Nazizm ile komünizmin, taban tabana zıt iki ayrı sosyoekonomik sistem olduğu çıplak gözle bile fark edilebilir. Kahverengi kahverengidir, kırmızı ise kırmızıdır; bu ikisini aynı sözcükte ifade eden başka bir renk yoktur. Eğer ikisi karıştırılırsa o başka bir şey olur
Faşizm ve antikomünizmin ortak bileşeni totalitarizm teorisinin siyaset sözlüğüne girmesinin yüzyıllık geçmişi var.
Egemen ideolojinin ayrılmaz bir parçası olan totalitarizm kavramı, komünizmle faşizmi eşitlemekte kullanılıyor. Bu noktaya nasıl gelindiğini anlamak için geriye dönmek, el ve anlam değiştirme sürecine bakmak gerekiyor.
Mussolini iktidara geldikten sonra devletin tüm organlarını, krallık, parlamento, yargı ve orduyu kendi iradesine tabi kılmaya çalıştı. Komünistler, sosyalistler ve tutarlı liberaller buna şiddetle karşı koydular. Kısa süre sonra faşistler tarafından öldürülecek liberal siyasetçi Giovanni Amendola, Mayıs 1923’te yazdığı bir makalede, buna, Latince totalis (bütün, eksiksiz) sözcüğünden esinle totalitarizm adını verdi.
1920’lerin ilk yarısında, antifaşistler birey ve toplum üzerinde tam kontrolü hedefleyen faşist devlet projesini olumsuzlayan bir terim olarak kullanıyorlardı totalitarizmi. Mussolini, 22 Haziran 1925 tarihinde muhalefete hitaben yaptığı konuşmada, “faşizmin totaliter iradesi” ve “faşizm totaliterdir” gibi deyişleri sahiplenerek bunu tersine çevirdi. Hitler iktidara geldikten sonra totalitarizmi radikalleştirdi ve faşist devletin en tam modeli haline getirdi. Şimdiye dek ondan daha ötesi de görülmedi.
Eski ve Yeni Faşizm adlı kitabımda “totalitarizm”i kısaca şöyle özetlemiştim:
Totalitarizm elbette en başta siyasal çoğulculuğun ve her türlü muhalefetin kaldırılması, parlamenter hükümet biçimine ve güçler ayrılığına son verilmesi, tek lider ve tek parti (“Führer ilkesi”) etrafında birleşmiş hiyerarşik devlet yapılanması, merkezi ekonomik yönetim, kısacası devletin toplumu tam kontrol altına alması demektir. Buna resmî ideoloji ve medya üzerindeki devlet tekeliyle birlikte temel hak ve özgürlüklerin kaldırılması ve terörün başat yönetim tekniği olarak kullanılması da eklenmelidir.[1]
Ana akım liberal ve muhafazakâr söylem “totalitarizm”e her defasında değişik anlamlar yükledi. ABD totalitarizmi, Hitler’e karşı Sovyetler Birliği ile ittifak halindeyken yalnız Nazizme karşı kullanıyordu; 1930’larda, esas olarak da Soğuk Savaş döneminde buna Sovyetler Birliği’ni ve sosyalist ülkeleri de kattı. Hatta, Nazizmin yenildiği düşünülürse, tek başına komünizm için kullanıldığı dahi söylenebilir.
1945’te faşizmin hezimetinden ve sosyalist blokun kurulmasından sonra kapitalizmin has ürünü faşizmi unutturmak, antifaşist bilinci toplumsal hafızadan silmek için tarihçisi, siyaset bilimcisi, gazetecisi el ele vererek antikomünist totalitarizm teorisini piyasaya sürdüler. Uzmanlık alanı edebiyat ve gazetecilik olan Orwell, bunun önemini Arendt gibilerden çok önce fark ederek işlemeye başlamıştı. 1944’te Tribune’de yayınlanan “Faşizm Nedir?”[2] makalesi, Truva atındaki “solcu” Orwell’i antifaşist gösterenleri hayal kırıklığına uğratacak mahiyettedir. Bu yazısında, kendince komünistten saydığı Troçkist James Burnham, F. A. Voigt gibi yeminli döneklerin “faşistlerle komünistlerin hemen hemen aynı ülküyle hareket ettiklerini”, hatta aynı kişiler olduklarını, “anarşistlerle Trotsky yanlıları”nın SSCB’yi “faşist ülke” olarak lanse ettiklerini kanıt gösterir. Komünistlerin, muhafazakarların, Katoliklerin, savaş karşıtlarının ve savaş yanlılarının birbirleriyle çelişen tanımlarından örnek vererek faşizmin bir tanımı olmadığını, “bir süre daha olmayacağını” söyler ve yazısını şöyle bağlar: “Şimdilik yapabileceğimiz tek şey, kavramı belli durumlar için ve genelde yapıldığı gibi bir tür kötü söz olarak kullanmak.”[3] Sözde İspanya’da savaşmış bir adamın faşizmin defterinin dürülmesine ramak kalmışken, eveleyip gevelemesi bir özür dileme olarak yorumlanabilir.
Faşizm ve komünizmin totalitarizmde eşitlenmesi, “kahverengi totalitarizm” ile “kızıl totalitarizm”i birbirlerinin muadili haline getirdi. Merkez siyaset denkleminde normali liberal demokrasi, anormali ise “sağ totalitarizm” ile “sol totalitarizm” temsil ediyordu. Bu, bir yandan faşizm ile burjuva demokrasisi ve finans kapital arasındaki göbek bağını gizlemeyi, bir yandan da içerideki ve dışarıdaki komünist solun şeytan (düşman) olarak işaretlenmesini sağlıyordu. McChartizm zamanında, ABD iç ve dış politikasını eleştirenler bile totaliter aileye dahil edildiler. 2001 Eylül’ünden itibaren buna bir yenisi daha eklenerek “Hitlerizm” ve “Stalinizm”den sonra dünyanın İslamist tipte yeni bir totalitarizm tehdidiyle karşı karşıya olduğu ilan edildi.
Totalitarizm tarih yazımının asıl klasikleri F. Hayek, H. Arendt, K. Friedrich ve Brzezinski gibi çoğu Amerikalı araştırmacı tarafından yazılmıştır. Bu yazarların ortak özelliği, Nazi Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasında fark görmemeleri, Churchill’in faşizmin “komünizmin çirkin çocuğu” olduğu iddiasına sadık kalmalarıdır. Hemen hepsi ABD emperyalizminin baş düşmanı kimse, onun totaliter olduğunu söyleyeceklerdir.
İki zıt sosyoekonomik sistem, derinlemesine incelenip her yönden karşılaştırılmadan biçimsel benzerliklere bakılarak eşitlenmektedir. Mesela Arendt, Rusya’daki sosyalist toplum ile Almanya’daki kapitalist toplum arasındaki farkları araştıracağı yerde, ikisi (Stalin ve Hitler) arasındaki biçimsel kıyaslamalarla yetinir. Bunların, siyaset bilimi öyle gerektirdiği için değil, emperyalizme nükleer silahlarla ayni yöne ateş etmeye hazır ideolojik bir silah gerektiği için yapıldığı açıktır. Totalitarizm teorisi, komünizmi gözden düşürmek ve ona saldırmak için popüler bir araç olarak üretilmiştir.
Nazizm ile komünizmin, taban tabana zıt iki ayrı sosyoekonomik sistem olduğu çıplak gözle bile fark edilebilir. Kahverengi kahverengidir, kırmızı ise kırmızıdır; bu ikisini aynı sözcükte ifade eden başka bir renk yoktur. Eğer ikisi karıştırılırsa o başka bir şey olur.
Emperyalist teorisyenlerin Sovyetler Birliği’ne totaliter deme gerekçelerinin başında, Nazizmdeki gibi toplumu ve insanı dönüştürmek istemesi gelir. İkisinin de yeni bir toplum, yeni bir insan yaratma iddiası taşıdıkları doğrudur, ama bu görünürde ve yüzeysel bir benzerliktir. Naziler kapitalist ekonomiyi değiştirmeden ari ırkı temsil edecek genetik olarak saf “yeni insan”ı birim alan sözde “yeni toplum”u yaratmak isterlerken, komünistler kapitalizmin tüm çelişki ve kötülüklerinden arınmış, her çeşit sömürünün kaldırıldığı, eşit ve özgür, çok yönlü gelişmiş yeni bir toplum ve insan yaratmayı hedeflerler.
Naziler “bin yıllık Reich” sloganıyla ifade ettikleri gibi ebediyen ayakta kalacak güçlü bir devlet ve liderden yanaydılar. Komünistler ise, sınıflarla birlikte devlete ve güçlü liderlere ihtiyacı ortadan kaldırmak istiyorlardı. Sovyetik temelde örgütlenmiş baskı gücüne, kapitalistlerin eski düzeni geri getirmelerini ve emperyalist güçlerin devrimi ezmelerini önlemek için ihtiyaç duyuyorlardı. Bu, geçiş dönemine aitti ve kapitalist anlamda devlet olmayan geçici bir “devlet” biçimiydi. Faşistler ise halkı egemenlikleri altında tutmak, dışa yayılmak, başka ülkeleri boyunduruk altına almak için militarist bir devlete ihtiyaç duyuyorlardı.
Üstün ırk/ulus iddiasındaki Naziler (ve faşistler) başka ulus ve halklarla eşitliği asla kabul etmezler, tam tersine Alman devletine tabi sömürgeleştirilmiş bir dünya imparatorluğu yaratma peşindedirler. Komünistlerse emperyalistlerin ve sömürücü sınıf devletlerinin, uluslar ve azınlıklar arasındaki eşitsizliklerin tamamen ortadan kalktığı, insanların ve halkların barış, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşadıkları bir dünyadan yanadırlar. Naziler sömürü üzerine kurulu ekonomik sistemi değiştirmeye çalışmadılar, aksine onu korudular ve güçlendirdiler. Komünistlerse özel mülkiyet sistemine ve sömürüye son verdiler. Biri şoven milliyetçi, ırkçı, diğeri enternasyonalisttir. Biri azınlığın, diğeri çoğunluğun iktidarına dayanır…
Burjuva tarih yazımının totalitarizm teorisi bir taşla iki kuş vurmaya odaklanmıştır. Biri komünizmle faşizmi bir tutarak gözden düşürmek, diğeri faşizm kavramını siyaset sözlüğünden silmek. Faşiste faşist demek yerine, totaliter demek bir çeşit silme, unutturma yöntemidir. Bu sayede burjuva demokrasisinin ikizi faşizmin tekelci sermayenin çirkin çocuğu olduğu, her ikisine de ancak sosyalist devrimle son verilebileceği gerçeğinin üstü örtülmektedir. İç ve dış siyasette işçi kitlelerinin faşizme karşı nefretini devrimci harekete ve sosyalizme doğru yönlendirmenin bir yoludur bu. Nitekim İkinci Dünya savaşı sürecinde Amerikan halkında güçlü bir antifaşist tepki oluşmuşken, bu savaş sona erdikten sonra totalitarizm paketi altında yürütülen propagandayla antikomünizme dönüştürülmüştür. Ayrıca, komünist partilere ve sembollere yasak getirmenin bahanesi olarak kullanılacaktır.
Batı siyaset bilimcileri Sovyet Blokunun çöküşünden, yani Soğuk Savaş sonrasında bile totalitarizm teriminden vazgeçmediler. Kamplaşmanın ortadan kalkmasının sağladığı yumuşamaya uygun olarak otoriterlik, popülizm gibi kavramlarla takviye yolunu seçtiler. Eş deyişle sağ-sol ayırımını nötralize ederek, faşizmi gündemden düşüren liberalizm odaklı otoriterlik ve popülizm terimlerini devreye soktular. Chang Kay-Şek ile Mao Zedung’u, Bolsonaro ile Fidel Castro’yu, Altın Şafak ile Syriza’yı aynı karede gösterebilmek için.
“Soğuk Savaş döneminde sosyalist ve faşist devletler ‘otoriter/totaliter rejimler’ diye etiketlenmişlerdi. Totalitarizm teorisi, ‘liberal demokrasi’lerin ‘kızıl komünizm’in ve ‘kahverengi veba’nın tehdidi altında oldukları tezi üzerine oturtulmuştu. Popülizm teorisi de rejimlerin ve partilerin sınıf özlerini ve sosyoekonomik sistemler karşısındaki duruşlarını dikkate almamakla aynısını yapıyor. İkisinin tek bir kalıba oturtulması, popülizm kavramı ile totalitarizm kavramı arasındaki ideolojik devamlılığı, selef-halef ilişkisini gösteriyor. Önceleri faşizm totalitarizm örtüsü altında gizleniyordu, şimdiyse popülizm örtüsü altında gizleniyor.”[4]
Zamanımızda komünist ülkeler ve klasik tipte faşist diktatörlükler olmadığı için, totalitarizm yerine devreye sokulan otoriterlik ve popülizm gibi terimler belirli bir yumuşamayı ifade ediyor. Yumuşaklığı otoriter denilen rejimlerin totaliter olmadığı, ama ona evrilebileceği görüşüyle açıklanıyor. Gerekçe olarak şöyle deniyor: Faşist totalitarizm çoğulculuğu reddeder; tek lider, tek devlet, tek ideolojide diretir; ayakta kalmak, suçlarını meşru kılmak için hayatın her alanının kucaklayan bir ideolojiye ve örgütlenmeye ihtiyaç duyar. “Otoriter rejimler” ise tek ideolojiyi dayatmaz, insanların özel hayatlarına müdahale etmez. Totalitarizmdekinden farklı olarak kendilerine karşı harekete geçmemeleri için halkı siyasetten uzak tutar, apolitik sınırlar içinde tutmaya çalışır.
Sonuç olarak, antikomünist totalitarizm teorisi, varlık sebebini yitirip inandırıcılığını kaybettikçe, koltuk değnekleriyle ayakta tutulmaya çalışılıyor.
[1] Yaşar Ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, 2023, s. 196.
[2] G. Orwell, “Faşizm Nedir?”, (https://kayiprihtim.com/dosya/george-orwell-fasizm-nedir/)
[3] Adı geçen yazı.
[4] Yaşar Ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, s. 209-210.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.