Bu yazı, ikinci tur seçimin henüz yapılmadığı koşullarda yazıldı ama fark etmez, Erdoğan ya da Kılıçdaroğlu, bence her iki olasılıkta da nihai olarak süreci belirleyecek olan, toplumsal muhalefetin sokaktaki gücü ve birliği olacaktır
Tartışmalı ve hayli şaibeli 14 Mayıs seçimleri biteli yaklaşık bir hafta oldu, ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ise birkaç gün var. 14 Mayıs akşamı olup bitenler daha çok tartışılacak ve muhtemelen ülkenin tarihine geçecek; ayrıca ertesi günden itibaren her yerde patlayan Yeşil Sol oylarını çalma haberleri, kirli bir iktidarın neler yapabildiğinin göstergesi olacak. Hiçbirimiz Norveç’te yaşadığımızı zannetmiyorduk gerçi ama doğrusu devrimci bir partinin oylarını faşist bir partiye aktaracak kadar gözlerinin dönmüş olabileceğini düşünemiyorduk belki. Öğrendik. Yapılabiliyormuş. Sorun şu ki her zaman olduğu gibi onlar bizden daha hızlı öğreniyorlar!
Bütün bunlar sürerken, bir yandan da HDP/Yeşil Sol cephesinde özellikle milletvekili seçiminde alınan sonuçlar üzerine tartışmaların yürüdüğü biliniyor. Geçtiğimiz günlerde her iki partinin yöneticileri, sonuçların başarısızlık anlamına geldiğini, önümüzdeki günlerde hem yönetim düzeyinde hem de halkla tartışmalar yürütülerek özeleştirel bir tutum alınacağını açıkladılar. İkinci turun sonuçlanmasından sonra daha da kapsamlı tartışmaların yapılacağı anlaşılıyor.
Şüphesiz parti, daha kapsamlı veri ve gözlemlere sahiptir, daha derinlikli eleştiri ve özeleştiriler sürecinden geçecektir. Bu yazı, başlığından da anlaşılacağı gibi söz konusu tartışmalara katkı sunmayı, kısmen ‘hariçten’ gazel okuyarak kişisel gözlem ve yorumlarımı aktarmayı amaçlıyor.
Ancak, başlamadan önce, iki şeyin altını çizmek gerekiyor.
Birincisi, Kürtler ve -bileşenlerden bazı itirazlar olsa da- genel olarak HDP, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda ortaya koyduğu performansla, taahhütlerine bağlılık ve güvenilirlik konusunda net bir örnek ortaya koymuştur. Bu gerçeklik, herkesin, en çok da “ne kadar sağa kayarsam o kadar çok müttefik kazanırım / Kürtlerden ne kadar uzak durursam o kadar elim rahatlar” diye oportünist politikalar izleyenlerin (sadece onların değil, yıllardır HDP hakkında bin türlü ahlaksız dedikodu üretenlerin de) kulağına küpe olmalıdır. Kürtler/HDP, verdikleri sözü tutmuş, kendisiyle dürüstçe kurulan her ilişkiye dürüstçe karşılık vereceklerini somut olarak ortaya koymuş ve gelecekteki her türden siyasal ilişki için bir referans yaratmıştır.
İkincisi, HDP, özellikle son 6-7 yıldır yoğunlaşan tarihte az rastlanır bir baskı atmosferine karşın ayakta kalmış, başka bir partinin tarihten silinmesine yol açacak ağırlıkta olan saldırılara karşı direnmiş, yok edilemez bir halk hareketi olduğunu bir kez daha göstermiştir. Ancak bu, ağır bedelleri olan bir süreçtir. Son 6-7 yılda siyasi soykırıma dönüşen operasyon ve tutuklamaların analizini yapan herkes, bu saldırıların (zaman zaman paldır küldür işler yapılsa da) genel olarak stratejik olduğunu, hareketin sürükleyici unsurlarının hedeflendiğini, özellikle örgütteki ‘orta kademe’ kadroların, yani sokağı, halkı bilen, işleri çekip çeviren insanlara yönelindiğini, dolayısıyla örgütsel bir harabiyet yaratıldığını görecektir. Özellikle bu nokta önemlidir, çünkü insanlar çoğu kez eş başkan düzeyindeki tutuklamaları görürken daha altta çalışan mekanizmanın önemli dişlilerini unutabiliyor; oysa asıl ‘feda’ ruhuyla çalışan, organizasyon yeteneği olan bu ‘orta kademe’deki hasar ilk bakışta görülenden daha ağırdır. Birçok yerde örgütsel yapının ne kadar zayıf olduğu, seçim sürecinde sanırım herkesin gözlemlediği bir gerçekliktir. Halkın inisiyatifinin her şeye yettiği Botan gibi bölgelerden çıkıp Kürdistan’ın başka bölgelerine ve batıya doğru gidildikçe, bu örgütsel zayıflık daha fazla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla HDP’nin, bütün bunlara rağmen (ve ayrıca yeni bir partiye intibak etmenin güçlüklerini de yaşayarak) gösterdiği performans, küçümsenemez, küçümsenmemelidir.
Sonuç olarak, bütün bunları dikkate almadan yapılacak değerlendirmelerin, bir haksızlık içereceğini söyleyebiliriz. Ancak öte yandan, devrimciler, bütün sorunları ve yaşadıklarını (baştan zaten ‘elde bir’ olarak varsaydıkları) dışsal baskılarla açıklayamazlar; o zaman özeleştiriye hiç ulaşamayız çünkü her sorunun cevabını kendi dışımızdaki faktörlere ihale etmiş oluruz.
Bu bağlamda, 14 Mayıs öncesinde ‘İttifak’ ilişkilerinde yaşanan sorunlar ve yaşanan kargaşa da partinin kendi içine yönelik eleştirel yaklaşımının önüne geçemez; geçmemelidir. Daha Nisan sonundayken, özellikle TİP’le kurulan ilişki ve ortaya çıkan kaotik ortamın, herhangi bir başarısızlık durumunda herkese bir ‘kolaylık’ sağlayacağını, bütün dikkatlerin buraya yönelmesiyle HDP’nin kendine yönelik özeleştirel tutumunun zayıflayabileceğini başka bir zeminde ifade etmiştim. Parti yönetimini bilmem ama tabanda böyle bir eğilim gerçekten de ortaya çıktı. Son süreçte insanlar derin örgütsel sorunlar yerine ‘ittifak’ sorunlarına yönelirken, yer yer doğrudan HDP’nin kuruluş mantığına yönelen ‘Türklerden kurtulma’ eğilimleri ortaya çıktı.
Yanlış anlamaları bertaraf etmek için altını çizeyim, burada, Parti’nin TİP’le kurduğu ilişkinin yöntemine dair eleştiri ve tepkilerden söz etmiyorum; sözünü ettiğim şey, kolaycı bir biçimde bütün ağırlığın buraya verilmesi, TİP’le ittifak kurulmasa her şeyin mükemmel olacağı yolunda bir sonuca ulaşılmasıdır.
TİP’ten başladık, oradan ilerleyebiliriz ve bundan sonrasında sorular ve yanıtlarla yol alabiliriz. Asıl problemlere gelebilmek için sanırım mecburen bu yoldan geçmemiz gerekiyor.
Şöyle bir soruyla başlanabilir: Herhangi bir sosyalist/sol partinin, akımın, seçimlerde ya da genel olarak hayatta HDP dışında kendi varlığıyla yer alması, meşru mudur?
Bu soruya verilecek olumsuz yanıt, son derece yanlış bir tekelciliği içerir. Elbette herhangi bir devrimci güç, kendince doğru bulduğu bir program ve stratejiyle kendi yolundan gidebilir, bu yolda yürürken HDP bünyesinde ya da yanında/yöresinde yer almak zorunda değildir. Bunu tartışmak bile abestir. Kimse, “İşte HDP var, gelsin herkes burada yolunu yürüsün” diyemez. Şimdi seçim var diye seçimler üzerinden tartışıyoruz ama yarın mücadelenin içinden değişik çarpışma ve çalışma biçimlerini önüne koyan yeni bir devrimci yapı doğabilir, bunu şimdiden bilemeyiz, dolayısıyla böyle bir durumda o insanlara da “HDP turnikesinden geçme” mecburiyeti yükleyemeyiz. İnsanlar, Kürt hareketi ile dayanışmayı, başka bir yoldan, başka bir dilden de kurabilirler; hayat bu konuda zengindir.
Öte yandan, HDP içinde yol yürüyen yapı ya da bireylerin de partide -doğal olarak- baskın olan KÖH paradigmasını benimseme, bunun için kendi siyasal yaklaşımlarından, ideolojik görüşlerinden feragat etme mecburiyeti yoktur. HDP zaten budur ve farklılıklardan enerji yaratmak için vardır.
Dolayısıyla TİP’le ilgili sorun, böyle bir meşruiyet sorunu değil, iki taraf açısından da yöntem ve anlayışla ilgili bir sorundur.
TİP yönetimi, bu süreçte bir trend ve popülarite yakaladıklarını, bu seçimde bu trendi değerlendirmezlerse bir daha aynı şansa sahip olamayabileceklerini düşünerek, yol belirlemiş ve bana göre ağır bir yanlışa imza atmıştır. Dikkat edileceği gibi, özel olarak ve altını çizerek “bu seçim”den söz ediyorum. Herhangi bir dönemde yapılacak herhangi bir seçimde kimin ne yapacağının doğruluğunu/yanlışlığını sorgulamıyorum, bunu şimdiden bilemeyiz de.
Bana göre TİP yönetiminin anlamadığı şey, bu seçimin son derece kritik bir dönemeç noktası olduğu, 21 yıllık bir rejimin iyice yerleşmesi ya da tahtından indirilmesi gibi çok stratejik bir aşamaya denk düştüğü, dolayısıyla bunun için elimizde her ne varsa bir araya getirmek zorunda olduğumuzdu. Asıl mesele buydu. Bu seçim, matematik filan bir yana, tek bir insanın oyunu, enerjisini, vb. bile dışta bırakma lüksüne sahip olmadığımız bir durumdu. Yapılması gereken -zarar görme pahasına bile olsa- buydu. Gelinen noktada TİP yönetimi alınan oy miktarını ve çıkarılan vekil sayısını kendi açılarından başarı olarak görür ya da görmez, bilemem. Benim söylediğim şey, dışta ve işlevsiz bırakılan her oyun ve her enerji parçasının bugünkü kritik noktada kayıp olduğudur.
Enerji enerji diye özellikle vurguluyorum, çünkü asıl problemin orada olduğunu düşünüyorum. Bu, İttifak’ın daha ilk toplantısında ilan edilen amaçlarla ilgilidir. Maalesef yalnızca TİP’in değil, kendisini seçim sandığına aşırı kilitleyen birçok insanın üstünden atladığı şey, meselenin yalnızca seçim olmadığı, bir bütün olarak Türkiye ve Kurdistan’daki sol/demokrat güçlerin böylece bir araya getirilmesinin sokakta ve hayatın her alanında bir direniş ve mücadele gücü yaratmayı amaçladığıydı. Bu anlamda İttifak, gerçekten de başlangıç itibarıyla bana göre heyecan verici bir ‘gövde gösterisi’ydi. Çünkü bu tür ittifaklar, sadece ona katılanların nicelik güçlerini ve imkânlarını bir araya getirmez, böylece ortaya çıkan üst bir enerjiyi, coşkuyu ve bütünlükten doğan güven vericiliği de yaratır ve bir yandan da su damlaları gibi genişleyerek yeni güçleri kapsama eğilimi gösterir. İnsanlar, farklı renklere sahip güçlerin tek bir bayrak altında toplanmasına bakarlar ve oradan bir kazanma duygusu alırlar. Bu, A ilinde kimin kimden ne kadar fazla oy ve vekil alacağından çok daha önemli bir şeydir.
Zincirleme yanlışlar ve gitgide kirlenen tartışma ortamlarında asıl zarar verilen şey de tam bu oldu. TİP yöneticilerinden bazılarının sehven ama bazılarının adeta Kürtleri yaralamak için bilerek kurduğu cümleler, buna karşın sanal medyanın Kürtlerdeki ‘üslup’ kurallarını berhava etmesi ve meşru eleştiri kanallarının dışına çıkma eğilimi, ortalığı toz dumana boğarken, geriye kalan, geleceği de etkileyebilecek kadar derin yaralar oldu. Bugünkü iktidarın ikinci turdan galibiyetle çıkması halinde çok ihtiyacımız olacak olan ruh halinin zedelenmesi herkes için kötü sonuçlar yarattı.
Aynı meselenin HDP cephesine gelirsek, -ki bu yazı itibarıyla asıl derdimiz odur- doğrusu oradaki durumu anlamak hayli zordu. Tarihi boyunca ilişki kurduğu bütün siyasal güçlere eşit davranmakla şöhret yapmış olan KÖH anlayışının bu kez böyle bir imtiyaz parantezi açma ihtiyacını duyması, muhtemelen daha geniş bir cephe yaratma kaygısına dayanıyordu ama yöntemsel olarak kötü yönetilen süreç, bunun tersini ortaya çıkardı. Bütün güçleri bir araya getirip tek cephe olarak yürüme stratejisine uygun olarak (bu seçim için) ‘tek liste’nin en baştan altın kural haline getirilmesi gerekirken TİP meselesinde yaşanan bu ‘iltimas’, bana göre daha en baştan dengeyi bozdu. Bana göre, İttifak’ın diğer üyelerine saygı bakımından da sıkıntılı bir durumdu.
Bu konuda yapılan görüşmeleri, konuşmaları tabii ki bilmiyorum; dıştan görünen manzaradan söz ediyorum ben. Dıştan görünen ise HDP genel merkezinin anlaşılabilir sessizliği sürerken sanal medyada ve TV kanallarında süren karmaşa, sürecin her geçen gün daha fazla kirlenmesiydi. Çapraşık matematik hesaplarıyla ortalık ‘sayısalcı’ların oyun alanına dönerken, zaman zaman trollerin müdahalesiyle işler çığırından çıkıyor ve bu arada asıl mesele, yani bu seçimin kritikliği gözden kaçıyordu.
Daha da kötüsü, başlangıçta ısrarla ‘birlikte kazanacağız’ sloganını tekrarlayarak durumu savunan, cezaevlerinden yapılan çıkışlara rağmen bundan vazgeçmeyen HDP merkezinin bir aşamadan sonra “YSP’ye verilmeyen oy, AKP’ye yarar” gibi sert noktalara varması oldu; bu da herkese bir tutarsızlık gibi göründü.
Kısacası nereden bakılırsa bakılsın, ortaya çıkan manzara, sürecin kötü yönetilmesi oldu. İstenen ‘genişleme’ye böylece ulaşılamazken, tabanda da enerji düşüren gerilimlere neden olundu. Bu düşüşün 28 Mayıs sonrasındaki Türkiye’ye, sokak mücadelesine ve oradaki ortak ruha ne kadar zarar verdiğini, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Böylece sürece ilişkin bana göre detay olan bu konuları geçerek esasa geldiğimizde ise gördüğümüz gerçeklik, HDP oylarında 7 Haziran sürecine göre en ciddi düşüştür. Tabii ki bunun hatırı sayılır bir bölümü iktidarın hırsızlıklarıyla ilgilidir ama tümü de bununla açıklanamaz.
Okuyucuya ilk anda çok saçma gelebilir ama ben, bu meselede “uzayan ilişki aşkı öldürür” şeklindeki beylik aforizmanın bir açıklama biçimi olabileceğini düşünüyorum. “HDP’nin daha ömrü ne ki, aşkı öldürecek yıpranma yaşasın” diyenler olabilir, evet haklıdırlar ama bunun zamanla ilgisi yok. Aşk, sürekli üretmeyi, bunun için emek ve çaba harcamayı, ilişkiyi canlı tutacak irili ufaklı aksiyonları, vb. ister; kopuklukları ve monotonluğu da pek kaldırmaz. Özellikle HDP’nin durumunda olduğu gibi, partiyle halk arasındaki ilişki sürekli ağır baskı altındayken, rutini aşmak daha da zordur. Şimdi kaynak veremeyeceğim ama Demirtaş’ın bir zamanlar söylediği “aslında bütün oylar emanettir, insanlar partilere güvenip oylarını emanet ederler” sözünü hatırlıyorum da gerçekten biraz öyledir. İnsanlar sandığa gider ve kendine göre önemli bulduğu konularda icraat beklentisiyle partilere kredi açar. Ama HDP’de durum böyle statik değildir. Düzen partilerinden farklı olarak HDP, seçim olsun olmasın, her zaman ve her durumda halkla organik bir ilişki içindedir, varlık biçimi öyledir, öyle olmak zorundadır. “HDP halktır” sloganı da “kendime oy veriyorum” esprisi de kaynağını buradan alır. HDP, halkı seçmen olarak görmez, halk da kendisini sadece oy veren insanlar olarak tanımlamaz. Dolayısıyla bu, seçimlere bağlı olmayan mobilize bir ilişkidir, olmalıdır.
Sorun da sanırım tam burada. 7 Haziran’ı bir zirve olarak görürsek eğer, daha sonraki süreçlerde partiye ve parti-halk ilişkisine yönelik ağır baskının yanında, bu ilişkiyi organik kılan taşıyıcı kadroların tutuklama ya da yurttan uzaklaşma sonucu sahadan eksilmesi, sadece işlerin organizasyonunda bir zayıflık yaratmamış, halkın pozisyonunun pasifleştiği bir tabloyu ortaya çıkarmıştır. Seçim sürecinde gittiğim yerlerde birçok parti yöneticisinin “HDP’ye oy veren ama etkinliklere, eylemlere katılmayan” halk kesimlerinden söz ettiğine bizzat tanık oldum. 90’ların dehşetini yaşamış bir halktan söz ediyorsak eğer, herhalde bunun sadece baskıdan kaynaklandığını düşünemeyiz.
Kuşkusuz bunun birçok nedeni var. Sık sık yaşanan seçimler sürecinde belediyelerin tasfiyesiyle birlikte ‘seçim dışındaki zamanlarda’ halkla kurulan kültürel, sosyal ilişkinin kurumlarının, araçlarının zayıflaması, bunun yerine yeni araçların yaratılamaması ya da zayıf kalması bu sebeplerden biri örneğin. Siyaset, sonuçta insandan insana sürekli bir sosyal ilişki biçimidir. Oradaki zayıflık, her zaman pasifikasyona ve seçime endeksli bir ilişkiye yol açar. Bunun üzerine bir de sahayı bilen, sahada yaşayıp birebir insan ilişkilerini yürüten ‘orta kademe’ kadroların tasfiyesi bindiğinde, sorun büyür ve parti, giderek ‘halkı seçmenleştirme’ noktasına gelir tıkanır. Bu, aslında bir anlamda, ‘yanlış aday belirlemeleri’ gibi yan sorunlara da kaynaklık eder, çünkü ‘seçmenleştirme’ halkın nabzını tutmayı da engelleyen bir şey haline gelir. (Bu konuda bir parantez açmazsak olmaz; ‘aday belirlemek’ tabii ki seçimlerde çetrefilli bir sorundur ama halkla ilişki ne kadar organikse, o kadar doğru tercihler yapılacağı gibi, aynı organik ilişki yanlış tercihleri de bir şekilde ağır sonuçlar doğurmayacak biçimde affettirebilir.)
Gözümüzü Batı’ya çevirdiğimizde ise orada da aslında ‘seçmen’ ilişkisinin sıkıntıları karşımıza çıkar. 7 Haziran itibarıyla partiye verilen oyların bir bölümü, tamamen dışsal oylardır, tamam, onu kabul ettik. Bir kısım insan, HDP’nin programı ve siyasetinden bağımsız olarak sandıkta onu tercih etmiştir. Ama bu kesim, abartılacak büyüklükte değildir. Asıl büyük topluluk, HDP’nin bileşenleriyle birlikte ortaya çıkardığı enerjiden etkilenen, bu partinin Türkiye’nin genel demokratikleştirilme mücadelesinin baş aktörü olduğuna inanan insanlardır. Ve bu topluluk, daha sonraki seçimlerde de bu tutumundan büyük ölçüde vazgeçmemiş, HDP’nin kendi sorunlarına ve Türkiye’nin genel sorunlarına çözüm olduğu inancıyla davranmıştır.
Ancak öyle görünüyor ki HDP, bu insanlarla olan ilişkilerini de organik bir düzeyde kalıcılaştırmış değildir. Şu anda fiziksel verilerle kanıtlayamam ama ben HDP’nin emek sömürüsü, ekoloji, kadın sorunu, gençler, vb. gibi alanlar üzerine 7 Haziran günlerine oranla en az beş kat daha fazla doküman, broşür, program ürettiğine eminim. Ama demek ki sorun orada değil. Sorun, bir ölçüde bu politikaların o insanlara aktarılmasındaki bağlantı kayışlarında ve yine ‘ilişkinin monotonlaşması’ndaymış gibi görünüyor. Bunda öncelikle HDP’nin yönetim zayıflığının rolü olduğunu düşünüyorum. Böyle deyince okur hemen eş başkanlar düzeyinde bir zaaftan söz edildiğini zannedecektir ama mesele orada değil. Özel olarak şimdiki eş başkanlarla ilgili bir şey söylemiyorum. Daha genel bir durumdan söz ediyorum. Demirtaş ve Yüksekdağ’ı bir kenara koyarak şu anda cezaevlerinde ya da saha dışındaki isimlere bakılsa, halkta ve özel olarak batıda karşılığı olan, bağlantı noktası oluşturan ne kadar çok insanın tasfiye edildiğini görebiliriz. Bu ciddi bir sorun. Bugün hâlâ Batı’dan Kurdistan’a kadar her yerde tutuklu siyasetçilerin adının zikredildiği her mitingin birden alevlenmesi, bu insanlara duyulan sevgiden öte, bir ilişki biçimini de ifade ediyor ve evet, bu coşku, mevcut ilişkiye bir eleştiriyi de içeriyor.
Öte yandan, Batı bölgesindeki yerel örgütlerin darbelenmesi ve birçok yerde sahayla ilişkinin sakatlanması, Batı’nın kendine özgü yapısına hitap ederek ilişki kurabilen kadroların azlığı da bir başka sorun. Çoğu durumda metropol ilçelerindeki Kürtlere ulaşmakta bile zorlanan saha kadrolarının Kürtler dışındaki insanlara ulaşımının zayıflığı somut bir gözlemdir.
Yine dönüp dolaşıp herhalde aynı noktaya geliyoruz: İlişkinin organik niteliğinin azalması ve ‘seçmenleştirme’ politikası.
Burada yeniden TİP meselesine dönerek yürürsek ve metropollerde TİP’in oy aldığı insanların önemli bir bölümünün HDP’den kaydığını varsayarsak, önümüze ciddi bir soru çıkar. TİP, bir kanal açmışsa ve insanların bir bölümü oraya doğru akmışsa, kimi sorgulamalıyız? Tamam, kanal açılmış da su niye akmış?
Tabii ki bunda, örneğin baskıdan bezmiş yeni kuşakların “teröristlikle suçlanmadan” daha risksiz alanda siyaset yapma arzusunun da rolü vardır. Yeni kuşaklar bu konuda çok zorlandı gerçekten. Ayrıca TİP’in medyadaki görünürlüğünün artırılması da bu süreçte önemli olmuştur. Açıkçası ben, kendi payıma, sanal medyada uçuşan “derin devlet” iddialarını çok ciddiye almam; bazılarını şahsen tanıdığım TİP yönetici ve üyelerine de böyle şeyler yakıştırmam. Siyasette doğrular ve yanlışlar vardır; TİP yönetimi yanlış yapmıştır, hepsi o kadar. Ancak, HDP’nin daha fazla palazlanmasını istemeyen kesimlerin ve özellikle medya kanallarının TİP’i daha görünür kılmak için elinden geleni yaptığı da kesindir. Buna karşı “seçim döneminde her imkân kullanılır” denilebilir, evet, doğrudur, kullanılır ama TİP yönetimi, bu aşırı teveccühün kendi siyasal doğruluklarının bir sonucu olduğunu düşünürse ve altındaki art niyeti yok sayarsa çok yanılır. Bu, onlar açısından da körlük olur. O parlatıcıların dini imanı yoktur çünkü.
Ezcümle, sonuç olarak, Batı cephesinde de sorun, yine ‘dışsal’ değildir. Daha doğrusu, ‘dışsal’ faktörler devrede olsa da partiler oraya değil kendilerine bakarlar. Parti olmak budur. HDP’nin yapması gereken de budur.
Şu çok önemli: HDP bir ‘mecburiyet’ partisi değildir. HDP, daha başka alternatif olmadığı için oy verilen bir parti olmayı kendisine yakıştırmamalıdır. TİP ya da başka bir seçeneğin olmadığı koşullarda insanlar ‘seçeneksizlik’ yüzünden HDP’ye oy verirlerse mesela, bu HDP için sıkıntı kaynağı olmalı, böyle düşünülmelidir. Çünkü bu organik bir ilişki değildir; gerçek ‘emanet’ tam da budur.
Dolayısıyla HDP, öncelikli olarak kendi örgütsel zayıflığına, diline, bir bütün olarak politikalarına bakmak ve yeni bir yol belirlemek durumundadır. Kanımca, burada yapılması gereken, partinin kendi bileşen yapısını ve ittifaklarını aşan bir perspektifle sürece yüklenmesi, Batı’nın müdahil güçlerinden biri olmak için sadece ‘bileşen vekilleri’yle değil, merkezi düzeyden hücuma geçmesidir.
Sonuca geçmeden önce, bu süreçte çok sık dillendirilen ve öne çıkan iki konuya da değinmek gerekiyor.
Birincisi, A. Şık’ın partiden ayrılması olayında ortaya çıkan ve sonra da önceki seçimlerde HDP’den seçilip istifa eden TİP’li vekiller meselesinde (HDP Genel Merkez’in şeffaf olmayan hatalı tutumundan ötürü) katmerlenen “sırtta taşıma” sorunudur. Sanal medyalarda KDP’li hesaplar tarafından özellikle köpürtülen bu sorunla ilgili olarak öncelikle söylenmesi gereken şey, her şeyden önce bu söylemin son derece ayıp ve çirkin olduğudur. HDP, ülkenin demokratik, özgürlükçü güçlerine ‘siyasal alan açma’, ‘mücadele zemini sunma’ hareketidir. Bunu bilmeyen, HDP’nin mimarı olan aklın ne yapmak istediğini, HDP’nin niye kurulduğunu da bilmiyor demektir. Bu, ‘sırtta taşımak’ değildir. Ayrıca, meşhur deyimde olduğu gibi, kötü örnek de örnek değildir. Bu, ‘siyasal alan açma’ işinin doğru yapılıp yapılmadığı, doğru insanların tercih edilip edilmediği, hatta daha ötesinde ‘alan açma’nın ‘temsiliyet dağıtma’ya çok fazla kilitlenip kilitlenmediği, tabii ki tartışılır, hatta tartışılmalıdır. Ama hakkaniyet çizgisinden uzaklaşmadan! Parti çalışmalarını az çok izleyen herkesin bileceği gibi, ‘sahada basmadık yer bırakmayan’, her direnişe, her eyleme koşuşturan bileşen ve ittifak vekilleri olduğu gibi, HDP’de görevi boyunca adı duyulmayan Kürt vekiller de vardır.
İkincisi, bu ‘sırtta taşıma’ söyleminin devamı olarak gelişen, “Türklerden kurtulup öze dönme” söylemidir ki, bu söylem de HDP’nin mimarının aklından bihaberdir. HDP bu değildir, hiç olmamıştır, adı üstünde ‘halkların’ demokratik partisidir, varlık sebebi budur. Bu ilişkinin kurulma biçimi tartışılabilir, yanlışlıklar eleştirilebilir ama ‘geriye dönüş’, başka bir mantıktır. Çok abartmak istemiyorum ama bu söylemin sahiplerinden -iyi niyetli olmayan- bir bölümünün o akılla da hesaplaşmak istediğini düşünüyorum.
Tabii ki toparlanabilir. Kuruluşundan bu yana geçen yaklaşık 10 yıl, HDP kurgusunun doğruluğunu, deyim yerindeyse omurgasının sağlamlığını kanıtlamıştır. HDP, birçok kişiye ve bu arada Victor Hugo’ya da atfedilen “zamanı gelmiş fikir” sözünün pratik anlam kazanmış halidir. Daha önce yaratılmak istenen bir dizi ‘çatı’ girişiminin tersine, HDP’nin deyim yerindeyse toprağını sevip yerleşmesi, boşuna değildir, bir ihtiyaca denk düşmektedir.
Bugünün tek sorunu, bahanecilikten, dışsal açıklamalardan, komplo teorilerinden yakamızı kurtarıp, sürece acımasız bir gerçekçilikle yaklaşmaktır. Bütün baskılara karşın örgütsel yapıyı reorganize etmek, yaşamla organik bağları güçlendirmek, bu kadar deneyime sahip bir parti için imkânsız şeyler değildir. Birçok kişinin iddiasının aksine, HDP, bir yandan KÖH değerlerine sarılıp ideolojik/pratik yapısını güçlendirirken, diğer yandan bütün Türkiye’nin ezilenlerine ulaşabilir; bu ikisi arasında bir çelişki yoktur, HDP, zaten bu ikisini bir araya getirmek için vardır, varlık sebebi budur.
Bu yazı, ikinci tur seçimin henüz yapılmadığı koşullarda yazıldı ama fark etmez, Erdoğan ya da Kılıçdaroğlu, bence her iki olasılıkta da nihai olarak süreci belirleyecek olan, toplumsal muhalefetin sokaktaki gücü ve birliği olacaktır. Mevcut iktidarın devamı durumunda koşulların çok ağırlaşacağını bilmek içinse zaten müneccim olmaya gerek yok. Dolayısıyla, HDP’nin kendi iç değerlendirmelerini bitirdikten sonra büyük bir hızla yeni bir halk ittifakını bu kez daha ilkeli bir yerden kurmaya yönelmesi ve Meclis’in dışındaki alanı tutması kaçınılmaz bir görevdir.
Süreç boyunca çalışıp didinen herkese saygılarımla…
Kaynak: Gazete Karınca
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.