Bir sermaye hareketi AKP’nin inşaatı ve deprem

Tüm kentleri güvenli barınaklara dönüştürebiliriz, bunu yapacak bilgimiz de tekniğimiz de ve tecrübemiz de mevcut. Olanak ve devrimci potansiyel oturduğumuz güvensiz evdir, her yağışta taşan dere yatağıdır, her yaz yanan ormanlarımızdır. Artık mevcut sistemin bu felaketlere dönüşen doğa olaylarına çözüm üretemediği ortadadır  

Bir sermaye hareketi AKP’nin inşaatı ve deprem

Her ne kadar İslamcı sermaye AKP ile 2002 yılında iktidar olsa da geçmişi 1980 darbesi ve öncesine dayanıyor. İslamcılığın serbest piyasa ekonomisi ile entegrasyonu ve iktidar oluşu ile sınıfsal olarak yeni İslamcı burjuvazinin varoluşu ise AKP iktidarı ile perçinleniyor. 1990 yılında kurulan MÜSİAD Kurucu Başkanı Erol Yarar “Ben buna yeni değil asli [burjuvazi] diyorum” diyor ve Türkiye’nin gerçek burjuva sınıfı olduklarını vurguluyor. TÜSİAD’ı geçmiş, MÜSİAD’I gelecek olarak tanımlıyor.

1970’ler Türkiye’sinde İslamcılık, dışarıya karşı Batı’nın ekonomik tahakkümüne karşı duran bir yaklaşım sergilerken adalet ve eşitliğe dayalı dini bir düzeni savunan bir imaj çiziyordu. 1980 darbesiyle birlikte devlet açısından İslamcılık, iktidarın sürekliliğini sağlamak için kontrolden çıkan İslamcı eğilimleri merkeze çekme, işçi sınıfı hareketini ve sosyalist faaliyetleri zayıflatma ve düzeni yeniden tesis etmenin bir aracıydı. Aynı zamanda emekçiyi politik-toplumsal-sınıfsal olarak pasifize eden bir emek yönetimiydi. Söz konusu öğreti; bilime, teknolojiye olan ilgi ve Batılı güçlerle siyasi-askeri ittifak kurmak gibi Batılılaşma imgelerini koruyarak, cuntanın güvenlikçi erklerini tayin etmek için resmi laik rejimle İslam’ı asli bileşen olarak bünyesinde muhafaza eden Türk milliyetçiliğini birbirine bağlama arayışıydı.

Her dönem devlet himayesinde, devlet eliyle, devletin gölgesinde gelişen İslami hareketler AKP döneminde sermaye hareketine dönüşecek, “Adil Ekonomik Düzen” yerine serbest piyasanın İslami yorumuna geçişi sağlanacaktı.  Kendilerine tarikatlarda, cemaatlerde, siyasi partilerde yer bulan İslamcı kesimler serbest piyasa koşullarına hızlı bir şekilde adapte olmuş ve kapitalist toplum yasaları ile İslami yasayış biçimlerini bir araya getirmişlerdi. Yeşil sermaye oluşumu, İslamcı kesimler ile piyasa etkileşimi ile bir arada böyle şekillenmişti. Yeşil sermaye kademeli şekilde İslamcı çevreleri kuşatmıştı. İslamcı kesimlerin sermayeye olan ilgisini de unutmamak gerekir tabii ki. İslamcı çevrelerin sosyal sermayesi iş alanlarının hizmetine sunulmuştu.

Tarikat sosyal ağları ya da İslami referansla iş ilişkisi kurulması ekonomik olarak işverenlere avantaj sağlamış, “Anadolu Kaplanları”nı öne çıkarmıştı. Aslında bu durum Türkiye kapitalizminin de aradığı taze kandı.

Soğuk Savaş ertesinde ABD’de ortaya çıkan “iş ve işyeri etiği” (business ethics) hareketi, ekonomik ilişkilerin ahlakileştirilmesi yaklaşımıyla ilişkili olarak girişimci “erdemlerini” yüceltiyordu. İş ve işyeri etiği çalışanın işine yabancılaşmasını önleyen, hakkını hukukunu da esneten iyi bir anahtar niteliğindeydi. Bu hareket kurumsal yerleşmiş sermaye karşısında İslami sermayeye avantaj sağladı. Bu sayede işçinin haklarıyla daha az uğraşan fakat İslami referanslı sosyal sermayesi ile de yeni iş bulma konusunda avantajlı olan bu kesim AKP iktidarı ile atak yapmış oldu. AKP ile merkezi iktidarı ele geçirilmiş tüm İslamcı fraksiyonların ortak temsilciliğini bir süre AKP kendinde topladı. Bu süreç yerel yönetimlerin ele geçirilmesinde de önemli rol oynadı.

Sanayi, ticaret, inşaat, enerji sektörleri gibi alanlarda elde edilen artı değerin bir kısmı da yardım kuruluşlarına aktarılarak tarikatlar üzerinden yoksul kesimlerle de ilişki olanağı ortaya çıkıyordu. Sağlık, eğitim, barınma gibi temel hakları ellerinden alınan ve yoksullaştırılan kesimlerin sisteme entegrasyonu ve politik desteğini almak açısından, İslami sermayenin elde ettiği karın belirli bir kısmını aktarması, politik ve sosyal olarak kendilerine yakın tarikat ve partiye eklemlenmeleri kolaylaşmıştı. İslami hareketlerin sosyal sermayesi maddi sermayeye dönüşmeye başlamıştı.

Ana sermaye TÜSİAD’a karşı olan İslami seçkinler, kamucu ekonomi anlayışını terk edip liberalizme doğru evrilirken bu ideolojik kaymanın, Türkiye’de yaşanan askeri darbenin ardından kapitalist mantığın ve dolayısıyla da liberal burjuva ahlakının, adeta kayıtsız şartsız egemenlik kurmasının bir sonucu olduğu gözlemleniyor. Bu iç içe geçiş ayrıca İslami sermayeyi ekonomide fevkalade kârlı hale getiren yeni olanakları yaratan Turgut Özal yönetiminde olmuştur.

Özal döneminin en önemli özelliği, Cumhuriyet tarihinde ilk defa burjuva ideolojisinin ekonomik ve toplumsal yaşam üzerinde egemenlik kurmuş olmasıydı. Bu egemenliğe; liberalizmi, özelleştirmeyi, bürokrasinin tasfiyesini, popüler kültürü ve tüketimciliği yücelten pragmatik yeni bir retorik eşlik etti. Piyasa hakimiyeti kuruldukça Özal’la kişisel tanışıklık özel sektörde servet dağılımının belirleyici unsuru olmaya başladı.

1925 Anayasası ile laik Cumhuriyet reformları sonrasında bugünkü kadar açıktan olmasa da toplumun kılcallarında faaliyetlerini sürdüren cemaat ve tarikatlar, Özal iktidarında defacto toplumsal bir meşruiyet kazandı.

Böylelikle, 1980’lerden sonra İslam diniyle kurulan ilişki modern sivil örgütlerde şekilleniyordu. Tarikatların önünün açılması ve 1980 darbesi sonrası solun önünü kesmek için önceden de olduğu gibi devlet eliyle yapılanması, İslami kesimlere birçok kapıyı açıyordu. 1990’lı yıllarda da yoksullara yardım etme amacıyla İslami referanslı birçok dayanışma ve hayır örgütü kuruldu. Tekelci sermayenin ve devletin eteklerine tutunarak büyüyen İslamcı burjuvazi bu kurumları yoksul halk kesimlerini ehlileştirmek ve kendine bağlamak için araçsallaştıracaktı.

Tarihe 24 Ocak kararları (1980) olarak geçen, Özal’ın hazırladığı kararlar şu şekildeydi: İhracat yoluyla kalkınma, ekonomik kaynakların piyasa gereksinimlerine göre tahsisi ve kamuya ait teşebbüslerin özelleştirilmesi. Neoliberal politikalara tam gaz hız verilmişti.  1980-1990 yıllarının rekabet ortamında, her ne kadar arkasına devlet teşvikini alan ve finansal kaynaklara erişim olanağı bulan büyük şirketler karşısında dezavantajlı bir konuma düşen birçok KOBİ iflas etse de İslami çevrelerin sosyal sermayesinde olan KOBİ’ler sonraki dönemlerde önemli atılımlar yaptı. Enformel yönetim süreçlerine sahip olmaları ve işçilerle işverenler arasında akrabalık gibi bağların bulunması nedeniyle esnek, yumuşak bir yapıya sahiptiler; bu da rakiplerine önemli avantaj sağlamalarına sebep olacaktı. İslami sermayenin ana temsilcisi KOBİ’ler, tarikat ve cemaat yakınları ve bu gibi İslami yapılanmalar üzerinden şekillenen sosyal sermaye ilişki ağını oluşturmaktaydı. Genellikle başka şirketlerle ve yerel düzeyde toplumsal kurumlarla aralarında yatay işbirliği ağları vardı. Bu yapı da onların katı, hiyerarşik ve karmaşık bir iç yapıya sahip olan büyük şirketlere nazaran piyasaya daha kolay uyum sağlamalarına yol açmıştı. Tarikat ve cemaat ağlarının da yardımıyla en önemli avantajları ucuz ve güvencesiz emek kullanmalarıydı.

Avrupa Yatırım Bankası 1965 yılından beri Türkiye’de ekonomik kalkınma projelerini desteklemekteydi. Türkiye ekonomisine aktarılan kredilerin yüzde 32’si uzun vadeli borç biçiminde KOBİ’lere tahsis edilmişti.

İslami sermayenin kredi gibi ihtiyaçlarını karşılayacak ilk iki İslami banka, Al Baraka Türk ve Faysal Finans, Suudi sermayesiyle biri Nakşibendi diğeri Nurcu kaynaklarının işbirliğinin ürünü olarak 1985 yılında kurulmuştu. 1989’da kurulan Kuveyt Türk de bir kamu bankası olan Türkiye Vakıflar Bankası ile Kuveyt sermayesi olan Kuwait Finance House işbirliğinin ürünüydü. İslami bankalar ile İslami çevrelerin, KOBİ’lerin banka işleri hallolmuş olacaktı.

Serbest piyasada dışsallaştırılan İslami sermaye, piyasa odaklarını da teminat altına almıştı: Hem ticari ve finansal imkanlar yaratmış, hem de kardeşlik ve dayanışma söylemiyle işverenler ile çalışanlar arasındaki çıkar çatışmalarının yarı resmi biçimde, yani işçilerin örgütlü olarak temsil edilmesinin önüne geçerek dindirilmesini sağlamıştı. Bu sermaye hareketinin bir çatı örgüte ihtiyacı vardı.

MÜSİAD

İslami sermayenin organizasyonunu ve temsiliyetini sağlayan açılıp saçılması ile artık bir ihtiyaç olarak da ortaya çıkan MÜSİAD 1990 yılında kurulmuştur. Tam da dönemin ihtiyaçlarına karşılık veren İslamcı girişimcilerin oluşturduğu dernek, geleceğin önemli bir kurucu unsuru olacaktır. MUSİAD önceleri çatı örgüttü. İslamcı sermayenin içindeki gerilimler ve sınıf içi savaşlar neticesinde franksiyonlaşarak farklı dernekler kuruldu. TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) Fethullah Gülen tarikatına yakın ekip tarafından 2005 yılında kuruldu. TÜMSİAD (Türkiye Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği ) Menzil tarikatına yakın üyelerden oluşan 2005 yılında kurulmuş bir dernekti. MUSİAD üyeleri ağırlıkla Nakşibendi Tarikatı’na yakın üyelerden oluşmaktaydı.

MÜSİAD kurucu kadrosu, temasa geçtikleri seçkinler olarak Aydın Balak, İsmail Kahraman, Ali Coşkun, Fethullah Gülen, Necmettin Erbakan gibi isimlerini zikretmişti.

Refahyol (Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin oluşturduğu koalisyon hükümeti) döneminde iktidarla olan yakınlaşma derneğe KOBİ’lerin çıkarları adına bir baskı grubu olarak iş görme imkanı kazandırdı. Türkiye tarihinde ilk defa Refahyol hükümeti KOBİ’lere adil davranılmadığını ve bunun milli ekonomiye zarar verdiğini ifade etti.

1995 yılında MÜSİAD üyesi olan 1770 şirketin yüzde 75’i 1980 sonrasında kurulmuştu.

Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’daki Müslüman ülkeler arasında kurulacak Pamuk Birliği ya da MÜSİAD’ın “sosyalist, müdahaleci ve fazla kuramsal” gördüğü Adil Düzen programı yerine öngördüğü serbest ve rekabetçi bir piyasa modeline dayanan, devlet müdahalesinin asgariye indirildiği “Medine Pazarı”  projesine Refahyol hükümeti de destek oldu.

İslami kimliğe gönderme yapanlar derneğe 1993-1997 yılları arasında katılmış, mesleki dürtülerle hareket eden grup ise 1999 sonrasında, özellikle de 2000’li yıllarda derneğe üye olmuştur.

“Yüksek teknoloji, yüksek ahlak” sloganını kullanıyordu dernek, “Üye olunca işleriniz büyüyor, olan bitenden haberdar oluyorsunuz” deniliyordu.

MÜSİAD, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 28 Şubat 1997’de açıkladığı muhtırayla başlayan sürecin etkilerini yaşıyordu. MGK, Başbakan Necmettin Erbakan’ı ve Refahyol Hükümeti’ni radikal İslamcı grupların laik Cumhuriyet’i tehdit eden irtica faaliyetlerini benimsemek ve desteklemekle suçluyordu. Ancak esnek bir siyasal strateji benimseyen MÜSİAD, aralarında yakınlıklar olmasına rağmen yeniden İslamcılıkla suçlanmak endişesiyle Fazilet Partisi ile hiçbir bağlantı kurmadı.

Devlet eliyle yapılan özelleştirmeler yoluyla yeşil sermayeye geçen en büyük şirketlerden biri ise Kombassan’ın 28 Şubat Muhtırası’nın olduğu 1997 yılında 35 milyon doları aşan bir bedelle PETLAS’ı alması olmuştu. PETLAS, askeri uçak lastiklerinin üretiminde iç pazarı tekelinde tutan ve ayrıca aralarında Avrupa ülkelerinin de olduğu altmıştan fazla ülkeye ihracat yapan bir kamu teşebbüsüydü.

1988’de bir ilkokul öğretmeni tarafından kurulan Kombassan, yarısı Avrupa’daki Türk göçmenlerden, diğer yarısı Türkiye’deki kesimlerden oluşan 30 bin hissedara sahip bir holding olarak 1990’larda ciddi bir ekonomik atağa geçmişti.

MÜSİAD’ın yeni başkanı Ali Bayramoğlu, 2000 yılında şirketlere ticari faaliyetlerini “İslami sembollerle süslememeleri” yönünde bir çağrı yaptı. Bayramoğlu yabancı ülkelerde yaşayan Müslümanların birikimlerini toplamaya çalışan holdinglerin İslami söyleme başvurmasına karşı olduğunu ifade ediyor, camilerde nüfuzlu din adamlarının aracılığıyla para toplanmasını da kınıyordu.

Yönetim, derneğin imajını zedelememek için yolsuzluk davaları ve dini kullanarak para toplama gibi faaliyetleri medyaya yansıyan Jet-Pa gibi bazı şirketlerin üyeliklerini sonlandırma kararı almıştı.

Aynı MÜSİAD Avrupa yanlısı politikaları benimser oldu. 2003’ten itibaren de ülkenin “İslami-demokratik” özellikleriyle Avrupa Birliği’ne üyeliğinin birbiriyle bağdaşıklığını savunan yeni bir söylem benimsedi.

Dernek, üniversitelerde ve kamu kurumlarında başörtüsünün yasak olmasını, oruç ya da Cuma namazı gibi dini pratiklere işyerlerinde izin verilmemesini demokratik olmayan tutumlar olarak görüyordu.

2006 yılında Konya’da 16 MÜSİAD üyesi, AB için proje geliştirme konusunda uzmanlaşmış bir danışmanlık şirketi aracılığıyla bu fonlardan yararlanmıştı.

Dernek artık siyasal İslam’ın finans kaynağı olarak görülmüyor, reel ekonomi konusunda güvenilir ve uzman bir meslek örgütü olarak algılanıyordu.

Avrupa’ya karşı ılımlı tavırlarıyla küreselleşmeden, en az Batılı mevkidaşları kadar yararlanmak istiyorlardı. Son olarak, “İslami modernleşme-ekonomik kalkınma” olarak adlandırılabilecek kültürel denklemi temsil ettiklerini ve böylece ülkelerini geleceğe hazırlamak istediklerini söylüyorlardı.

Öte yandan, IMF ile ilişkiler derneğin AKP iktidarından farklı bir tutum sergilediği bir diğer konuydu. MÜSİAD hiçbir zaman IMF ile müzakerelere sıcak bakmamıştı. Bu katı yaklaşım IMF nezdinde de yankı bulmuştu. İlk defa, 8 Temmuz 2003 tarihinde bir IMF heyeti MÜSİAD’ı ziyaret etti.

MÜSİAD üyeleri birbirlerinin potansiyel ortağı değil, arkadaşları olduklarını söylerler. Ticaret, dostluğun nişanesi olarak görülmez; dostluk tersine ticaretin aracı olarak kabul edilir.

Heyet, taşra şubelerinin başkanları ve yönetim kurulu üyelerinden, kısacası MÜSİAD seçkinlerinden oluşur. Bir üye, “Bakanlar gibi, sanayi odası başkanları, emniyet müdürleri gibi insanlara MÜSİAD kanalıyla ulaştık. Bana göre MÜSİAD bir ayrıcalık” demişti.

MÜSİAD seçkinlerine ve faaliyetlerine medyanın ilgisi, aslında bu çıkar grubunun zenginleşmesi, profesyonelleşmesinin ve iktidarlaşmasının bir sonucuydu.

MÜSİAD seçkinlerinin sosyal hareketliliğine bakacak olursak, girişimciler kamusal hayata üç farklı şekilde dahil olurlar: Sivil yurttaş örgütlenmelerinde, siyasi partilerin yerel ve ülke çapındaki örgütlenmelerinde ve ticaret ve sanayi odalarının yönetiminde görev alarak.

Tüm bu olgulara baktığımızda, derneğin artık Türkiye’deki iktidar alanında yeni İslami burjuvazinin entegrasyonunun görünür olduğu önemli olaylardan biri İstanbul Ticaret Odası seçimleridir ve iktidar olunur. 2 Şubat 2009’da, Vatan gazetesi İTO seçimlerini manşetine taşıdı: “İTO, MÜSİAD oldu!”

MÜSİAD üyesi seçkinler 2003 yılından beri üye alımı sürecinde daha katı bir tutum izlemektedir; mümkün olduğunca “çıkarcıları” değil, daha ziyade uzun vadeli angajmanlara hazır “samimi” buldukları insanları derneğe kabul etmekte ve böylece statülerini korumak istemektedirler. Bir grup ne kadar kapalı hale gelirse, gruba bağlılık da o kadar sembolik değer kazanır ve bir o kadar da ayrıcalık üretir. MÜSİAD 2003 yılından itibaren daha seçici yani daha kapalı, seçkinci bir kurum haline gelmiştir. Bu stratejide AKP’nin iktidar olmasının da etkisi olduğu düşünülebilir.

Örgütlenme politikası olarak dernek; yapısal istikrara, belirli bir ekonomik sermayeye ve büyüklüğe, ticaret hacmine ve piyasada iyi bir konuma sahip şirketleri hedefler. Yani dernek “dürüst ticaret yapan” girişimcilerden oluşan bir topluluk olarak anılmak ister.

Kapitalizm sınırsız sermaye birikimini öngören ve ahlaki boyutu olmayan maksimum fayda, sınırsız kazancı temel alan bir süreç olduğu içindir ki sermayenin ehlileşmesi için  “kapitalizmin ruhu” diye bir şeye ihtiyacı vardır. Vahşi kapitalist yaklaşımların ehlileştiği yere İslami sermaye çok iyi cevap vermektedir.

Bireyin gerçek yaşamında “çalışma ahlakını” uygulamaya koyduğu ve çalışma ruhu diye adlandırdığı şey, onun ahlak sistemi ve sosyokültürel aidiyetleriyle eylem ve çıkarlarının iç içe geçmesinin bir ürünüdür.

Türkiye’nin yeni İslami burjuvazisinin çalışma ruhu da, muhafazakâr Anadolu kültürü ve İslam ahlakının kapitalist rasyonellikle eklemlenmesinden kaynağını alır. Türkiye’nin yeni burjuvazisine şekil vermeyi hedefleyen Anadolu Kaplanları artık iktidardır. Anadolu Kaplanlarının sermaye örgütü MÜSİAD’dır, siyasi partisi AKP’dir.

MÜSİAD üyeleri, hangi endüstri dalında faaliyet gösterirlerse göstersinler genel olarak sermaye ve bilgi aktarımının kolay olduğu hizmet ve inşaat sektörlerine ya da ticarete yatırım yaparlar.

MÜSİAD üyeleri kaynağın dışarıya aktarıldığı düşüncesiyle ithalat yapmayı sevmediklerini söyler. İhracat ise girişimcinin kalitesi olarak algılanır ve girişimciyi gururlandıran bir iş olarak görülür. AKP’nin “yerli ve milli” sloganının bu kanaatlerden kaynaklandığı düşünülebilir.

MÜSİAD 1990’larında başlarından itibaren yabancı ülkelerde temsilcilik açmaya başlamıştır. Şu anda Avrupa’da, Asya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da, Amerika’da ve Uzak Doğu’da altmış üç temsilcilikle otuz ülkede faaliyetini sürdürmektedir. Temsilcilik açılan ülke tercihlerinde ise İslami bir yönelim göze çarpmaz.

Ayrıca İslam’la ilişkilenme biçimi, Türkiye’den iş ortaklığı tercihinde de belirleyici bir etken olarak karşımıza çıkmaz. Örneğin 2000 yılından beri MÜSİAD üyesi olan Sakarya’da bir stor üreticisi, Türkiye’nin en büyük bira markası olan Efes Pilsen’in bir kampanyası için şemsiye üretmiştir.

MÜSİAD üyelerinin ofisine girdiğiniz zaman gözünüze bazı figürler çarpar: Örneğin Arap harfleriyle işlenmiş hat yazıları, Kuran’dan ayetler, Mekke fotoğrafları, (Mevlana gibi) kutsal şahsiyetlerin ya da mekanların resimleri, Osmanlı padişahlarının portreleri ya da dini kişiliklere gönderme yapan nesneler gibi. Bunlar arasında Albaraka Türk gibi İslami bir bankaların, İHH İnsani Yardım Vakfı gibi İslami yardım derneklerinin bastırdığı takvimler, Kuveyt Türk logolu kalemler, Türk Finans’ın saatleri, Beğendik mağazalarının dağıttığı Arapça hat resimleri göze çarpar. Çoğunun odasında plazma televizyonlar mevcuttur ve her an dünyadan haberdar olma isteklerini gösteren NTV ya da CNN Türk gibi haber kanalları açıktır. Sonuç olarak, çalışma mekânları yeni burjuvazinin iş ahlakını yansıtır şekilde ziyaretçilerde profesyonel, modern, toplumun içinde ve İslam’a bağlı bir işletme görünümü çizecek tarzda düzenlenmiştir. İncelenen çoğu işletmede ve aynı işletme bünyesinde başörtülü olduğu kadar örtünmeyen kadınlar da mevcuttur. İslami burjuvazinin erkek egemen iş adamları grubuna kadın olarak katılımın normu başörtüsü takmak ve kuralı da -eğer örtülü değilse- her türlü gösterişten uzak durmaktır.

MÜSİAD üyesi bu iş adamları geleneksel bankalarla çalışmakta çekince görmüyorlar. Pek çok bankanın kredi kartı bu grupta da halen mesleki yaşamda herkesin kullandığı bir ödeme aracı olarak varlığını sürdürdüğü gibi kişisel harcamalar için de kullanılıyor.

MÜSİAD üyeleri arasında, Türkiye pazarında faaliyet gösteren tüm İslami bankalar, Albaraka Türk Katılım Bankası, Anadolu Finans Kurumu, Türkiye Finans Katılım Bankası, Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurulu bünyesinde çalışanlar vardır. Bu nedenle de MÜSİAD topluluğu her şeyden önce bir ekonomik çıkar grubudur.

Kendilerini büyük İstanbul burjuvazisinin seçkinciliğine karşı Anadolu sermayesinin çıkarlarının savunucusu olarak gören bu hareketin siyasi parti temsilcisi de AKP’dir.

AKP ve inşaat

Bir sermaye hareketinin temsilcisi olarak AKP’nin 2002 yılında elinde önemli bir güç oluştu: Tek başına iktidar olmak. AKP iktidarı da bu durumu; gecikmiş, uygulanamamış, büroksiye takılmış, kısmen engellenmiş neoliberal poltikaları uygulamak için kullandı. Türkiye’yi bir holding gibi yönetmek için uygun atmosfer mevcuttu. Öncelikle özelleştirmeler kanalıyla devletin kâr etmeyen kuruluşları dururken TÜPRAŞ, Telekom gibi kâr eden bütün kurumları tek tek elden çıkarıldı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı itibarıyle 273 kuruluş satıldı. 1986 yılından AKP’nin iktidara geldiği döneme kadar 8 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleşirken, 2002’den günümüze toplam 63 milyar dolarlık satış yapıldı.

2000’li yıllarda dünyadaki sıcak para yatırım kanalları ararken; özelleştirilen kurumlar, su, enerji, doğalgaz gibi temel hizmetler, yap-işlet-devret modeli kamu yatırımları vasıtasıyla ülkemize gelmeye başlamıştı. Biriken sermayeyi dağıtmanın ve kısa yoldan oy almanın en kolay yolunu bulmuştu AKP: İnşaat.

Erdoğan “İktidar olduk ama müktedir olamadık” dediği ve hegemonyasını inşa etmeye başladığı yıllarda öncelikle Putin’in oligarkları gibi kendisine yakın sermaye yaratarak gücü tek elde toplamanın taşlarını örmeye başladı. Bu sermaye grubunu örmenin en kolay yolu inşaattı. Dünyada en fazla kamu ihalesi alan şirketler arasında bulunan ‘beşli çete’nin (Cengiz HoldingLimak HoldingKalyon HoldingKolin Holding ve Makyol Grubu‘nu kapsayan inşaat firmaları) 10 yılda aldıkları kamu ihalelerinin toplam büyüklüğü 204 milyar dolara dayandı. Dünyada en çok ihale alan bu müteahhitlik şirketleri vergi affından garanti ödemelerine kadar bir dizi ayrıcalıktan yararlandı. Bu sermaye grupları AKP için önemli enstrümanlar olup devlet kredisi ile ana akım medyanın el değiştirmesinden, doların bir gecede 18,4 TL değerinden 11,3 TL değerine düşüşü gibi önemli görevleri de yerine getirmekten sorumluydu. Ekonomide piyasayı canlandırmak, işsizliği azaltmak için kullanıllan en önemli sektör hareketliliği inşaat ile sağlanmaktaydı. Duble yollar, her köye gölet önemli bir oy getirisiydi aynı zamanda. Enerji sektöründe AKP’nin en temel poltikası özelleştirilen nehir yataklarına yapılan HES’ler, özel sektör tarafınan inşaa edilen termik santrallerdi. Eğitim alanında yapılan en önemli yatırım yeni okul, yeni üniversite inşaatlarıydı. Sağlıkta ise en önemli yatırımları hastane inşaatları, özellikle de sağlıkta özelleştirmenin de önünü açan şehir hastaneleriydi. Spor alanındaysa her ilin yeni stadyumu ve spor kompleksi inşaatları vardı. Kentin gecekondu bölgeleri rezidanslar için inşaat alanıydı. AKP iktidara geldiğinden beri tüm alanlarda getirmeye çalıştığı en önemli yenilik inşaattı. Koca bir ülkenin her yeri şantiyeye dönüşmüştü adeta. Ama bu inşaat yapma arzusu da tercihliydi, rant olması gerekiyordu.

Oysa ki Türkiye nüfusunun yüzde 71’i, Türkiye topraklarının da yüzde 66’sı deprem riski altındaydı. 6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan Maraş depreminde yıkılan bağımsız konut sayısı 96 bin 100, ağır ve orta hasarlı konut sayısı 650 binin üzerinde. Olası bir İstanbul depreminde yıkılacak bağımsız bölüm, konut sayısının 160 binin üzerinde olması öngörülüyor. Yani neredeyse Maraş depreminde yıkılan konut sayısının iki katı.  Peki, AKP inşaata bu kadar hevesliyken ve ekonominin can damarı inşaatken bu yıkılacak yapıları yeniden inşa ya da güçlendirme yapamaz mıydı? Duble yollar, Kanal İstanbul, Ankapark gibi inşaat çöplüğü, yolcu garantili kullanılmayan havaalanları yerine insanlara mezar olan binaların ayakta kalması sağlanamaz mıydı?

AKP’nin 99 depreminden sonra inşaa ettiridiği konut yapımı sürecinin faturası depremde kendini gösterdi. Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlatılan deprem raporuna göre deprem bölgesindeki binaların yüzde 51’i 2000 yılı sonrası yapılmıştı. Yani yıkılan binalar Cumhurbaşkanının anlattığı gibi kendisinden önceki dönemde yapılan binalar değil. Yıkılan rezidanslardan ve lüks sitelerden, mezar olan otellerden de bu durumu görebiliyoruz. 99 depreminden sonra oluşturulan yapı denetim süreci son iki yıla kadar şu şekildeydi. Cebinde parası olan herhangi biri bina yapmak isterse mütehitlik yaptığı binanın yapımını ve projesini kontrol edecek denetçiyi kendi buluyordu. Dolayısıyla yapı denetçisi herhangi bir şekilde kontrol yetkisi olmuyordu. Yanlış bulduğu bir imalatı maaşını veren müteahite düzelttirebilir miydi? Sistem denetrimsizlik üzerine kuruluydu. Bu sistem 2 yıl öncesine kadar bu şekildeydi. Yapı denetim sistemi her ne kadar gelişmiş ülkelerden örnek alındı dense de sistem tamamen kötü bir kopyaydı. Örneğin Almanya’daki uygulamalarda konut projelerindeki deneyim sahibi olan mühendisler, belirli tecrübe kazandıktan sonra yapı denetiminde görev alabiliyorlar.

Ülkemizin görece iyi üniversitelerinden mezun mühendisler, mimarlar, genellikle yapı konut üretim sürecinde çok yer almazlar; çünkü sektörün çalışma koşulları kötü olduğu alanlardan biridir konut yapımı ve projelendirmesi. Özellikle de yüksek katlı rezidans tipi konut değilse düzgün bir mühendislik, mimarlık hizmeti alması bir mucizedir adeta. Batı ülkelerinde müteahhitlik yapmak eğitime tabi olmak gerektirirken ülkemizde sadece parasının olması yeterlidir. Ülkemizde müteahitlerin hiçbir eğitim alma zorunluluğu yoktur. Ne yazık ki, mevcut sistemde özellikle de yoksul halkın yaşadığı konutların birçoğu sağlıklı mühendislik hizmeti almadan üretilmektedir. Örneğin yaklaşık 2 milyon TL’lik bir konutun emlakçı hizmeti için 40 bin TL emlakçı komisyonu sadece o konutu tanıtma ve satışta aracılık etmek için harcanırken aynı evin proje ve yapı denetim süreci için o kadar bedel alınmamaktadır.

AKP açısından inşaat çok önemliydi ama rantın dağılımında önemli bir tercih alanıydı.  Deprem karşısında güvensiz binaları yıkıp yeniden yapmakla rant oluşur muydu? Oluşmazdı. Kanal İstanbul projesindeki gibi etrafındaki arsalar önceden kapatılabilir miydi? Depremde ölen o kadar insan aslında bir tercihin kurbanıydı.

İnşaat ise çoktu ama planlı ve akıllıca değildi. Son dönemde yaşanan ekonomik dengesizlik, kurdaki aşırı artış ve enflasyon sebebiyle ülkemizin her yerinde yarım kalan inşaat sayısı oldukça arttı. Bursa-Osmaneli TCDD hızlı tren projesi, Ankara-İzmir TCDD hızlı tren projesi gibi projeler kısım kısım yapıldı, ikinci üçüncü kez yapımcı değiştirdi. 2008 yılında yapımına başlanan Ankara-Sivas hızlı tren projesinin açılışı 8 defa ertelendi, seçime bir ay kala açıldı. Kanal İstanbul, iyi ki, proje aşamasında kaldı. 2010 yılında Avrupa’nın en iyi havaalanı seçilen Atatürk Havaalanı piste yapılan hastane ile kullanılamaz hale geldi. Havaalanı hizmeti ise şehrin uzağındaki İstanbul Havalanı’na taşındı. AKP döneminde yapılan Uşak, Çanakkale, Gökçeada, Kocaeli Cengiz Topel ve Balıkesir Merkez Havaalanları yıllardır atıl durumda.

Bu kadar eksik ya da yanlış yapılan inşaatların yanında şehirlerin altyapıları ise ihmal edildi, depremi bekleyen yıkılacak konutlar gibi kaderine terk edildi. AKP’nin inşaatı rant yoksa, oy getirmiyorsa yapılmıyordu. Tüm bu tercihlere bilimden uzak planlamadan uzak yatırımlar da eklenince deprem, sel gibi doğa olaylarının kader olmaktan başka seçeneği kalmıyordu.

Özetle 21 yıllık iktidar boyunca inşaat yaptılar; ama onu da yanlış yaptılar!

Taşkın, kuraklık, yangın, deprem ve pandemi gibi doğa olayları hep yaşanacak artık kimse evinde güvende değil. Güvenli bir gelecek inşaa etmek için tüm bu doğa olaylarına kökten çözüm bulacak ve kader denilerek açıklanamayacak yeni bir anlayışa ihtiyaç olduğu açık.

Yeniden inşasına ihtiyaç olunan sistemin restorasyonu sorunlarımızı çözer mi belli değil. Yeni gelecek yönetim bir nevi enkaz devralacak yarım kalan inşaatlar, yap işlet devret projelerinin bütçeye getirdiği yükler gibi önceki dönemden kalma birçok problem ve tahribatla baş etmek zorunda kalacak. Hasta garantili hastaneler, yolcu ve taşıt garantili havaalanları ve yollarla geleceğimize konulmuş ipoteklerle nasıl başa çıkacağı “yeni”nin en önemli sorunları olacak. Burada bir tercih yapılması gerekiyor. Ya güvenli barınma hakkı için nüfusun yüzde 70’ini ilgilendiren deprem konusunu risk olmaktan çıkaracaksınız ya da bir 20 yıl daha kaybedecek, olası bir depremde enkaz altında kalacaksınız.

Bu nedenle toplumun her kesimine temas edecek güvenli barınma hakkını sağlayacak politikalar oluşturulması acildir, önemlidir. Rant odaklı kentsel dönüşüm projelerine karşı yükselen barınma hakkı mücadelesi tüm ülkeye güvenli barınma hakkı mücadelesi olarak ifade bulması ne kadar önemli olduğu depremle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Rant odaklı kentsel dönüşüm projelerine karşı yeşeren Dikmen Vadisi, Mamak Barınma Hakkı Bürosu deneyimleri bize hala yol göstermeye devam ediyor. Bu deprem göstermiştir ki her mahalle her semt Dikmen Vadisi’dir, Mamak’tır, Küçük Armutlu’dur, Okmeydanı’dır. Tüm ülke güvenli barınma hakkı mücadelesi alanıdır. Özellikle de ekonomik kriz ve deprem sonrası yaşanan barınma krizi ile yoksulun artık riskli binalarda bile barınma olasılığı kalmamıştır. Barınma gideri maaşların yarısına dayanmıştır. Güvenli, ucuz barınma hakkı mücadelesinin özellikle de İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyükşehirlerde önemli bir karşılığı vardır.

Yaşanan deprem ve sonrasında meslek odalarından yükselen çözüm önerisi yetkin mühendislik, belgelendirme önerilerinin ötesine geçemedi. Depremde ayakta kalan İnşaat Mühendisleri Odası’nın Kahramanmaraş temsilcilik binasının kendisi odaların söyleminden daha etkili oldu. Yıllardır odalarda tartışması süren AKP iktidarı değişmediği sürece herhangi bir düzenleme yapılmayacağı ortada olan belgelendirme sistemi dile getirildi çözüm önerisi olarak. Depreme karşı dayanıklı kentlerin inşaası için mühendislerin yetkilerinin sınırlandırılması ya da yetkin mühendislik gibi mühendisleri kendi arasında katmanlayan ve sınıfsal sömürüye olanak sağlayan belgelendirme vb. uygulamalar çözüm olmadığı gibi sorunu sadece teknik bir konuya indirmekti. Yeni yönetmeliklerin yapılması yeni ünvanların tanımlanması sadece göz boyamanın ötesine geçemeyecektir. Ülkemizdeki depreme karşı güvenli yapıların oluşturulması ne belgelendirme ne de yönetmelikle çözülebilir. Denetim ve kontrol mekanizması rant odaklı çalıştığı sürece apoletleriniz çok da olsa rant ve yapım hızının esiri olabilirsiniz.

Oysa ki tüm kentleri güvenli barınaklara dönüştürebiliriz, bunu yapacak bilgimiz de tekniğimiz de ve tecrübemiz de mevcut. Güvenli barınma hakkı mücadelesi örgütlemenin ve halkla birlikte yapı üretiminin sağlanmasının örnekleri yerel yönetimlerde yapılabilir. Yerel yönetimlerde, merkezi iktidarın desteği olmadan, halkın güvenli barınma ihtiyacını sağlayabileceği örnekler oluşturabilir. Yerel yönetimler merkezi iktidar desteği olmadan illa ki örnek uygulamalar yapabilirler. Toplumcu belediyeciliğin temsilcisi Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay (1973-1977) Batıkent projesini yaparken merkezi hükümetin desteği mi vardı? Olanak ve devrimci potansiyel oturduğumuz güvensiz evdir, her yağışta taşan dere yatağıdır, her yaz yanan ormanlarımızdır. Artık mevcut sistemin bu felaketlere dönüşen doğa olaylarına çözüm üretemediği ortadadır.

Ve unutulmamalıdır ki depreme karşı güvenilir barınma hakkı insanların en temel hakkıdır. Bu mücadele tüm ülkeye yayılmalıdır.

Referanslar

  • Dilek Yankaya, 2014, Yeni İslami Burjuvazi Türk Modeli, İletişim Yayınları
  • Neşecan Balkan,Erol Balkan, Ahmet Öncü, 2014, Neolibarilizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi, AKP, Yordam Yayınları
  • Mustafa Sönmez, 2015, Ak Faşizmin İnşaat İskelesi,Notabene Yayınları

Işıkhan Güler: Doktor inşaat mühendisi, hâlâ ODTÜ’de görevli öğretim üyesi olarak lisansüstü ve doktora dersleri veriyor.

Gökhan Marım: İnşaat mühendisi


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur