faşist mücadele tarifiyle bu hatta eklemlenmesindeydi. İşçi sınıfının öncülüğünde bir direniş hareketi yaratmaya ve sistemin krizine bu şekilde müdahale etmeye girişmek yerine, sistemi onarma iddiasındaki bir egemen sınıf alternatifine eklemlenilerek faşizmin geriletilebileceği varsayımıyla hareket edildi.

Bir seçim yenilgisinden fazlası

Bu seçim sürecinde bir “üçüncü yol” yoktu. Halk iki egemen sınıf alternatifi arasındaki saflaşmaya mahkûm edildi. Faşizme karşı mücadele “Erdoğan karşıtlığı”na, birlik sorunu Erdoğan karşıtlarının birliğine, direniş eğilimleri de seçmen davranışına indirgendi. Böylece genel olarak ezilen sınıflar, özel olarak da Türkiye sosyalist hareketi açısından bu süreç, seçim sonuçlarından bağımsız olarak bir pasifikasyon, siyasetsizleşme ve sağcılaşma süreci şeklinde yaşandı.

Erdoğan’ın bu seçimle gideceği ve toplumsal mücadelelere ancak Erdoğan’ı gönderdikten sonra sıra geleceği varsayımı ile temsil alanındaki mücadele esas alınarak sınıf mücadelesi ve sokak talileştirildi. Bu elbette bir seçim kampanyası süreci ile sınırlı olmayan, Haziran İsyanı’nın yenilgisi ile başlayıp OHAL dönemi ile tamamlanan bir geri çekilişin içinde şekillenmiş ve muhalefetin önemli başarılar elde ettiği 2019 yerel seçimleri ile kendine somut bir dayanak da edinmiş bir düşünce biçimiydi. Emek düşmanı politikaların ve yoksullaşmanın tırmanışa geçtiği pandemi döneminde, işçi sınıfının geniş kesimleri çarklar dönsün diye sokağa çıkma yasağından muaf tutulurken, hatta fiili direnişler yaşanırken geleneksel emek örgütleri ve sol adeta kendi kendine sokağa çıkma yasağı ilan etti. Meselenin esasen pandemi yasakları ile ilgili olmadığı sonraki yıllarda daha iyi anlaşıldı. 2022 Ocak-Şubat işçi direnişleri dalgası, büyük ölçüde mevcut muhalefet örgütlerinin ilgi ve kapsama alanı dışında yaşandı. Yaşam pahalılığındaki tırmanışla doğudan batıya tırmanan “geçinemiyoruz” eylemleri, protestoculuğun ötesine taşınmadı. 1 Mayıs’lar iktidarın izin verdiği sınırlar içinde, seçimden sonra başka bir ülkeye uyanılacağı vaadiyle, hem geçmiş yıllara hem de toplumsal muhalefetin yıl içinde ortaya koyduğu potansiyele nazaran düşük bir katılımla, mücadelenin “olağanüstü durum” sonrasına ertelendiği, sönük eylemler olarak gerçekleşti. Bu seçimcilikten 8 Mart’lar ve kadın hareketi de kısmen nasibini aldı. Toplumsal muhalefetin geniş kesimleri Kılıçdaroğlu’na destek çağrıları ile bağımsız pozisyonlarından taviz verdi. Maraş depremleri sonrası açığa çıkan büyük yıkım ve büyük toplumsal seferberlik kısa süre içinde seçim kampanyaları ile perdelendi. Böylece, kültürel kutuplaşma ve geleneksel seçmen davranışı ile birbirinden ayrışan ezilen sınıf katmanlarının buluşabileceği sınıf savaşımları sahası kritik çatışmalar esnasında boş, ezilen sınıflar da savunmasız bırakıldı.

“Erdoğan karşıtlığı” ortak paydasının hatırına muhalefetin ekseni topluca sağa kaydı. Kılıçdaroğlu’nun sermaye yanlısı ve devletçi vurgularının; Akşener, Karamollaoğlu, Babacan, Davutoğlu angajmanının ve ikinci turda bunlara bir de Sinan Oğan söylemleri ve Ümit Özdağ protokolünü eklemesinin “taktik gereği” kabul edilebilir bulunması ya da etkisiz itirazlarla geçiştirilmesi gerici-şoven ideolojiyi geniş kesimler nezdinde normalleştirdi ve meşrulaştırdı. Bu normalleştirmede de solun kitlelerle bağının kopmasının, ırkçılığa kazandırılan meşruiyetin geniş halk yığınlarında karşılığının ne olabileceğinin somut bir sorun olarak idrak edilmemesinin etkisi vardı.

Çözülme, özeleştiri ve yeniden inşa

Türkiye sosyalist hareketi yaşanan bu pasifikasyon, sağcılaşma ve siyasetsizleşme sürecini gerçek bir özeleştiri konusu haline getirmeden, “mücadeleye kaldığı yerden devam” edemez. Kalınan yer bir çözülme sürecidir çünkü ve sözde kalmayıp pratiğe yansıyan gerçek bir özeleştiri ve yeniden inşa sürecine girilmezse, sol içinde genel bir yönelim olarak herkesin erdemi kendisinde kabahati başkasında gösterdiği çürütücü iç tartışmalar eşliğinde devrimci siyaset kulvarından bütünüyle tasfiye olma riski kapıdadır.

Kimse seçim sürecine dair tespit ve öngörülerde haklı çıkmış olmakla ya da seçim sürecinden görece başarılı çıkmış olmakla kendini özeleştiriden muaf tutamaz. İşçi sınıfı ve toplumsal müttefikleri egemen sınıflar arası saflaşmalara eklemlenerek siyasetsiz, hareketsiz, örgütsüz, savunmasız bırakılmıştır. Bunun sorumluluğunu üstlenmeyen, neden böyle olduğu ve bu durumun nasıl aşılabileceği konusunda kendini gözden geçirip yeniden kurmaya girişmeyen yol alabilir mi?

Sorumluluk sosyalist harekettedir. Firavun’un karşısındaki Musa sosyalist hareketten başkası olamaz. Ancak sosyalist hareket de bu haliyle kitlelere “düşün peşime yürüyelim” diyebilecek durumda değildir. Dağ Musa’ya gelmeyecektir, Musa dağa gitmelidir. Dağ’a gitmenin de üç gereği vardır:

Birincisi ve belki de en zorlusu, sosyalist hareketin kendi kendini kanatmayı ve mevcut varlık biçiminden vazgeçmeyi göze alacağı gerçek bir eleştiri-özeleştiri sürecidir. Yenilgi ve gerileme yıllarına rağmen örgütsel sürekliliğini koruyarak kendi elitlerini ve yönetici sınıfını yaratan sol, gerçek bir toplumsal harekete yaslanmadığı ve işçi sınıfı gerçekliği ile arasındaki mesafe büyüdüğü ölçüde, işçi sınıfını değil sol elitleri özneleştirmeye yöneldi. Bir sosyaliste grev yaptırmayacak kadar sert ama milletvekili olmasına müsaade edecek kadar yumuşak olan faşizmin kısmen açık tuttuğu parlamenter olanaklar bu yönelimi besledi. Devrimci siyaset tasfiye olur, sosyalist hareket temsil alanına daralırken, bu durum sorgulanmak yerine akılcılaştırıldı. Teori, sınıf savaşlarının gerçekliğine göre değil de sosyalist hareketin sistem tarafından hapsedildiği mevcut sınırlara göre büküldü. Seçimlere / temsil alanına yönelik taktiklerin sosyalist siyasetin inşasının ya da faşizme karşı mücadelenin sürükleyici halkası olabileceği savunuldu. Düzen siyasetine eklemlenme yani siyasetsizleşme, sağcılaşma ve pasifikasyon da böylece davet edildi. Sosyalist hareket bu süreçten çıkan dersler ışığında kendi kendisiyle ideolojik, politik, örgütsel bir hesaplaşma yaşamak zorundadır.

İkincisi, sosyalist hareketin hapsolduğu sınıf bölüklerinin ötesine geçerek işçi sınıfının verili toplumsal kutuplaşmanın her iki yakasındaki kesimlerine de ulaşabileceği, işyerindeki mücadele ile yaşam alanındaki mücadeleyi birlikte kavrayan kitle mücadeleleri / örgütlenmeleridir. Solun tabanı büyük ölçüde küçük burjuvazinin konum kaybeden katmanlarına daralmıştır. Bu kesimlerin proleterleşmekte oluşu ya da “sosyalist” kimliğe sempatisi[1], devrimci bir potansiyele sahip olmakla birlikte halihazırda devrimci proleter bir bilince ve düzen dışı / düzen karşıtı hareket biçimine sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Aksine, Cumhuriyet Mitingleri’nden Gezi’ye, kaybettikleri konuma geri dönme istekleri ön planda olan, tepkisini bu nedenle bir “yaşam tarzı savunusu” olarak ifade eden, bir başka yaşam tarzına sahip olan diğer proleter kesimlerden çok, “kentli-eğitimli kesimler” ya da “Cumhuriyetçilik” ortak paydası içinde “laik burjuvaziye” yakın hissedebilen bir sınıf bölüğü söz konusudur. Sosyalist örgütlere milli bayram kutlatan, Millet İttifakı çizgisine şu ya da bu biçimde eklemlenmeyi akılcılaştıran, “boş tencere ve seçimler” tartışmalarında olduğu gibi işçi sınıfı gerçekliğine dair bir yanılsama oluşturan şey bu sınıf bölüğü ile olan sorunlu ilişkisidir. Sorun, solun bu kesimle ilişkili olması değil bu kesimin kendiliğinden hareketini idealize etmesi ve yer yer de buraya hapsolmasıdır. “Eski güzel günlere” dönüş eğilimindeki kesimlerin sempatisini kazanmaya yönelik ideolojik esnemeler yerine bu çabanın nafile olduğunu gösterip proleter geleceğe dikkat çeken bir ideolojik duruşa ihtiyaç vardır. Verili toplumsal kutuplaşmayı aşacak bir ideolojik mücadele kitle mücadeleleri dışında mümkün olmayacaktır. Küçük burjuvazinin proleterleşen kesimleriyle, neoliberal-faşist politikalardan zarar gördüğü halde politik bilinci uzun yıllardır İslamcı ve milliyetçi sağ ideolojilerin etkisi altında şekillenen geniş işçi sınıfı kesimlerini birlikte kavrayabilecek gündemlere odaklanan bir sınıf siyaseti izlenmelidir. Bu da kâğıt üstünde ya da masa başında değil sahada, hayatın ve mücadelenin içinde kurulacak örgütlü pratik bağlarla, geniş kitlelerle birebir temas halinde yürütülecek uzun erimli çabalarla mümkündür. Önümüzdeki süreç, seçim haritasına bakarak kendimize sınırlar çizeceğimiz bir ricat süreci değil, ertelenmiş yıkımın seçim haritasının her yanındaki emekçi mahallerinde sınıfsal hoşnutsuzluk ve direniş eğilimlerini tetikleyeceği bir atak süreci olarak değerlendirilmelidir. Kolay bir çözüm, hazır bir formül yok, pratiğin içinde öğrenebiliriz. İdeolojik mücadeleyi de güzel söz söyleyerek değil, sözü kitlesi ile buluşturarak verebiliriz. Öğrenmek ve öğretmek için, harekete geçmek ve harekete geçirmek için, örgütlenmek ve örgütlemek için kitlelere gitmeli, sadece bir seçmenler değil aynı zamanda direnişçiler toplumu olan Türkiye toplumunun direniş örgütlerini kurmalıyız.

Üçüncüsü de faşizmin baskı ve şiddeti tırmandırması ve kendini yeniden üretmesi karşısında çaresizlik duygusunu kıracak, düzen içi hareket biçimleri ile devrimci potansiyeli baskılanan ezilen sınıf katmanlarını devrimci politik bir özne olarak sahneye çıkaracak olan düzen dışı ve düzen karşıtı hareket biçimleridir. Egemenler sınıf savaşlarının şiddetlendiği koşullarda ezilen sınıfları savunmasız kılmak için seçim meydanına hapsetmeye çalışsa da Türkiye toplumunun politik muhalefetinin seçmen davranışından ibaret olmadığı bilinmektedir. Faşizm şiddeti genelleştirip, gündelik hayatın kılcallarına yayarak kendini halka karşı savaş halinde bir iktidar biçiminde yeniden kurmaktadır. Bunun karşısında da ezilenlerin özsavunması ve direniş örgütleri kurulmalıdır. Kitle mücadeleleri bu kuruluşun da yatağı olacaktır.

Musa dağa gitmelidir. Dağdan başka güvencemiz yoktur.

Dipnotlar:

* Bu yazı “Direniş fraksiyonu”, “Ayaklarımız yere bassın: Direniş fraksiyonu, öncülük, yeniden inşa”, “Sınıf savaşı, savaş örgütü, seçim meydanı”, “Kuşatmayı kuşatmak” ve “Savunmasız mıyız?” başlıklı yazıların izleğinde, yer yer onlardan alıntılar yaparak kaleme alınmıştır.

[1] TİP’i ve seçimlerdeki göreli başarısını değerlendirirken de bu olguya odaklanmak doğru olacaktır. Küçük burjuvazinin proleterleşen katmanlarının politik reflekslerinde hem bir olanak hem de bir sorun olduğunu akılda tutarak, küçümsemeden ama idealize de etmeden, bu sınıf bölüğünün devrimci potansiyelinin nasıl açığa çıkarılacağı özel bir tartışma konusu yapılmalıdır.

Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.