Hemen şu bir ay içerisinde dillendirilen ve jet hızıyla imzalanması beklenen bu sözleşmelerden, bu sözleşmelerin Türkiye açısından bağlayıcılığından bahsetmek tek bir yazının sınırlarını hayli zorlayacak. Bu yazıda çok sınırlı da olsa sadece savaş, göç girdabı içerisindeki bu dünya gerçekliğinde, Türkiye’nin hemen seçimlerden sonra üstlenmek durumunda kalacağı görevlere bir nebzede olsa ışık tutabilecek noktalara değinmek şimdilik yeterli olacak
Ortadoğu’daki yangınlar hiç sönmedi. Suriye alevler içerisinde kalıverdi. Ardından Afganistan. Ardından Avrupa’nın en büyük nükleer enerji santralinin bulunduğu[1] ve stratejik bir koridor olarak konumlandırılan Ukrayna. Ardından İran.
Ardından basına adı bile lazım olmayan, “bir deve tüccarının altın madenleri tekeline sahip olma” hikâyesiyle taçlandırılan, komşu ülkelerinin adını neredeyse her gün anmak zorunda kaldığımız, ancak kendi adını anmamıza sıra dahi getirilmeyen, Afrika’nın göbeğindeki Sudan.
Ve yine Birleşmiş Milletler açıklaması[2]: “Sudan’da en az 330 bin insan göç yollarında.”
Yani artık ne Cenevre Sözleşmesi ne de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi. Dillendirilen yeni sözleşmeler var Avrupa topraklarında: İşçi grevleri bahane edilerek gündeme getirilen, AB hava yolları hukukunun yamalı bir bohça görüntüsünde olduğu ve en kısa zamanda oluşturulması hedeflenen ortak bir sözleşme. Uluslararası deniz yolları sözleşmelerinin geçerliliğini kaybetmesi sebebiyle yeni deniz yolları sözleşmeleri. Kara parçası dediğimiz sınırlarda, yasalar ve duvarlarla oluşturulan yeni güvenlik sözleşmeleri. Ukrayna işgalinin hemen ertesinde, önce Belarus, şimdi de Bosna,[3] ya sonra?
Hemen şu bir ay içerisinde dillendirilen ve jet hızıyla imzalanması beklenen bu sözleşmelerden, bu sözleşmelerin Türkiye açısından bağlayıcılığından bahsetmek tek bir yazının sınırlarını hayli zorlayacak. Bu yazıda çok sınırlı da olsa sadece savaş, göç girdabı içerisindeki bu dünya gerçekliğinde, Türkiye’nin hemen seçimlerden sonra üstlenmek durumunda kalacağı görevlere bir nebzede olsa ışık tutabilecek noktalara değinmek şimdilik yeterli olacak.
Şu altı aylık bir zaman dilimi içerisinde, AB üyesi ülkelerden tutalım da Latin Amerika ülkelerine dek, seçimleri hangi parti almış olursa olsun, yeni bir yönelimin haritası belirlenmek üzere yepyeni parlamento kararları alındı. Bunların hepsini aktarmak da bu yazının sınırlarını aşacak. Bu yüzden, sadece savaş ve göç gerçekliğine yönelik başlatılan kampanyayı ilgilendiren kararları aktarmak şimdilik, ancak sadece şimdilik yeterli olacak.
Avrupa Birliği üyesi 27 devlet[4] ve hükümet başkanı, 9 ve 10 Şubat tarihlerinde, Brüksel’deki İsveç Konsey Başkanlığı’nda Türkiye’nin de katılacağı özel bir zirve için bir araya gelecekti.
Basın bu zirvenin esas gündeminin AB-Türkiye Mülteci Anlaşması olduğunu duyurmuştu. Ancak 6 Şubat tarihinde Türkiye’de on bir ili sarsan deprem felaketinin yaşanmasının ardından zirvenin gerçekleştirilip gerçekleştirilemediğine ilişkin hiçbir açıklama yapılmadı.
Deprem sadece Türkiye’yi değil, AB üyesi ülkelerin, zararlarının kısa vadede telafi edilebilmesi mümkün olmayan uzun vadeli bir dizi projesini de yerle bir etti.
Merkez şubesi Almanya’da Frankfurt şehrinde bulunan PRO ASYL[5] bu zirve öncesinde, “Türkiye güvenli bir ülke değildir. İnsan hakları ihlalleri için milyarlarca avro ayırmayın” başlıklı basın açıklamasını yineledi.
18 Mart 2016’da imzalanan AB-Türkiye Mülteci Anlaşması’nın yedinci yıldönümü sebebiyle PRO ASYL ve Yunan ortak kuruluşu Refugee Support Aegean, 16 Mart 2023’te şöyle bir basın açıklaması yayınladı:
İnsan hakları ihlallerine milyarlarca avro ayırmayın. AB-Türkiye arasında imzalanan bu anlaşmanın imzalandığı ve yürürlüğe girdiği tarihte, yani Mart 2016’da dahi, Türkiye’ye gönderilen ve çoğu Suriyeli olan 3000 insan varken, Türkiye’den Avrupa’ya aynı anda göç eden ya da kaçan 7000 insan mevcuttu. Anlaşma, AB topraklarına Yunanistan’da ayak basan ve koruma arayan kişilerin, Türkiye tarafından geri alımını öngörüyordu. AB, Türkiye’ye mali destek ve vize kolaylığı sözü verdi. Gelinen aşamada, 2023 Şubat Mart ayları içerisinde, sadece Türkiye, Afganistan ve Suriye’den kaçarak Avrupa topraklarına ayak basan ve çoğu geri gönderilen insan sayısı 800 bini aşmaktadır. Öz itibariyle, bu anlaşma tam bir insan hakları kâbusudur. Bu anlaşmayla birlikte Avrupa Birliği insan hayatını, hukukun üstünlüğünü ve bizzat demokrasinin kendisini tehlikeye atan politikaların normalleşmesini ve yaygınlaşmasını teşvik etmektedir. Hukukun üstünlüğünü tehlikeye atan bu anlaşma derhal feshedilmeli ve militarizasyondan uzaklaşılmalıdır. Yunanistan’a ayak basan göçmenlerin, insani haklarını ve iltica politikalarını ihlal eden bir biçimde kabulü ya da reddedilişi uygulamalarında köklü bir değişikliğe gidilmelidir.
Öncesinde raporlar halinde belgelenen bu maddi yardıma ilişkin ise, deprem yardımlarının da gündeme gelmesiyle birlikte hiç bir özel rapor yayınlanmadı.
Tesadüf olmasa gerek! Tam da AB-Türkiye Mülteci Anlaşması içerikli bir zirvenin gerçekleşemediği ve milyarlarca avroluk katkının yinelenmesi gereken o tarihlerde işte. Deprem bölgelerinde bulunan bazı milletvekilleri, hatta bazı bakanlar “Göçmenleri geri göndereceğiz. Avrupa’nın yükünü biz sırtımıza alamayız” yönlü ve nefret dolu açıklamalar yapmaya başladı.
Ve hemen ardından, yine tesadüf olmasa gerek, 2013-2015 yılları arasında yüzlerce kurumla birlikte çok yoğun olarak yürütülen fikir alışverişlerinin ardından, Almanya’nın Afganistanlılara[6] yönelik formüle ettiği “gönüllü gönderme” yasal düzenlemesinin Türkiye’de de gündeme getirileceği duyuruları yapıldı.
Türkiye gibi Tunus ve Libya da on yılı aşkın bir süredir AB üye ülkeleri ile birlikte çalışıyor. Ancak asıl destek öncelikle Tunus’a veriliyor. AB üye ülkeleri sınırlarını kontrol etmesi ve Avrupa’ya yönelen göçü engellemesi için Tunus’u siyasi ve maddi olarak finanse ediyor ve birçok alanda destekliyor.
Tunus’taki mülteci kamplarında gerçekleşen ve ölümlerle, sakatlanmalarla sonuçlanan insanlık dışı uygulamaları rapor eden PRO ASYL’in sesi bu güne dek dikkate dahi alınmadı. PRO ASYL, Tunus ve komşu ülkelerinde bulunan onlarca kurumla[7] irtibat kurarak, çok detaylı raporlar hazırladı ve Avrupa Parlamentosu’na sundu.
Türkiye’yle yedi yıl önce imzalanan bu anlaşma henüz iptal edilmiş değil. Hayatları, kaderleri bu anlaşmaya bağlı olan göçmenlerin akıbetinin ne olacağı ise hemen seçimlerden sonra belirginleşmek zorunda.
Peki neden?
PRO ASYL’in Hukuk Politikası Sözcüsü Wiebke Judith, Litvanya Parlamentosu’nun 20 Nisan’da aldığı ve 1 Haziran’da yürürlüğe girecek olan kararları karşısında kurum olarak dehşete kapıldıklarını, bizzat AB üyesi ülkelerde, alınan bu yönlü kararlara karşı hukuki hiç bir tavır almamaya devam edildiğini belirterek 25 Nisan tarihinde şu açıklamayı yaptı:
Litvanya Parlamentosu’nun ‘Pushback’i -göç eden insanları sınırlarda şiddet yoluyla püskürtme- ulusal hukukta yasallaştırma kararı, Avrupa’daki mülteci koruma hukuku açısından bir başka iflasın ilanıdır. Polonya ve Macaristan’da olduğu gibi Avrupa Konseyi tarafından ancak son zamanlarda işkence olarak sınıflandırılan bir uygulamanın resmileşmesine çok az kaldı. AB üyesi ülkelerin mültecileri koruma pratiğindeki düşüş devam ediyor. Bu yasa değişikliği kaçan insanların hayatlarını tehlikeye atmakla birlikte, Avrupa hukukunu ve uluslararası hukuki anlaşmaları da çiğnemekte, ihlal etmektedir. AB üyesi bu ülkelerde çıkarılan bu yasalara karşı [Almanya] Federal Hükümet’ten ve diğer üye devletlerden, Avrupa Komisyonu’ndan ve Avrupa Parlamentosu’dan bir itiraz yükselmesi gerekiyor. İnsan haklarını ihlal eden böyle bir yasaya müsamaha gösterilmemelidir.
Bu yasalara karşı politik bir baskı mekanizması oluşturulmalı, ihlal davaları açılmalı ve mali yaptırımlar gündeme getirilmelidir. Böyle bir müdahale gerçekleştirilmezse, bu çarkın geriye döndürülmesi imkânsız hale gelecek.
Yine aynı tarihte ve büyük bir üzüntüyle, PRO ASYL Avrupa Sözcüsü Karl Kopp da şu açıklamayı yaptı:
Cenevre Mülteci Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne temel kriterler düzleminde tamamen yüz çeviren AB ülkelerinin listesi uzadıkça uzuyor. Yıllardır verdiğimiz mücadeleye, Avrupa Parlamentosu’na sunduğumuz sayısız rapor ve önergeye rağmen, Brüksel’den güçlü bir müdahale olmaksızın hukukun üstünlüğünün, insan haklarının ve mülteci korumasının geriye çark ettirildiği bu sarmalın frenlenmesi pek mümkün görünmüyor.
Almanya Federal Hükümeti’nin 29 Nisan tarihli oturumunun gündemlerinden biri, “İltica Prosedürleri Yönetmeliği ve İltica ve Göç Yönetimi Yönetmeliği” idi.
Bu oturum gerçekleşmeden bir gün önce, yine PRO ASYL Avrupa Sözcüsü Karl Kopp, Dublin Sözleşmesi’yle paket transferi yapılırmışçasına o ülkeden bu ülkeye sürülen göçmenlerin, şimdi de “güvenli üçüncü dünya ülkeleri” prosedürüne göre büyük bir belirsizliğe terk edilmesinin, yine Dublin Sözleşmesi’ne bir dönüş olduğunu belirtti. Bu tür prosedürler hazırlamaya kalkışılmaması gerektiğini, böyle bir şey yapıldığı takdirde, insan hakları ihlallerinin yasal olarak da onaylandığı bir prosedüre imza atılmış olacağını belirterek, tarihsel hataların yinelenmesine karşı duyduğu tepkileri ve tarihi uyarılarını içeren cümleleriyle birlikte şöyle bir açıklama yaptı:
Sınır prosedürleri son yılların temel hatasıdır. Çünkü deneyimler, sınır prosedürlerinin insani suiistimallere, kötü uygulamalara ve nihayetinde koruma reddine yol açtığını göstermektedir. Bu işlemlerin kaçma sebepleriyle mi, yoksa kaçanların sadece hangi Avrupa dışı üçüncü ülkeye gönderilebileceğiyle mi ilgili olduğu ise hâlâ bir merak konusudur. Sınır prosedürlerinin bu şekilde onaylanması, koalisyon anlaşmasının iltica prosedüründe koruma arayanlar için daha iyi standartlar yaratma ve dış sınırlarda çekilen acılara son verme vaadiyle uyuşmuyor.
Federal Hükümet’in bu gündemli oturumu 29 Nisan tarihinde gerçekleşti. “Sığınmacıları koruma” yasalarını 30 yıl önce resmileştiren Almanya Federal Hükümeti, tüm AB üyesi devletlerin önünü açan bir yasaya imza attı.
Bu kararın ardından PRO ASYL Avrupa Sözcüsü Karl Kopp, çok büyük bir üzüntüyle ve sadece iki satır yazmakla yetindi: “Bu çöküşü, mülteci haklarını savunan hukuk devleti partisi FDP’den, Yeşiller’den ve üyeleri onlarca yıl önce zulüm gören bir Sosyal Demokrat Parti’den (SPD) beklemezdik.”
Kopp’un bu açıklaması üzerine, Seebrücke’ye[8] destek veren ve belediye meclisleri düzleminde ağırlığı bulunan SPD kollarından da dayanışma mesajları geldi.
Basın açıklaması yapma görevini Seebrücke üstlendi:
Federal Meclis’in aldığı bu karar tam olarak ne anlama geliyor? Avrupa Komisyonu’nun ortak bir Avrupa sığınma sistemi önerisi şu anda Avrupa düzeyinde müzakere edilmektedir. Bugün Federal Hükümet, önümüzdeki müzakerelerde kendisini nasıl konumlandıracağına karar verdi.
Komisyonun önerisi, öncelikle insanları dış sınırlarda kilitlemeyi, sığınma erişimini zorlaştırmayı ve tekrar sınır dışı edilmelerini kolaylaştırmayı hedefliyor. Bu prosedürün ne tür sonuçlar doğuracağına ilişkin yeterince tecrübemiz var.
Sonuçların ne olacağını biliyoruz: Avrupa sınırları boyunca toplu kamplar ve gözaltı merkezleri.
Federal Hükümet aldığı bu kararla birlikte, Avrupa Komisyonu’nun önerisini de prensipte kabul edecek ve bunu sadece biraz yumuşatmakla yetinecektir. Hükümet bu kararıyla birlikte, insan hakları temelli pozisyonlara elveda diyor ve kendi koalisyonunu ihlal ediyor.
AB üyesi devletler arasında yıllardır gerginliğe neden olan Dublin prosedüründen gelen dayanışma dışı mekanizmalar kaldırılmıyor, hatta daha da güçlendiriliyor.
Almanya Federal Hükümeti’nin bu kararı almaya hazırlandığı dönemde, İtalya’da da kurtarma ekiplerine yönelik bazı yaptırımlar keskinleşmeye başladı.
İtalya Hükümeti, Akdeniz sularında Avrupa Adalet Divanı kararlarını sürekli çiğneyendir[9]. Bu kararları çiğneyişini, geçtiğimiz aralık ayında parlamento olarak da onaylayarak yasallaştırdı.
Birçok ülkenin göçmenleri kurtarma noktasında uluslararası deniz hukukuna uymaması normalleşirken, bu ülkelere karşı herhangi bir yaptırım uygulanmaz. Aksine kurtarma ekiplerine karşı dava açma modası başladı. Bu davalarda kurtarma ekiplerini savunmak üzere yüzlerce avukat, onlarca kurum ve binlerce insan seferber olur. Bu işin maddi ve manevi yanı koca bir kambura dönüşürken, Akdeniz’de yüzlerce insanın artık niyetler güdülerek boğulmaya terk edilişi de resmen bir katliama dönüşür.
20 Nisan’da, sabahın erken saatlerinde Akdeniz sularındaki göçmenlerin kurtarılma çabaları sırasında İtalyan makamlarının çıkardığı zorluklar, bardağı taşıran son damla olur. Bu gidişata dur demek üzere 21 Nisan tarihinde üç kurtarma ekibi İtalyan makamlarına karşı dava açar[10].
Bu davanın içeriği çok kapsamlı olmakla birlikte, özetle şöyledir:
En son 20 Nisan sabahı 02.00-03.00 sularında yaşadığımız deneyim, İtalyan makamlarının arama kurtarma faaliyeti yürüten kurumlara demir atmak üzere uzak limanları göstermesinin, artık maksatlı bir davranışa dönüştüğünü ispatlamıştır. Kurtarma gemimiz Humanity 1’de bulunan kaptanımıza, kurtarılmış olan 69 insanla birlikte 1600 km ötede bir limanın adresi gösterilmiştir. Bu yolculuk kurtarılan insanların nereye bırakılacağını belirsizleştirmekle birlikte, daha fazla insanın kurtarılmasını da bilinçli bir taktikle engellemiştir. Bir hafta içerisinde 300 göçmeni bu maksatlı davranışlar sebebiyle ölüme terk etmek zorunda bırakıldık. Yeter artık! Savaşların durulmadığı bu yeryüzü gerçekliğinde, savaşlardan kaçan insanların da ölüme terk edilmesi, insan hakları ihlallerinin uluslararası hukuk normları itibariyle dahi meşrulaştırılaştırıldığının açık bir göstergesidir.[11]
Bu davaya gönüllü olarak avukatlık yapan bir avukatlar birliği oluşturulur. İtalya’dan Almanya’ya, Belarus’tan Meksika’ya dek bir dayanışma ağı örülür[12].
Uluslararası deniz hukuku uzmanı olan ve bu hukukun çiğnenişinin arka planını belgeleriyle bir kitap haline getiren Nassimi Madjidian, Akdeniz sularında yaşanan bu hukuksuzluğun arka planını şöyle özetliyor[13]:
Benim teorime göre, kapalı limanlar politikası, özellikle Salvini döneminde ve Carola Rackete davası sebebiyle medyanın bu denli büyük ilgisini topladı. Bu olay İtalya’yı o kadar kötü bir duruma soktu ki, ne pahasına olursa olsun bu gidişatı engellemek ister hale geldiler.
Dönemin İçişleri Bakanı Salvini’nin STK gemilerine herhangi bir liman tahsis etmeme uygulaması mevcuttu. Bu uygulama, İtalyan kıyılarında kurtarılmış insanlarla dolu gemilerin haftalarca durmasına yol açtı. Daha sonrasında ise, kurtarılan insanları kabul etmeye istekli olan Avrupalı üye devletler arasında arka planda müzakereler yürütüldü. Ve ancak bu müzakerelerde bir sonuca varıldığı takdirde, yani mültecilerin dağıtılacağı yerleri netleştirdikleri anda bir limana girilmesine izin verildi. Bu durum, Avrupa düzeyinde de pek çok eleştiriye neden oldu ve AB Komisyonu devreye girdi.
Uluslararası hukuk, kıyı devletlerinin deniz kurtarma durumlarında nasıl davranmaları gerektiğini düzenler. Deniz kurtarma hukukunun temel kurallarından biri, kurtarılan kişilerin bulunduğu bir geminin kaptanına mümkün olan en kısa sürede güvenli bir yer-liman tahsis edilmesi zorunluluğudur.
Ancak bu yeni gelişmeler, yeni hukuk ihlalleri kasım ayı civarında başladı. Hükümet değişikliğinden hemen sonra uzak limanlara gönderilen gemi vakaları oldu. Hatta bir kurtarma gemisine Fransa’da bir durak tahsis ediliverdi. İtalya Hükümeti hemen 2023 yılına girer girmez, sivil deniz kurtarmaya yönelik yeni kısıtlamalar getiren bir kararname yayınladı. Tüm bu gelişmelerin yasal dayanağı da bu oldu.
Bu yeni model ise daha etkili bir uygulamaya dönüştü: Kurtarma gemilerinin bir limana girmelerine izin verirsiniz. Ancak bu izni geciktirir ve daha uzak bir adres gösterirsiniz. Böylelikle çok daha az kurtarma gerçekleştirilebilmiş olur. Ve bu durum da, artık medyanın dahi ilgisini çekmez hale gelir. Çünkü deniz kurtarma örgütleri ortalıkta dolaşabilmekte ve onlara limanlar tahsis edilmektedir. O zaman sorun ne?
Avrupa Adalet Divanı geçtiğimiz günlerde kuruluşların konumunu biraz daha fazla güçlendirdi. Ancak istenilen şey hâlâ başarılabilir durumda: Kurtarma gemilerini çok uzak bir liman atar ya da gemileri orada alıkorsunuz. Bu durum kimsenin umurunda dahi olmaz. Ve böylelikle kurumların kurtarma kapasitelerini büyük ölçüde azaltmış olursunuz.”
Uluslararası düzeyde insan hakları mücadelesi veren 144 kurum ve 250 belediye eylemlere başlıyor: “30 yıl yeter! Sığınmacılara Yardım Yasası[14] kaldırılsın. Bu yasa yerine: Kendi kaderini tayin ve göç ettiği ülkelerdekilerle eşit haklara sahip olarak yaşama hakkı.”
Havada, karada ve denizlerde devreye giren yeni yasaların ve NATO[15] üyesi olan AB ülkelerinin daha değişik bir stratejiyle konumlandırıldığı şu tarihsel süreçte, “insan hakları” denen şeyin pervasızca çiğnenmeye devam edeceğini ve bu pervasızlığa karşı hukuki bir mücadele yürütme gerçekliğinin neredeyse ortadan kalktığını gören kurumlar 8 Haziran’a dek sürecek bir kampanya başlattılar.
AB üyeleri nezdinde sürdürülecek olan bu kapsamdaki reform müzakerelerinin, 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerine dek nihayetlendirilmesi gerekiyor. Bu kampanya da o tarihe dek çeşitli eylemlerle sürdürülmeye devam edecek.
Başta PRO ASYL, Seebrücke ve bu kurumların yıllardır ortak faaliyetler yürüttüğü, kısmen dipnotlar biçiminde aktarmakla yetindiğim uluslararası düzeyde faaliyet yürüten 144 kurum olmak üzere, Almanya çapında 250 belediye de hemen bu kampanyanın altına imzasını attı. Kampanyaya katılan kurumların sayısı ileriki günlerde mutlaka bir artış gösterir.
Daha şimdiden, “Tehcir merkezlerine hayır” denilerek, mültecilerle birlikte ortak kamplar gerçekleştirme tarihleri belirlendi. Kamuoyu açıklamaları ve kamuoyunun daha kapsamlı ve yaygın bir şekilde bilgilendirilmesinin ardından sokak eylemlerine geçilecek.
Bu bilgilendirmeler yapıldıktan sonra, kampanyaya katılan kurumların listesini ve duruşlarını daha sağlıklı bir biçimde aktarmak mümkün olacak.
Latin Amerika ülkelerinde de bu yönlü alınan parlamento kararlarının ve uygulamaların da bu zincirin genişlemesine hayli büyük bir etkisi olacak.
Bu eylemlere de binler, hatta on binler katılacak. Buna hiç şüphe yok!
[1] Bu santrale dair “elektrik kontağına bağlı yangın” olarak açıklanmak zorunda kalınan haberlerin ötesine gidilmedi. Bu santrale yönelik saldırıların Ukrayna ve etrafındaki ülkelere yaydığı radyoaktif maddeler henüz gündemde bile değil. Gündemde olan, savaştan kaçan ve tutuklanan erkek sayısı. Gündemde olan, Avrupa kapılarının artık Ukrayna’dan gelenlere dahi sınırlı olarak açık tutulacağı.
[2] BM’in 2 Mayıs tarihli açıklamasından.
[3] Bosna sınırlarına bile tel örgü değil, adeta demirden bir duvar örülmüş. Yakalanan göçmenler ise bu sınırlarda hızla inşa edilen ilkel hapishanelere kapatılmış.
[4] Avrupa Birliği üyesi 27 ülke: Almanya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan.
[5] 1986’da kurulan PRO ASYL’in merkez bürosu Hessen Eyaleti’nde bulunan Frankfurt şehrindedir. Eyalet çapındaki mülteci konseylerinin, kiliselerin, sendikaların, sosyal yardım ve insan hakları örgütlerinin çalışanları, Federal Çalışma Grubu niteliğinde olan PRO ASYL’de temsil edilmektedir. PRO ASYL Federal Eyalet Çalışma Grubu’nda olmakla birlikte, dernek ve vakıf niteliğinde de iki bileşeni vardır. Dernek niteliğindeki bileşeninin üye sayısı, 2020 itibariyle 25 bin 353’tür. Almanya ve Avrupa’da sığınma arayan kişilerin korunması ve onların hakları için mücadele eder. Bu niteliğiyle, Avrupa Parlamentosu’nda mültecilerle ilgili gündemlere önergeler yoluyla katılıp düşüncelerini ifade etme hakkına sahip olmakla birlikte, Avrupa Parlamentosu’na sunduğu önergelerin değerlendirilişi sırasında, temsilcilik düzeyinde katılabildiği bu oturumlar hakkında kendisine bağlı kurumları ve kamuoyunu da detaylı olarak bilgilendirir.
[6] Afganistanlıların Almanya’da vatandaşlık alma hakları yok. Bu sebeple 20-30 yıldır burada yaşayanların dahi bir gece ansızın evleri basılarak gönderildiklerine tanık olduk. Bürokratik işlemleri azaltmak adına yeni bir yasal düzenleme yapıldı: “Yol giderlerini karşılama ve güvenli bölgelere teslim edilme garantisiyle geri gönderme.” Bu yasa çıkarıldığında, Almanya’nın Afganistan’da konumlandırdığı özel askeri birlikleri ve koruma altına aldığı bölgeler vardı. Tüm bunlara rağmen, bu şekilde ülkesine giden-gönderilen bir Afganistanlı öldürüldü. Afganistan’da patlayan savaş anlarında Almanya’nın koruma altına aldığı bölgeler dahi kimsesizliğe terk edildi. Ancak hala Afganistanlıların vatandaşlık hakları yok. İran’da dahi vatandaşlık hakları yok ve bu sebeple sadece belirli branşlarda üniversite öğretimi yapma hakları var. Resmen yasal olarak ırkçılık çekirdeğinin dünya çapında muhafaza edildiği halklardan biri Afganistanlılar!
[7] Akdeniz’de yakalanan göçmenlerin Tunus’a gönderildiklerinde ne tür işkencelere maruz kaldıklarının Pro Asyl tarafından belgelenmesine katkı sunan ve 2023 yılında bu gündemli basın açıklamalarına imza atan kurumlar: Abolish Frontex, Afrique-Europe-Interact, Alarmephone Sahara, All Included Amsterdam, Arci, Association for Justice, Equality, and Peace (AJEP), Association Intersection pour les Droits et les Libertés Tunisie, Association pour la promotion du droit à la différence Tunisie, Association Sentiers Tunisie, Association Tunisienne pour les Droits et les Libertés, Association Tunisienne de défense des libertés individuelles, Association Tunisienne de l’Action Culturelle (ATAC), Association for Juridical Studies on Immigration (ASGI), Avocats sans frontières (ASF), Association Tunisienne des femmes démocrates (ATFD), Associazione Radicali Certi Diritti, Baobab Experience, Borderline-europe Human Rights without Borders e.V, Border Violence Monitoring Network, Boza Fii, Campagna LasciateCIEntrare, Carovane Migranti (Italia-Tunisia-Centroamerica), Comité pour le respect des libertés et des droits de l’Homme en Tunisie (CRLDHT), Comitee 21 March (Netherlands), CompassCollective, Dance Beyond Borders, EMERGENCY, EuroMed Rights, Fédération des Associations de Solidarité avec Tou-te-s les Immigré-e-s (Fasti), Fédération des Tunisiens pour une citoyenneté des deux rives (FTCR), Flüchtlingsrat Niedersachsen e.V., Forum Tunisien pour les Droits Économiques et Sociaux (FTDES), International Justice and Human Rights Centre, iuventa-crew, kritnet – Netzwerk Kritische Migrations- und Grenzregimeforschung, Ligue Tunisienne des Droits de l’Homme, Louise Michel, Maldusa, Mare*Go Zusammenland e.V, Mare Liberum, Mediterranea Saving Humans, Melting Pot Europe Project, Mem.Med – Memoria Mediterranea, Migrant Solidarity Network, migration-control.info project, Migreurop, Mission Lifeline, Moviment Graffitti, Open Arms, Psychologues Du Monde Tunisie (PDMT), Reclaim The Sea, Refugees in Libya, Refugees Platform in Egypt, Refugees’ Solidarity Movement, RESQSHIP, R42-sailandrescue, Salvamento Marítimo Humanitario (SMH), SARAH (Search And Rescue for All Humans), Sea-Eye, Sea Punks, Sea-Watch, Seebrücke, Solidary Wheels No Borders For Human Rights, SOS Humanity, Statewatch, United4Rescue, Unitat Contra el Feixisme i el Racisme (Catalonia), Watch the Med Alarmphone, w2eu – Welcome to europe.
[8] Seebrücke-İskele: Kurumda faaliyet göstermenin temel kriteri köklü bir biçimde ırkçılık karşıtı olmaktır. Kurum, göçmenleri kurtarmak üzere güvenli limanlar yaratmayı idealize eder. Ve bu ideallere gerçekleştirmek üzere mücadele eder. 2018, Almanya’da ırkçılık karşıtı kampanyaların doruğa ulaştığı bir yıl oldu. Bu kampanyalar hep, “AfD’ye karşı herkes ama herkes omuz omuza” biçiminde tanımlansa da, kampanyaların hedefinin ne olduğunu bugün daha berrak bir biçimde görmek mümkün. Seebrücke bu kampanyalar içerisinde doğdu. Kuruluş aşamasında, ağırlıklı olarak 68 kuşağından avukatlarla üniversite amfilerinde düzenlediği “ırkçılığın tarihi ve günümüzdeki maskeleri” gündemli seminerlerden protestolara dek tüm etkinliklerine katılma olanağım oldu. Hamburg’dan Berlin’e on binlerin katılım sağladığı eylemler gerçekleştirerek ete kemiğe büründü. Almanya çapında 250’yi aşkın belediyede örgütlendi ve bu ağı daha da genişletti. Öğrencisinden liman işçisine, avukatından doktoruna, terzisinden fırıncısına dek, protestolara ve kurtarma faaliyetlerine fiili olarak destek verebilecek büyük bir ağ oluşturmayı başardı. Avrupa’daki göçmenlik politikasına ve Akdeniz’deki kurtarma faaliyetlerinin suç sayılmasına karşı yürüttüğü fiili mücadelede hukuki olarak çok ağır, tarihi davaları omuzlamak durumunda kaldı.
[9] Keza Çek Cumhuriyeti başta olmak üzere bir çok ülke Avrupa Adalet Divanı’nın bu yönlü kararlarını sistematik olarak çiğnemektedir.
[10] 21 Nisan 2023 sabahı, arama kurtarma kuruluşları SOS Humanity, Mission Lifeline ve Sea-Eye Berlin merkezli bir basın açıklamasıyla, İtalyan makamlarının sistematik olarak sadece uzak limanları tahsis etmesine karşı Roma’daki hukuk mahkemesinde bir dava açtıklarını kamuoyuna duyurdu.
[11] Bu not, kurumların kendileriyle dayanışan organizasyonlara eyleme geçmek üzere ilettikleri mesajlardan bir bölümdür. Davayı açmalarını gerektiren somut olayı anlattıkları bildirge yaklaşık iki sayfa olmasına rağmen, bu bildirgenin hukuki içeriğine ilişkin, tüm kurumsal deneyimlerini içeren raporlar da yayınladılar.
[12] Bahsi geçen dayanışma ağı fiili olarak zaten var olan bir ağ. Neredeyse 20 yıldır sürekli savaş ve göç merkezli çalışmaları fiili olarak yürüten kurum ve insanlardan oluşuyor. Bu zeminde faaliyet yürütmek isteyen genç hukukçulara ve kurtarma faaliyetlerine katılmak isteyen gönüllülere yönelik eğitim kampları da organize ediyor.
[13] Özge İnan’ın bu davanın açılışı sebebiyle Nassim Madjidian’la yaptığı ve 26 Nisan tarihli “Der Freitag” gazetesinde yayınlanan röportajından bir bölüm. Nassim Madjidian bir avukat ve doktorasını Hamburg Üniversitesi Uluslararası Denizcilik Hukuku Kürsüsü’nde sivil deniz kurtarmanın yasal çerçevesi üzerine yapıyor. Madjidian, Latin Amerika ülkelerinde ve özellikle Şili’de yürüttüğü çalışmalara da devam ediyor.
[14] Bu yıl, Almanya’da “AsylbLG” bilinen yasanın çıkarılışının 30. yılı.
[15] AB üyesi olan 27 ülke ve NATO üyesi olan 31 ülke var. Yani NATO üyesi olan, ancak AB üyesi olmayan sadece 4 ülke var. Uluslararası düzeyde yürütülen diplomatik görüşmeleri ve hemen ardından gelen “göç haberleri” silsilesini bağladığımızda savaş gerçekliğinin koca bir haritası çıkıyor. Bu harita çok korkunç. Bağlantı kurmaktan dahi endişe duyulacak denli korkunç diyerek, şimdilik sadece NATO üyesi ülkeleri de buraya almakla yetineyim: ABD, Almanya, Arnavutluk, Belçika, Birleşik Krallık, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İspanya, İtalya, İzlanda, Kanada, Karadağ, Kuzey Makedonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya, Türkiye ve Yunanistan.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.