Sanatın iyileştirici gücü acımızı ve hüznümüzü ne ölçüde yıkıcı ve yaratıcı bir silaha dönüştürdüğüyle ilgilidir. Tersine, politik aymazlık olarak kişisel gelişim telkinlerine sıvanmış bir sanat anlayışının “iyileştirici gücünden” bahsetmek, milyonlarca insanın acısı üzerinden duygusal tatmin sağlamanın ötesine geçmez
Depremin yıkıcı etkisiyle birlikte sanatın ve sanatçının konumu üzerine tartışmalar tekrar gündeme gelmeye başladı. Unutmamak gerekir ki her sanat eseri bir düşüncenin ürünüdür ve bir bilinci üretir. Deprem üzerine çekilen belgeseller, yazılan şiirler, okunan şarkılar da bir bilincin ürünü olduğu gibi gelecek kuşaklara bir bilinci aktarır. Aynı zamanda bu eserler, manipülasyonun bir yönetim biçimi olarak hakimiyet kurduğu atmosferde yaşanan acıları ve sorumlularını işaret ettiği ölçüde sarsıcı ve yıkıcıdır. Bu açıdan sanat, salt manipülasyon aracı değil devindirici bir gerçekliği barındırandır.
Haneke yaptığı filmlere gelen kötümserlik eleştirilerine şöyle yanıt veriyor: “Hayır ben sanıldığı gibi kötümser biri değilim. Tam tersine iyimserim. Bana göre, eğlencelik filmleri yapanlar benden daha kötümser. İyimser kişi, insanları sarsıp kayıtsızlıktan kurtarmaya çalışır.” Neredeyse sanatın toplumsal muhtevasının açığa çıktığı bu sözlerin eleştirel boyutu deprem bölgesinde üretilen sanat eserleri ve sanatçılar için de geçerli.
Deprem bölgesinde yaklaşık üç aydır sürdürdüğümüz çalışma sürecinde gördük ki depremi ve bölgeyi konu alan onlarca belgesel çalışması var. Bu çalışmaların çoğu hâlâ üretim aşamasında. Bölgedeki tanıklığımızdan ve ortaya çıkan eserlerden biliyoruz ki deprem bölgesini hakkaniyetli biçimde yansıtan eserler, estetik anlamda başarılı sinema çalışmaları olmalarının ötesinde toplumsal hafızayı canlı tutmaları ve bölgeden uzak milyonlarca insanı toplumsal gerçeklikle sarsmaları sebebiyle değerli bir konumu işgal ediyor. Yazılan bir şiirden söylenen bir rap parçasına kadar depremin acılarını ve bu acıların gerçek sorumlularını işaret eden her eser, deprem bölgesindeki gerçekleri ve sınıfsal çelişkileri milyonlarca yurttaşın suratına bir tokat gibi çarpıyor ve gelecek kuşaklara bir bilinç aktarımında bulunuyor.
Sanat eserinin toplumsal acıları tüm sarsıcı gerçekliğiyle barındırması, gelecek kuşaklara aktarması; sanatı ve sanatçıyı, sanat alanında alışılagelmiş liberal normların ötesine taşıyor. Haneke’nin sözünü ettiği “iyimser sanatçı” bu normların aşılmasıyla hayat buluyor. Sanatçı, kadrajına halkın gerçekliğini aldığı ölçüde “sarsıcılık” kazanıyor ve sınıflar üstü ilahi konumundan sıyrılıyor. Ona atfedilen orta sınıf sınırlılığına ve post-modernizmin aldatmacalarına dayanan izole alanından çıkıyor. Çelişkiyi açığa çıkararak çürümüş olanı mahkûm ediyor, yeniyi işaret ediyor. Hüznün, acıların, kederin öfkeye dönüştüğü yeni bir yaşamın yaratıcı işçisine dönüşüyor.
Bir süredir deprem bölgesi özelinde sanatın iyileştirici gücünden bahsediliyor. Ve bu durum bazı kesimler tarafından bir kişisel gelişim telkinine dönüşmüş durumda. Deprem bölgesi özelinde sanatın iyileştirici gücünü aramaya koyulacaksak ilk olarak neyin iyileştirici güç olduğunu bulmamız gerekiyor. Sahiden binlerce insanının siyasi iktidar tarafından ölüme terkedildiği, yine binlercesinin deprem gününden bugüne türlü imkansızlıklara mahkûm edildiği bir bölgede iyileşmek neyi ifade ediyor? Ölümlerden yeniden doğmak için bir araya gelmiş, hüznün isyana dönüştüğü bir toplumda iyileşmek kelime anlamıyla nefes almayı mı ifade ediyor, yoksa kaybettiklerimizin hesabını sorduğumuz yeni bir düzenin ısrarını mı?
Hatay Bahçeköy’de çocuklarla yapılan film gösteriminden bir kare
İyileşmek için iyi olanı istemek yetmiyor, kötü olanı da yıkmak gerekiyor. Sanat, yalnızca doğayı kopyalayan, yetkinlikten uzak, gerçeklerin çarpıtılmasıyla elde edilmiş bir karmaşa değildir. Maddi koşullara bağımlı olduğumuz ve neoliberalizm tarafından her saniye maruz kaldığımız ideolojik saldırı altında sanat, özerk konumu ve toplumsal muhtevasıyla yıkıcı-yaratıcı gücü içerisinde barındırabilendir. Sanat, taşıdığı ve aktardığı bilinçle çelişkiyi vurgulayarak hüznümüzü isyana dönüştürdüğü ölçüde yıkar, yıktığı ölçüde yeniye işaret eder. Kısacası sanatın iyileştirici gücü acımızı ve hüznümüzü ne ölçüde yıkıcı ve yaratıcı bir silaha dönüştürdüğüyle ilgilidir. Tersine, politik aymazlık olarak kişisel gelişim telkinlerine sıvanmış bir sanat anlayışının “iyileştirici gücünden” bahsetmek, milyonlarca insanın acısı üzerinden duygusal tatmin sağlamanın ötesine geçmez. Bu eğilim çelişkiyi görmezden geldiği için hesap sorma bilinci üretmez. Uzlaşmaya dayalı bir bilinç üretir ve sorunu öteler. Bu eğilim yaranın üzerini örter ancak yaranın yayılmasını durdurmaz.
Bizler tam da böyle bir neoliberal eğilimin karşısında çelişkiyi vurgulayan, hüznümüzü hesap sorma bilincine dönüştüren devrimci bir sanat anlayışıyla yola çıktık. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde gerçekleştirdiğimiz film gösteriminden, 6 Mayıs’ta Denizleri anmak için gerçekleştirdiğimiz şiir gecesine kadar deprem bölgesinde hayata geçirdiğimiz her bir sanat faaliyetinde bu bilinçle hareket ettik.
Kolektif Sinema tarafından sekiz defa düzenlenen Gençlik Filmleri Festivali (GFF), beş yıl aradan sonra Hatay’dan tekrar yola çıktı. 9. Gençlik Filmleri Festivali’ni bu yıl deprem bölgesinde sürdürdüğümüz “Okumuş İnsan Halkın Yanındadır” programının bir parçası ve devamı niteliğinde gerçekleştirdik.
Deprem bölgesinde çalışma yürüten sinema öğrencilerinin ortak aklıyla yola çıkan GFF’nin ilk hedefi, deprem bölgesinde yapılan çocuk ve gençlik çalışmalarını ileri taşımak ve bunu da başta sinema öğrencileri olmak üzere gönüllü üniversitelilerle gerçekleştirmekti. Öte yandan diğer ana hedef çalışma öncesinde de üzerine bolca kafa yorduğumuz “bağımsız sinema” ve “halk için sanat” gibi başlıkların tartışılacağı alanları açmaktı. Bu tartışmayı açabileceğimiz en iyi alanlardan biri de büyük bir yıkım yaşamış ve bu süreçte yalnız bırakılmış halkın hep beraber yeniden bir yaşam kurmaya çalıştığı yer olan Hatay’dı.
Hatay Aşağıokçular Mahallesi’nde yapılan film gösteriminden bir kare
Sanat ve toplum üzerine planladığımız tartışmaların, siyasal iktidarın yıkımını yoğun biçimde yaşayan halkla sanat üzerinden kurduğumuz ilişkide en radikal biçimiyle var olduğunu gördük. 8 Mart günü Yeşilpınar’da genç kadınlarla birlikte bir film gösterimi ve üzerine tartışma etkinliği gerçekleştirdik. Bu etkinlik sonrasında film etkinliklerine devam etme kararı aldık. Devam eden süreçte Aşağıokçular ve Yeşilpınar’da birçok farklı film gösterimi gerçekleştirdik. Yapılan bu film etkinliklerinin ardından gençlerle interaktif bir ortamda film tartışmalarını yürütmek, sinemanın alanda politikleştirilmesi adına bizlere imkân sağladı. Bu film gösterimleri okul ve çocuk evi olarak kullandığımız konteynırlarda yapılıyordu. Zaman zaman genç katılımının 40 kişiyi geçtiği bu etkinliklere her yaş grubundan ilgi ve katılım oluyordu. 9. Gençlik Filmleri Festivali işte bu etkinliklerden doğdu.
Gençlik Filmleri Festivali’nin planlanma sürecinde ise çalışma içerisinde bulunan sinemacı arkadaşlarımızla birlikte şehirlerimize döndük ve şehirlerarası bir festival komitesi kurduk. Ardından başta sinema öğrencileri olmak üzere tüm üniversitelilere “Hatay’da Gençlik Filmleri Festivali yapalım!” çağrısında bulunduk. Türkiye’nin dört bir yanından gelen taleplerle birlikte beş şehirde (İstanbul, İzmir, Ankara, Trabzon, Mersin) il komiteleri oluşturduk ve festivalin yapısını planladık. GFF gönüllüsü olmak için form dolduran arkadaşlarımızla birlikte başta tanışma toplantısı olmak üzere çeşitli etkinliklerde bir araya geldik. Festival tarihine kadarki bir aylık süreçte İstanbul’da üç, Mersin’de üç, İzmir’de dört, Ankara’da bir ve Trabzon’da bir etkinlik gerçekleştirildi.
Bu süreçte bu seneki mottomuz için Şilili şair Neruda’nın “Halkız biz yeniden doğarız ölümlerde” mısralarını seçtik. Çünkü biliyorduk ki kapitalizm tüm çürümüşlüğüyle bizleri enkaz altında bırakırken hayatı bahşedilenin ötesinde yeniden inşa edecek olan birliğimizden doğacak güçtür. Deprem bölgesinde çalışma yürütürken tüm arkadaşlarımızla birlikte gördük ki acılarımız da öfkemiz de kurtuluşumuz gibi ortak. Bunun için Neruda’nın “Halkız biz yeniden doğarız ölümlerde” mısralarını kuru bir slogan, süslü bir laf olarak değil; tarihsel bir gerçeklik ve görev olarak gördük, bu doğrultuda hareket ettik.
Yaşanan yıkım, deprem bölgesinde süren yaşam, önümüze koyduğumuz hedef ve yeniden doğuşu işaret eden mottomuz festivalin genel yapısını ana hatlarıyla belirlemişti. Geriye ise festivalin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için şehirlerimizden Hatay’a uzanan bir dayanışma ağı örmek kalıyordu. Ağaçlar arasına gererek taktığımız sinema perdesinden, bölgedeki sanatçıların desteğiyle bulduğumuz ses sistemine kadar festivalin lojistik ihtiyacını kurduğumuz dayanışma ağı sayesinde karşıladık. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, Film-Koop, Oyuncular Sendikası ve DİSK Sine-Sen gibi kurumlarla hem hazırlık sürecinde hem de festival sürecinde ortaklaştık.
Hatay Yeşilpınar’da Oyuncular Sendikası’yla yapılan çocuk tiyatrosundan bir kare
Hatay’da festival öncesinde yapılan çeşitli hazırlıklar da oldu. Bu hazırlıklardan bazıları; sahada bulunan arkadaşlarımızla birçok köyü gezerek film gösterimi gerçekleştirmek ve 9. Gençlik Filmleri Festivali’nin duyurusunu yapmaktı. Samankaya ve Bahçeköy ve daha birçok köye giderek hem film gösterimi hem de festivalin duyurusu gerçekleştirdik. 18 Nisan’da diğer arkadaşlarımız da bulundukları illerden Hatay’a geçti ve son hazırlıkları tamamladık.
19, 20, 21 Nisan’da 9. Gençlik Filmleri Festivali’ni Aşağıokçular Mahallesi ve Yeşilpınar Mahallesi olmak üzere iki bölgede gerçekleştirdik. Katılım her yaştan, değişken ve yoğundu. Festival hazırlığındaki endişelerimiz ve ortamın yarattığı krizler gün sonunda beyaz perdenin önünde uçup gitti. Üç günlük festival sürecinde ve sonrasında kurduğumuz bağlar, halk için sanat öğretisiyle hareket eden bizlere muhteşem bir deneyim bıraktı. Aynı zamanda yaşadıkları büyük yıkım ardından gündelik rutinlerinden uzaklaşma ihtiyacı duyan halkın da uzun süre sonra böyle bir ortamda beyaz perde ile buluşması oldukça yüksek bir motivasyon kaynağı oldu.
Gençlik Filmleri Festivali; yeniden doğuşun mottosunu sahiplenerek bir halkın göbeğinden doğdu ve şimdi farklı şehirlerde onlarca gönüllüye sahip. Üç aylık bir çalışmanın parçası ve devamı niteliğinde gerçekleştirdiğimiz üç günlük festivalin bize öğrettikleri meyvelerini vermeye başladı bile. Beş yıl aradan sonra Hatay’dan attığımız bu adım ne ilk ne de son olacaktır. Çünkü bizler hüznümüzün ve acılarımızın öfkeye dönüştüğü yeni bir yaşamın yaratıcı işçisine dönüştüğümüzün hayaliyle yola çıktık ve perdemizde bu bilincin umudunu taşıdık. Gençlik Filmleri Festivali olarak 1 Mayıs’ta İzmir’de ve Mersin’de “Perdemizde umut var” sloganıyla Hatay’dan yükselttiğimiz şiarı alanlarda haykırdık. Şimdi bu umudu memleketin dört bir yanına taşımak için kolları sıvıyoruz. Çünkü bizler sanatın “bizi kavgaya çağıran” gücüne inanıyoruz.
*Alp Pala, Gençlik Filmleri Festivali ekibinden
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.