Seçim, sokak, sınıf

Son 1 Mayıs’ta İstanbul başta olmak üzere işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin bile rehavet içinde seçimi beklediği, alanlardaki sayılarda netçe ortaya çıktı. Zaten işçi sınıfının ‘devrimci sendikalarının’ yöneticilerinin seçimleri kazanınca gelecek sene Taksim’de 1 Mayıs’ın kutlanacağı yönündeki müjdeleri durumun vahametini göstermişti

Seçim, sokak, sınıf

1 Mayıs 2023, “Maltepe Miting Alanı”

Devlet biçimi tartışmalarının vardığı entelektüel boyut düşünüldüğünde ve faşizm/kurumsallaşan faşizm analizlerinin yer almadığı sol/sosyalist metin söz konusu değilken, aylardır kimi sınırlı direnişler dışında AKP-MHP faşizminin seçimle gidebileceği varsayımıyla siyaset yapılıyor. [Haklı olarak] ‘seçimle gitmez’ analizlerini yapanlar açısından da sokağın ya da daha kapsayıcı adıyla devrimci mücadelenin belirleyici bir etkisi olduğu söylenemez. Gerek Kürt hareketine gerekse devrimcilere/sosyalistlere yönelik operasyonların zaten hiç azalmadığı koşullarda, sosyal medya paylaşımları nedeniyle gözaltılar hatta tutuklamalar sıradanlaşırken, gazetecilerin de bu devlet saldırılarından en büyük payı alması şaşırtıcı olmadı. 1 Mayıs gibi tarihsel olarak bu ülkede her daim sınıf ve demokrasi mücadelesinin niteliksel sıçrama taşı olan bir günde bile, seçimle gelecek değişim beklentisi öne çıkarıldı. Gerçekçi olmak gerekirse Newroz kutlamaları ve özellikle İstanbul’da 8 Mart feminist gece yürüyüşü ile gösterilen direniş, bir bütün olarak toplumsal muhalefeti seçim ataletinden çıkarmaya yeterli olmadı.

Faşizm mi, askeri diktatörlük mü tartışmalarının dışına çıkarak düşündüğümüzde, 12 Eylül’ün ürünü olan ANAP’ın 89-91 arasında iktidardan gidişini, 1 Mayıslardaki Taksim çıkışları, öğrenci hareketinin derneklerde örgütlenmesi, metal grevleri, Irak savaşına karşı yapılan 3 Ocak genel grevi ve madenci yürüyüşleri sağladı. Diğer yandan 91 yılında iktidara yürüyen Demirel, Kürt özgürlük mücadelesinin yarattığı serhıldanlar karşısında “Kürt realitesini tanıyoruz” demek durumunda kaldı. 90’larda, Gümrük Birliği’ne giriş, neoliberal dönüşümün hız kazanması, 94 krizi ve kirli savaş politikalarına verilen tepki de sokaklardan okullardan fabrikalardan ve kamu işyerlerinden geldi. Serhıldanlar, 95’te Gazi Katliamı’nda, 96 1 Mayıs’ında Kadıköy’de gösterilen direniş, Cumartesi Anneleri oturmalarının başlaması, öğrenci eylemleri ve Tansu Çiller hükümetini deviren işçi grevleri, KESK’in iş bırakmaları, F tiplerine karşı cezaevlerinde ve sokaklarda yapılan eylemler, 90’larda birbiri sıra hükümetlerin devrilmesini sağladı. Yani klasik sağ burjuva partilerin bile hiç de öyle sessizce seçim sandığını bekleyerek iktidardan düşürüldüğünü söyleyebileceğimiz bir yakın tarihe sahip değiliz.

AKP’nin 21 yıllık iktidarında, özellikle 2017 referandumu sonrasında, yasama yürütme yargının tek adama bağlandığı, nerdeyse tüm sermaye medyasının denetim altına alındığı, AA ve YSK gibi kurumların tümüyle Tayyip Erdoğan’a bağlı olduğunun her seçimde açıkça ortaya çıktığı, kadrolaşmanın klasik faşizmin bütün kurallarına uygun olarak tamamlandığı bir devlet yapılanmasıyla karşı karşıyayız. Ordu, MİT ve polisin yanı sıra bekçilerle devletin zor aygıtlarında İslamcı-faşist hiyerarşinin tam olarak yerleştiği, SADAT, Osmanlı Ocakları, İHH, Hüda-Par gibi paramiliter yapıların yasallık kazandığı, camilerin tarikatların harekât merkezine dönüştüğü bir ülkede seçimleri tartışıyoruz. Devletin ve zor aygıtlarının denetimin ötesinde liselerin imam hatipleştiği, anaokullarında din eğitimi verilen, üniversite rektörlerinin doğrudan atandığı, en fazla sayıda üyeye sahip ve kamu işyerlerinde örgütlü işçi ve kamu emekçisi sendikalarının doğrudan iktidara bağlı olduğu, toplum içinde kök salmış, geniş bir tabana sahip bir faşizmden söz ediyoruz. Sokaklarda, fabrikalarda, üniversitelerde eylemlerle, direnişlerle, grevlerle sarsılmayan faşizmin [AKP-MHP] tabanının, oy tercihini muhalefetten yana kullanacağını ve AKP-MHP’nin de seçim sonuçlarına saygı göstererek iktidarı devredeceğini düşünmeye devam ediyoruz.

Seçimi bekleyerek AKP’yi yeneceğini düşünmek

Seçimlere bir hafta kala Kılıçdaroğlu’nun seçim gecesi kazansak da sokağa çıkmayın provokasyon olur minvalindeki çağrısı, özellikle son on senenin özeti gibiydi. Her seçimde seyirci gibi seçim faaliyetlerini sadece izleyen halkın, gerçek yüzünü görüp sandıkta AKP’yi iktidardan indireceği varsayılıyordu. Döviz ve enflasyon kriziyle açlığa ve yoksulluğa sürüklenen halkı sokağa çıkmaktan AKP’nin polisi kadar CHP’nin evlere dönün çağrıları da alıkoydu yıllardır. Bütün yoksulluk, hırsızlık propagandalarına ek olarak, insani bir yıkım olarak on milyonu aşkın kişiyi doğrudan -ve aslında tüm halkı da bir şekilde- etkileyen depremin gösterdikleri bile, AKP-MHP tabanında, özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi söz konusu olduğunda, etki yaratmış görünmüyor. Çaldıklarını da dâhil edersek, 3-4 puandan fazla bir oy kaybı olduğunu söylemek mümkün değil. Milletvekili seçimleri söz konusu olduğunda ise Deva ve Gelecek Partisi ile aynı listeden seçimlere girdiği düşünüldüğünde CHP oylarında herhangi bir sonuç alıcı artış yaşanmadığı ortada.

Sokaktan uzak durmak, seçimi bekleyerek AKP’yi yeneceğini düşünmek, AKP tabanının büyük bölümünün 21, hatta büyükşehir belediyeleri söz konusu olduğunda yaklaşık 30 yıldır, ideolojik kadro bağlılığı taşımaya başladığını görememek anlamına geldi. MHP’nin çalarak kazandığı oylar bir yana, yaklaşık 50 yıldır önemli oranlarda oy kaybetmeksizin tabanını koruduğu da keza ortada. AKP’den kayan oylar, AKP taşeronu partiler aracılığıyla yine Cumhur İttifakı içinde kaldı. Türk taban açısından daha radikal İslamcı söyleme sahip Yeniden Refah Partisi ve AKP iktidarının [ve kırk yıldır devletin] Kürdistan’daki paramiliter taşeronu Hüda-Par/Hizbullah, özellikle kadın ve LGBTİ+ düşmanı selefi İslamcılığın sesini Meclis kürsüsünde meşrulaştıracaklar. İdeolojik kadro bağlılığı olan AKP-MHP tabanı karşısında yoksulluğu telafiye yönelik somut öneriler içerir görünse de bir yanda; demokrasicilik oynayarak Kürt sorununda adım atılacağına dair samimiyetsiz açıklamalar diğer yandan göçmenleri hedef gösteren ırkçı geri göndereceğiz siyaseti; laikliği savunurken Saadet ile ittifak yapıp İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönüşü bile Millet İttifakı’nın seçim programına koyamamanın söz konusu olduğu, bir politik karmaşa hakimdi CHP’nin seçim çalışmalarına. (Kılıçdaroğlu’nun ikinci turda “sınır namustur” gibi erkek egemenliğinin ve ırkçılığın şahikası bir söylemle seçim çalışmasını başlatması da demokrasi vaatlerinin sınırını gösteriyor zaten.) Emekli maaşlarına, asgari ücrete, asgari ücretin altında gelir sahibi olan ailelere yönelik sosyal politikalar ise ciddi bir yankı uyandırdı aslında. Ancak güvencesiz çalışmanın norm haline geldiği, işsizliğin kronikleştiği ve işçi sınıfı açısından sermaye karşısında herhangi bir güvence içermeyen politikalar, AKP’nin geniş halk kesimleri nezdindeki gücünü aşındırmış görünmüyor. İşsizlik söz konusu olduğunda sadece üniversite mezunlarının işsizliğini gündeme alan, yurtdışında yaşama ayrıcalığına sahip kesimleri en önemli gündem haline getiren CHP söyleminin, eğitimsiz, vasıfsız muhafazakâr-İslamcı ya da milliyetçi-faşist tedrisattan geçmiş işsiz, en iyi ihtimalle üç harfli marketlerde iş bulabilen, gençlik için bir anlam taşımayacağı ortada. Kılıçdaroğlu gençlik söz konusu olduğunda neoliberalizmden yolunu ayırmadığı için sadece yaşam standardının düşmesiyle işçi sınıfının parçası olduğunun farkına varmak zorunda kalan metropollerdeki eğitimli beyaz yakalı adaylarına hitap eden politikalar sunabildi.[1]

Son 1 Mayıs’ta İstanbul başta olmak üzere işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin bile rehavet içinde seçimi beklediği, alanlardaki sayılarda netçe ortaya çıktı. Zaten işçi sınıfının ‘devrimci sendikalarının’ yöneticilerinin seçimleri kazanınca gelecek sene Taksim’de 1 Mayıs’ın kutlanacağı yönündeki müjdeleri durumun vahametini göstermişti. Son 20 yıl içinde işçi sınıfının bütün haklarını tırpanlayan bir iktidara karşı, meşruiyetinin en dibe vurduğu yıllardan biri olan 2023’te Taksim’e çağrı yaparak, sadece sandıkta değil sokakta da AKP’nin gidişini örgütlemeyi düşünmeyen bir sendikacılık ve ‘sınıf mücadelesi’ anlayışı egemenliği söz konusu.[2]

AKP’nin gücü sokakta sarsılmadan olmuyor

Sokaktaki mücadelenin AKP’nin tabanında da etki yaratabildiğini son on yılda toplumsal muhalefet iki kez çok net gördü. Birincisi Gezi İsyanı; AKP-MHP’nin oy deposu olan İç Anadolu şehirleri dâhil her yerde halk sokakları doldururken değişim isteğinin ete kemiğe bürünmüş halini sahipleniyor ve AKP istifa sloganlarını yükseltiyordu. Sokaklara dökülen halkın devlet ve sermaye için yarattığı tehdidin farkında olan Kılıçdaroğlu da daha üçüncü gününde, artık evlerinize dönün, çağrılarına başlamıştı. Oysa sadece anketlere değil gündelik hayatın içindeki sohbetlere de yansıyan gerçeklik, AKP’nin kemik İslamcı tabanı dışındaki kesimlerin özgürlükler için kendi sesini sokakta yükselttiğinde AKP’den vazgeçebilecekleriydi. Sendika bürokrasilerinin genel grev çağrısı yapmaktaki isteksizlikleri ve korkularını takiben, ağır polis saldırısı ile isyan bastırıldığında bir sonraki 2014 yerel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri Tayyip Erdoğan’ın gücünü tahkim etmesiyle sonuçlandı.

İkinci örnek yine AKP-MHP iktidarının patriyarkanın en güçlü temsilcisi olarak, evlerde erkeklere isyan eden, boşanan, dayağa, sömürüye, denetlenmeye hayır diyen kadınların dayanışmasını ve direnişini kırmak için İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi tartışmaya açtığı iki yıl içinde yaşandı. Pandemi koşullarına rağmen ülkenin dört bir yanında sokakları boş bırakmayan, her toplumsal kesimden kadının dönüp bakmasını sağlayacak görkemli eylemlerle İstanbul Sözleşmesini savunan/anlatan feminist hareket ve kadın hareketi, AKP seçmeni kadınların da desteğini kazandı. Bu destek nedeniyle İstanbul Sözleşmesi’nden Meclis kararı ile çıkmak AKP açısından mümkün olmayınca Erdoğan hukuksuzca Sözleşme’den imza çekti.

CHP’nin AKP saldırganlığı karşısında sokaktan korkma siyaseti, son bir haftada bile sonuçlarını Erzurum örneğindeki gibi saldırılarla gösterdi. Toplumsal hareketlenme olmadan, AKP’nin gücü sokaktaki mücadele ile sarsılmadan, AKP tabanının değişimden umut besleme ihtimalinin olmayacağı görüldü. CHP devleti koruma refleksi ile halkın harekete geçmesinin özellikle işçi, gençlik ve kadın eylemlerinin ve her daim Kürt halkının mücadelesinin önünü kesmeye çalışırken, kendi iktidarında da benzeri eylemlerin yükselmesinin önünü kesmeye çalışıyordu kuşkusuz. Sonuçta seçimlerde gördük ki CHP’nin restorasyon projesi AKP-MHP faşizminin engizisyon tehdidinin gölgesinde başarıya ulaşma şansına sahip değilmiş. Ancak bu noktada şaşırtıcı olan, Türkiye sosyalist hareketinin büyük bölümün de 50 yıldır bitmeyen faşizm tartışmalarına rağmen, seçimle gideceklerine ikna olup ilk turda gönderelim siyasetinin aktif örgütleyicisi olarak Kılıçdaroğlu’na oy verirken, eylemli herhangi bir siyasal faaliyet öngörmemesi.[3]

Seçimlerin aynasında Kürt özgürlük hareketinin sosyalistlerle ittifakı

HDP’nin çağrısıyla, Türkiye sosyalist hareketinin HDP bileşeni olmayan kesimleriyle de yan yana gelerek AKP-MHP faşizmini yıkma hedefiyle kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı, bütün olumluluğuna rağmen seçimden sadece altı ay önce kurulduğu için seçim ittifakı olmanın ötesine geçemedi. En somut ifadesini TİP sözcüsünün “yarışırız” kavramında bulan ayrı listeler gerilimi, TİP açısından faşizme karşı bir mücadele ortaklığından ziyade, seçim barajını aşmak için yapılan pragmatik bir ittifakın söz konusu olduğunu, açıkça gösterdi. Kürt özgürlük hareketinin çok belli ki memlekette sosyalizm adına -sınıf mücadelesi açısından olmasa da- ‘sol’ seçmen nezdinde ilgi merkezi haline gelen bir güçle yan yana gelmeye verdiği önem, bu ittifakın tüm gerilimlere rağmen sürdürülmesinde belirleyici oldu. Bu noktada Kürt özgürlük hareketinin kendi içindeki tartışmalara ve Türkiyeli liberallerin telkinlerine rağmen 95’ten beri her seçimde Türkiye sosyalist soluyla birlikte seçim mücadelesi verdiğini unutmamak gerek.

HDP 2015’ten beri bizzat örgütlü sosyalist güçlerin temsilcilerini parlamentoya taşıyor ve zaten Kürt hareketiyle sosyalistlerin birlikte inşa ettiği bir parti olarak da siyaset yapıyor. Kuşkusuz Alevilerin, ekoloji mücadelesi verenlerin, Ermenilerin ve farklı toplumsal kesimlerin yer aldığı bir parti ancak “bileşen” kavramı ile sosyalist örgütler ifade ediliyor. 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın yüzde 9,8 oranında oy almasıyla barajın yıkılabileceği ve AKP’nin Meclis çoğunluğunu kaybetmesini sağlayacak politikanın HDP’nin parti olarak seçime girmesiyle mümkün olacağı, tespit edildi. Selahattin Demirtaş HDP’ye eşbaşkan olurken diğer eşbaşkan da sosyalist hareketten Figen Yüksekdağ oldu. HDP 2015’te bir yandan “seni başkan yaptırmayacağız” diyerek çözüm sürecine rağmen AKP’ye karşı ezilenlerden yana olduğunu gösterirken, adayları ve yönetici kadroları ile tüm ezilenlerin sesini ve mücadelesini de Meclis’e taşıyacağını gösteriyordu: Kürt özgürlük hareketini, Türkiye sosyalist hareketini, feministleri, Alevileri, ekoloji hareketini, Ermenileri, Süryanileri vd. İstanbul başta olmak üzere metropollerdeki oy patlaması tam da bu çoğulculuğun eseriydi ve yıllarca baraj nedeniyle sosyalist hareketin temsiline akamayan [ne kadarsa o kadar] oyların da Kürt hareketi-sosyalist hareket birliğine gelmesi sağlandı. Hiç kuşku yok ki sadece barajın aşılması ve AKP’nin çoğunluğu kaybetmesi için verilen o dönemin tanımıyla “emanet” oylar da vardı/varmış.

2018 seçimlerinde yine yüzde 10 baraj vardı ve HDP yüzde11,7 oy alırken yine toplumsal hareketlerden isimleri ve Türkiyeli örgütlü sosyalistleri Meclis’e taşıdı. Bu seçimde baraj yüzde yediye düştüğünde, Emek ve Özgürlük İttifakı toplamda yüzde 10,55 ile 2018’in gerisinde kalırken Yeşil Sol Parti’nin oyları 8,80 ile 2014’te Demirtaş’ın oy oranının bile altına düştü. (Bu genel yüzde birlik düşüşü bir dizi etkene bağlamak mümkün o yüzden sadece Türkiye metropolleri açısından bir değerlendirme yapmak anlamlı.) TİP’in aday gösterdiği İstanbul’da Yeşil Sol Parti-HDP oylarının yüzde 3-4 oranında TİP’e gittiğini görüyoruz. (Aynı şey İzmir ikinci bölge, Adana, Antalya ve Ankara ikinci ve üçüncü bölgelerde de geçerli.) TİP’in aday göstermediği İzmir ve Ankara birinci bölge, Gaziantep gibi yerlerde ise yine Yeşil Sol Parti oylarının yüzde 3-4 oranında CHP’ye gittiği görülüyor.

Ortak listeyle girilseydi kaç vekil kazanılırdı tartışmasını yapmayı, yıllarca bağımsız sosyalist adaylar, BSP, ÖDP ve DEHAP ile seçimlere katılmayı, barajın aşılmayacağının kesinliğine rağmen siyasi mücadele açısından gerekli bulan biri olarak, kendi adıma yanlış buluyorum. Ancak işçi sınıfından ve sınıf mücadelesinden değil yurttaşlardan ve Meclis’te sosyalist muhalefet yapmaktan bahseden, proletarya enternasyonalizminden uzak bir biçimde bir dizi katliamın faili Türk burjuva devriminin tüm önemli günlerini anan-kutlayan, özel mülkiyet karşıtlığını işçi sınıfının üretim araçlarına el koyması üzerinden değil seçimle iktidar olup birden fazla evi olanların evlerine el konulacağı gibi popülist söylemlerle ifade eden, bir sosyalizm tasavvuruyla karşı karşıyayız. Tam da bu “sosyalizm” anlayışı, Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesiyle hayata geçeceği düşünülen devletin restorasyonu projesinde ihtiyaç duyulan sol ayak olması için muhalif kanalların gösterdiği teveccühün nedeni. (Tabii TİP’te mücadele eden tüm sosyalistlerin niyetinden bağımsız olarak bu restorasyon projesinde TİP’e rol biçildiğinden kuşku duyulamaz.) Ancak tüm sosyalizm mücadelesini Meclis’te AKP’ye karşı güzel konuşarak muhalefet etmeye endeksleyen böylesi bir yaklaşımın neden sosyalist mücadelenin temsilcisi durumuna gelebildiğini sosyalist hareketin de kendine sorması gerekli. Zira toplumsal algının sosyalizm mücadelesini TİP ile anar olması, Kürt özgürlük hareketinin de Türkiyeli sosyalistlerle mücadele birliğini temel aldığını göstermek için, bir hayli pragmatist yaklaşımlarına rağmen TİP ile seçim ittifakı yapmasını gerekli kılmış görünüyor.

Bu noktada iki konunun tartışılması gerekiyor. Birincisi, 2015’te enternasyonalist sosyalist örgütlerin bileşeni olduğu HDP, niye sosyalist hareket ile mücadele birliğini temel aldığını göstermek için şimdi TİP ile ittifak yapma ihtiyacı duydu? İkinci soru ise, ister baraj nedeniyle emanet oy olsun ister toplumsal mücadelelerin politik temsilinin HDP’de olduğunun düşünülerek verilen oylar olsun, niçin bu oylar kalıcı HDP oyları haline gelemedi de TİP’e ve TİP’in aday göstermediği yerlerde de CHP’ye -geri- gitti? Oy kaybını, vekil sayısındaki azalmayı tek başına TİP’in ayrı listeyle seçime girmesi üzerinden tartışmak, sekiz yıldır baraj nedeniyle gelen oyları, partinin mücadelesiyle neden sabitleyemediğini görünmez kılıyor. Ki mesela Halkevleri’nin de önce sadece seçim ittifakı olduğu eleştirisi ile EÖİ’den çekilmesi ama sonrasında Yeşil Sol Parti’ye oy çağrısı dahi yapmaması, hiç kuşku yok ki bir dizi politik nedenin yanı sıra, 2015’te verilen desteğin ve 2018’de dâhil olunan ittifakın, esas olarak baraj nedeniyle AKP’nin önünü kesmeye yönelik bir seçim stratejisi olduğunu gösterdi. Kuşkusuz hem oy kaybı hem de TİP ile ittifak meselesini, Kürt özgürlük hareketinin HDP içindeki bileşenlerle ve dışındaki mücadele dinamikleriyle (özellikle feminist hareketle ve ciddi bir biçimde yok saydığı LGBTİ+ hareketle) kurduğu ilişki üzerinden, HDP bileşeni sosyalist örgütlerin de Meclis’te vekil temsilinin 2015’ten bu yana sınıf mücadelesindeki etkisi üzerinden tartışması gerekli.

Sandıktan ötesi yok mu?

Kürt özgürlük mücadelesi ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki/etkileşim, HDP ve/veya parlamento seçimleriyle sınırlı bir öneme sahip değil ve hiç de olmadı kuşkusuz. Kürt hareketi 99 belediye seçimleriyle birlikte kendi sınırları içinde toplumsal örgütlenmesini yeni bir aşamaya taşırken, 2007 ve 2011’de bağımsız adaylarla Meclis’e girmesiyle tüm Türkiye ölçeğinde emek, demokrasi ve özgürlük mücadelelerinin en etkili aktörü haline geldi. İster Kürt özgürlük mücadelesiyle devlet arasında diyelim ister Kürt halkıyla Türkiye egemen sınıfları arasında diyelim, barış ve müzakere süreçleri 99 ve 2007’den itibaren yeni bir boyut kazandı. Kürt özgürlük hareketi hem açık alanda siyasetin hem de parlamenter siyasetin açtığı alandan, tüm toplumsal kesimlere mücadelesinin temellerini ve taleplerini yaygınlaştırırken, enternasyonalist sosyalistlerin dışındaki toplumsal mücadelelerle de doğrudan ilişki kurdu.  Kürt özgürlük hareketinin siyaset yapma alanının ve mücadelesinin gelişimi, birbiri ardına kesintiye uğrasa da, her sefer Kürt hareketinin, aslında etki alanını genişleterek stabilize eden, barış ve çözüm görüşmeleri yapabilmesin önünü açtı.

2013’te başlayan ve 2015’te dağılan son çözüm süreci, Kürt özgürlük hareketinin sadece Türkiye sınırları içinde değil tüm Ortadoğu’da, işçi sınıfının, kadınların, halkların ve tüm ezilenlerin lehine bir çözümün parçası olacağını açıkça ortaya koymasıyla, AKP tarafından sonlandırıldı. Kobanê’de simgeleşen IŞİD’e karşı zaferler zinciri, ardından 2015 seçimlerinde HDP’nin Meclis’e girmenin ötesinde ortaya koyduğu siyasal mücadele ekseni, sadece AKP’nin değil bir bütün olarak Türkiye egemen sınıflarının ve/veya devletin temelini sarsıyordu. Bu nedenle CHP de “anayasaya aykırı ama” diyerek dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verdi ve Temmuz darbesi sonrasında daha da güçlenen AKP iktidarı hem belediyelerdeki hem de Meclis’teki seçilmişlere yönelik sistematik tutuklamalara başladı.

Sekiz yıldır sadece Kürt hareketine değil tüm toplumsal muhalefete yönelik baskı ve yargı operasyonları sahnede. Gezi mahkûmiyetlerinden LGBTİ+ eylemlerinin ve İstanbul feminist gece yürüyüşlerinin yasaklanmasına, toplumun her kesimine yönelik baskı ve devlet şiddeti sürüyor. Bu süreçte 2019 yerel seçimlerinin ardından yeniden Kürt halkının seçme seçilme hakkını tanımayan kayyum atamaları hayata geçirildi. Kürt halkının vermeye çalıştığı tepkinin Türkiye tarafındaki yansıması, HDP’li vekillerin ağır medya sansürüyle Meclis kürsüsünü kullanmaya çalışması ve gitgide azalan sayıda insanla yapılmaya çalışılan basın açıklamalarından öteye gidemedi. Kürt hareketi ile sosyalist hareketin metropollerdeki mücadele birliği basın açıklamalarının ötesine geçemiyor. (Bu noktada Kürt kadın hareketi ile feminist hareketin yaklaşık 30 yıldır adım adım gelişerek ve derinleşerek farklı teorik-politik yaklaşımlar ve örgütlenme formlarına rağmen kadın hareketi içinde birlikte mücadele etme deneyimlerinin, karma siyasi yapılarda göz ardı edilmesi, toplumsal muhalefetin erkek egemenliği düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı olmuyor.)

Birleşik mücadele sınıfsal tabana oturmayınca

Hem 2021 hem de 2022 başında, artan yoksulluk ve enflasyon nedeniyle yapılan işçi direnişleri ile ‘grev ziyaretini’ aşamayan bir ilişki kurulabildi. Özellikle İstanbul gibi metropollerde HDP’nin de dâhil olduğu muhalefet, parti binalarının önündeki açıklamalara sıkıştı. Bu noktada IŞİD’e karşı mücadelede kurulan enternasyonalist dayanışmanın uzantısı olan Türkiye’deki birleşik mücadele eksenine bakıldığında, birlikte yapılan panel ve grev ziyaretleriyle, gözaltına alınma konusunda daha kararlı durulan basın açıklamaları yapmanın ötesine geçilemediği görülüyor. Kürt özgürlük hareketiyle sosyalist hareketin ‘birleşik mücadelesi’ Türkiye tarafında ciddi anlamda sınıfsal mücadele veren bir tabana oturmaktan çok ama çok uzak kalmaya devam ediyor.

HDP de programındaki emek politikalarına rağmen Türkiye işçi sınıfı içinde karşılık bulacak, doğrudan örgütlenme modellerine çok uzak. Meclis’e sosyalist hareketten vekillerin HDP aracılığıyla girmesi işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerini niteliksel olarak dönüştürmek yönünde bile bir etki yaratamıyor. Direnişler bittikten sonra vekil ziyaretiyle sınırlı grev dayanışmaları çözülüyor bağ kopuyor. Oysa 3. Havalimanı inşaatının son dönemlerindeki işçi isyanı ve örneğin hastane inşaatlarındaki işçi isyanları, Kürt özgürlük mücadelesinin etkisinin Kürt işçilerin ağırlıklı olduğu işkollarındaki direnişlere yansıdığını gösteriyor: Yemekhane dağıtmalar, yelek ve baret yakmalar vd.[4]

Sonuçta enternasyonalist sosyalist hareketin Meclis’te temsili, sınıf hareketinde niteliksel dönüşüm yaratacak bir mücadele ve örgütlenme çalışmasına yönelmediği sürece kısa vadede, TİP’te simgeleşen, sandıkta ifadesini bulan, seçmen tabanlı sosyalizm rüzgârı, yelkenleri sağa dümen kırmayı zorlayacak biçimde doldurmaya devam edecektir. Uzun vadede ise kayyum, sistematik gözaltı ve tutuklama operasyonları gibi sömürgeci uygulamalar karşısında iki halkın mücadele birliğini somutlayacak bir işçi sınıfı hareketliliği yaşanmadığı sürece, Kürt halkının kazanımlarını kalıcı olarak büyütme imkânı bir hayli sınırlı görünüyor. Türkiye egemen sınıfları, bir adım ileri iki adım geri taktiğiyle, Kıbrıs’ta yıllar önce itiraf ettikleri yöntem olan “çözümsüzlük en iyi çözümdür” yaklaşımını, Kürt sorununda da dayatmaya devam ederken Kürt halkının direnişine verilecek yanıt sokaklarda, fabrikalarda işyerlerinde sınıfın eylemiyle duyulabilir ancak. HDP’nin işaret ettiği mücadele birliğinin niteliksel sıçraması da ancak böyle bir örgütlenmeyle inşa olur. Zira özellikle 2015’ten sonra çözüm sürecinin bitmesiyle AKP gösterdi ki, Kürt halkının, kadınların, işçi sınıfının, Alevilerin hatta ormanların ve derelerin ve tabii ki LGBTİ+’ların ve tüm ezilenlerin kaderi birbirine bir şekilde bağlı.

Dipnotlar:

[1] Kılıçdaroğlu’nun kadınlara ve kadın emeğine ilişkin politikalarına ilişkin olarak ayrıntılı biçimde seçimden önce ben dâhil bir dizi feminist değindiğimiz için burada yer sınırı nedeniyle değinmeyeceğim. Konuya ilişkin kendi yazım: https://kadineki.com/detay/secimler-restorasyon-ve-feminist-hareket/

[2] Olur da ikinci turda da vereceğimiz oylara rağmen Kılıçdaroğlu kazanamazsa, işçi sınıfının mücadelesine değil seçimi Kılıçdaroğlu’nun kazanacağına güvenerek gelecek yıl Taksim’de olacağımızı iddia eden sendika yöneticilerinin ne yapacağı merak edilmeyecek gibi değil.

[3] Kürt özgürlük hareketini bu eleştiriye dâhil etmiyorum. Kılıçdaroğlu’na oy çağrısına rağmen bölgede hem her daim eylemlilikleri hem halkın örgütlülüğü nedeniyle Türkiye işçi sınıfı ve ezilenleri ile farklı bir politik bilinç ve mücadele düzeyi söz konusu.

[4] https://saglikdunyasidergisi.com/haber/sehir_hastanesinde_bir_isci_isyani_daha_yemekhane_savas_alanina_dondu-13181.html

https://www.yeryuzupostasi.org/2018/08/09/ankarada-etlik-sehir-hastanesi-insaatinda-iscilerin-yemek-isyani/

 


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur