Kulübede düşünmek: İşçi sınıfı ve ideoloji – Ender Şiar Argın (Vesaire)

Sosyalist toplumun ya da eşitlikçi-adil bir düzenin kurucu gücü olarak, sahici bir harekete ancak sınıfsal bakış açısı zemin olabilir. Çünkü sınıfsal bakış açısı, uzun süreli gelenekler, dogmalar, kurallar ve alışkanlıkları sürdürmeyi yani çatışkıları yönetmeyi değil yıkmayı, ortadan kaldırmayı görev edinir, hakikatin yolunu açma özelliğini kuşanır

Kulübede düşünmek: İşçi sınıfı ve ideoloji – Ender Şiar Argın (Vesaire)

Fotoğraf: TGC Anadolu/AA

14 Mayıs seçimlerinden birkaç hafta önce… Beylikdüzü tarafları… Yapı-inşaat işçilerinin öğle arasında bir seçim tartışması… Tartışmacı, “komünist” bir milletvekili adayı… Düğüm noktası bilindik: TCG savaş gemisi, TOGG, İHA-SİHA, 80 yıl çivi çakılmadan geri kalma odasına kapatılan ülkenin göğüs kabartan projeleri… Enflasyon, reel ücretler, iş kanunu, grev yasakları gibi her türden “sınıf” sorununu tartışma girişimi kapı dışarı… Münazaranın iki tarafının da elindeki silah, ideoloji mi? Sohbet toparlanma telaşı kazanıyor, öğle arası bitiyor, şimdi bitmesi gereken bir de mesai var. Tartışmacı son hamlesini yapıyor: “işçiler işçi sınıfı gibi düşünmeli.” Ağır mı oldu? İşçiler “patronlar” gibi mi düşünüyor? O bilindik saray-kulübe formülüne retorik bir gönderme mi? Ne anlamı var bu “muhakeme” önerisinin?

Yoksul sınıfların biteviye iktidar partisinin birinci parti olmasının ve toplumsal bir fenomen haline gelen Erdoğan’ın en büyük meşruiyet dayanağı olduğu ortada. Oy kaybı ve zayıflama tabloyu yadsımaya yetmiyor. O dillere destan işçi sınıfı hâlâ “saraydaki” gibi mi düşünüyor? Seçim sonuçları ve yoksul sınıfların oy tercihleri üzerine süren tartışmalar üzerinde tepinmek değil derdimiz. Bu yazı, biraz kılçıklık yapıp köşesine çekilmeyi planlıyor.

AKP’nin ve devletin propaganda makinesinin, medya tekelinin mesaisi alelacele “ideolojik kuşatma” açıklamasına siper oldu. Bu yaygın görüşe göre Erdoğan’ın TOGG, terör, LGBTİ gibi enstrümanlarla estirdiği bağımsızlık, millilik, yerlilik rüzgarı yoksulların müesses nizamdan “kopuşunu” önledi. Bu, ideoloji meselesine yapılan —zamanında yapısalcıların Marx’ı haksızca suçladığı gibi— “yanlış bilinç” merkezli güncel ve kolaycı yorumdan fazlası değil.

Kulübenin ötesi ve ideolojik düşünmek

Ulus Baker, sıklıkla hatırlanan “bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür” formülünü ideoloji çözümlemesi için tersine çevirmeyi önermişti.[1] Ancak, bir kulübedeki bir saraydaki gibi düşünmeye başlarsa ideolojiden bahsedebiliriz. Çünkü bu süreç kendini sağlama alma imkanlarından yoksundur. “Yanlış bilinç”, bu bağlamın konusudur. Mevcut formülü olduğu gibi tutmaksa olsa olsa “düşünceden” bahsetmektir. Çünkü düşünce görelidir. Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünüldüğünü söylemek, bir kulübede başka bir kulübedekinden farklı düşünüldüğünü söylemekle aynı şeydir. Düşünce koşullanmış, sınırlanmış, etkilenmiş bir ilişkidir. Bir saray bir kulübeden “farklı” etkilere açık olduğundan düşünceler de “farklıdır”.[2] Baker’in uyarısı önemlidir, sözgelimi “AKP’ye oy veren işçiler” olgusunu soyut bir ideoloji anlatısına hapsetmeyi önlemenin de yolunu açar.

Ayrıca meseleyi bilinç derekesine eşitlemek de “tercih” mefhumunu sokar denkleme. Bu denklemden seçkinci ve özcü ataklar, Maraş’ın oy oranlarını aceleyle açıp küfrü savuran histeri de çıkabilir. Oysa fazlasına ihtiyacımız var. Baker’in söylediği gibi Marx, kulübedeki köylünün “farklı” düşünse bile bakış açısını seçme özgürlüğü olmadığını sezmişti. Bu fark “hiçbir şekilde ‘jenerik’ olmadığı gibi” toplumsal, yaşamsal, gündelik koşullarda belirlenir.[3]

İdeoloji meselesi, düşünceler bütünü olarak ele alınan totalci yaklaşımdan fazlasını hak ediyor. Gelenekler, egemen kültür, propaganda alanı, sivil toplum, devlet kurumları, devlet-dışı örgütlenmeler, siyasi organizasyonlar… İdeolojinin heybesi büyüktür. Baker yine yerinde bir ekleme yapar: “günlük yaşam tecrübelerinin bütün evreni…”[4] Seçim sonrası aceleyle yapılan “milliyetçilik ve bağımsızlık söylemi oy tercihlerini belirledi”, “işçiler güçlü devlet propagandasına oy verdi”, “yoksullar LGBTİ+ karşıtlığı ve terör söylemine yedeklendi” gibi çıkarımların ıskaladığı önemli bir ayrıntı vardır oysa. İdeolojinin havuzunu genişleten o “deneyim” dehlizi. “Günlük yaşam tecrübelerinin bütün evreni” olarak ideoloji…

Gramsci müdahalesi

Gramsci, yıllar sonra kendisini minder yapmaya kalkışıp ideolojiyi sömürü ve üretim ilişkilerinden koparan, basitçe “söylem kurma” kapasitesine eşitleyen postmodern düşünsel atılımı (ya da provokasyonu) uyarırken haklıydı. Meşhur Marksist üstyapı-altyapı anlatısının yanlış yorumu Gramsci’nin de hedefindeydi: “insanlar kendi toplumsal konumlarının ve görevlerinin bilincine üstyapılar alanında varıyorsa bu, yapı ile üstyapı arasında zorunlu ve yaşamsal bir bağlantının varolduğu anlamına gelir.”[5] Altyapı-üstyapı formülünü organik bağlantılarından koparmak, keskin bir ayrıma uğratmak Marx’ı anlamak değildi. İdeolojiyi, yalnızca söylem ve propaganda alanına sıkıştırmak, onu yalnızca ideolojinin “üretim merkezleri” olarak anılan üstyapı kurumlarına sabitlemekti. Gramsci, “tarihsel blok” ile elverişli bir kavramı da önermeyi atlamamıştı.

Thompson’ın deneyim ile söylemi çarpıştıran ancak altyapı-üstyapı ayrımını ekseriyetle gereksiz gören bir tarihçi olarak her iki tarafı da “ideoloji” katmanına yerleştirme potansiyeli taşıyan pasajını hatırlayabiliriz: “Deneyim, söylemin kendisini huzura çağıracağı ana kadar büroların kapısında ihtiyatla beklemez. Deneyim kapıyı vurmadan içeri girer ve ölenleri, sağ kalanların çığlıklarını, savaş siperlerini, işsizliği, enflasyonu, soykırımı dile getirir.”[6] İlk bakışta “boş tencerenin” iktidarı göndermesini uman bir içgörü gibi gelebilir. Ancak Thompson’ın iddiası farklıdır. Ulus Baker’in formülüne lokal bir destek gibidir. Çatışmalar, düşünceler, görenekler, ahlak kuralları, maddi çıkarlar ile Gordion düğümüne dönen ideoloji mahallesinin karışması, “günlük deneyimler evreninin” çözülmesidir mesele. Bu çözülme olmadan siyasal çözülmeyi beklemek pek gerçekçi değildir.

Mevzu ne Demirelci boş tencere mekanizmi ne de Erdoğanizm-TOGG etkisine bükülmeli özetle. Bir bileşke kuvvete ihtiyacımız var, günlük yaşamsal tecrübelerin evreninde gezinmeye. İdeolojilerin maddi güçler olmadan bireysel hayaller olmaktan öteye geçemeyeceğini söylerken Gramsci yine bir uyarı yapıyordu.[7] 11,5 milyon üyesi olan bir siyasi partiden, hatta artık bir ‘devlet organizasyonu’ haline gelen bir yapıdan; küçük üreticilerden orta ve büyük işletmelere, belediye meclislerinden muhtarlıklara muazzam ve karmaşık çıkar-dağıtım-paylaşım ağlarına sahip bir kuvvetten bahsediyoruz. Sosyal yardım ve borçlandırma ikiliğini neoliberal yönelimlerden taviz vermeden sürdürülebilir kılan, tarikatlarla yaptığı ittifaka Keynesyen misyonları yükleyen, yerel oligarşik-patronaj ilişki ağını taşra ve metropolün periferisinde ilmek ilmek örgütleyen bir hegemonyadan bahsediyoruz. Aynı Gramsci, boyun eğdirme ve direnç ilişkilerinin ekonomik ilişkilerden farklı, başka dışsal alanlardan ithal edilmiş ilişkiler olmadığını da söylüyordu. Bu devletleşmiş ve toplumsallaşmış yapıyı milliyetçilik ve bağımsızlık söylemiyle “oy devşirme” performansına sabitlemek, fazla iyimser.

Meselenin “tercih” boyutu hiç yok değil elbette. Kuşatılma gibi bir kolaycılıktan değil, tercihleri koşullayan ilişki demetinden bahsediyoruz. Ama daha açık bir tercih yorumu da getirilebilir; işçiler ve yoksul sınıflar hâlâ deneyimle sabitlenmiş, tahmin edilebilir, sürdürülebilir ve idare edilebilir “mevcut kötü günlerin”, görülemeyen, tahmin edilemeyen, belirsizlikle sakatlanmış “gelecek iyi günlerden” yeğ olduğunu düşünüyor belli ki. Bu “maddi” düzeyi görmeden hegemonik bir çözülmeyi beklememeli.

“İşçiler işçi sınıfı gibi düşünmeli” ya da sınıfsal bakış açısı nosyonu

Öyleyse başladığımız yere, bakış açısına dönebiliriz. Marx, kulübedekilerin farklı düşünseler bile bakış açılarını seçemeyeceklerini biliyordu. Lenin’in —Gramsci’de hegemonya diye anılan— “işçi sınıfının öncülüğü” kavramı[8] ya da Baker’in “sınıfsal bakış açısı” nosyonu[9] bu çarpıklığı gidermeye niyetlenir. Sosyalist toplumun ya da eşitlikçi-adil bir düzenin kurucu gücü olarak, sahici bir harekete ancak sınıfsal bakış açısı zemin olabilir. Çünkü sınıfsal bakış açısı, uzun süreli gelenekler, dogmalar, kurallar ve alışkanlıkları sürdürmeyi yani çatışkıları yönetmeyi değil yıkmayı, ortadan kaldırmayı görev edinir, hakikatin yolunu açma özelliğini kuşanır. Sadece kendisi için değil, bütün ezilen sınıflar adına konuşma yeteneğini gösterme potansiyelini (hegemonya) yalnızca işçi sınıfı taşır.

Şimdi bu kurucu bakış açısını kurucu ideolojinin nesnesi olan işçi sınıfının elinde nasıl bir silaha dönüşeceğini daha fazla tartışmanın zamanı. “İşçi sınıfı işçi sınıfı gibi düşünmeli” önerisi bu yüzden kıymetli. Şimdiye kadar yapamadığımızı yapmanın; arzu edilebilir, tahmin edilebilir, öngörülebilir, deneyimlenebilir bir gelecek imgesini kurmanın, başka bir toplumsal düzenin imkanlarını umutvar bir arzuyu dürterek inşa etmenin zamanındayız. Nihayetinde onu dizginleyecek bir ütopya olmadan ideoloji, sadece bugünü değil yarını da sömürgesi haline getirir.

[1] Baker, Ulus(2020), Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru, Çev. Harun Abuşoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul, sf. 63

[2] Baker, Kanaatlerden İmajlara, sf. 64

[3] Baker, Kanaatlerden İmajlara, sf. 64

[4] Baker, Kanaatlerden İmajlara, sf. 63

[5] Haz. David Forgacs (2010), Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, Çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, Ankara, sf. 240

[6] Thompson, Edward P. (1994), Teorinin Sefaleti, Çev. Ahmet Fethi Yıldırım, Alan Yayıncılık, İstanbul, sf. 48

[7] Forgacs, Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, sf. 244

[8] Bkz. Lenin, “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal-Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, Sol Yayınları ve Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları.

[9] Baker, Kanaatlerden İmajlara, sf. 65.

Kaynak: Vesaire

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur