Önemli bir seçimin arifesindeyiz. Cumhurbaşkanının ve parlamento üyelerinin seçileceği bu seçimler, faşizmin ve neoliberalizmin tarihsel krizinin gelişme yönünü belirleyecek. Seçimlerden önceki kısa sürede biçimlenecek, olgunlaşacak politik güç ilişkileri ve olgular, seçim anında ortaya çıkacak gelişmeler ve seçim sonrasında doğacak siyasi tablo, ülkemizde faşizme ve neoliberalizme karşı mücadelenin somut konjonktürünü belirleyecek
İzlediği talan politikasıyla Türkiye tarihinin en hızlı ve kitlesel yoksullaştırma operasyonuna imza atmış olmasının üzerine eklenen Türkiye-Suriye Depremi’nin yol açtığı büyük felaketin siyasi ve insani sorumluluğu Erdoğan iktidarının toplumsal desteğini ciddi bir biçimde daralttı. Afet yönetiminde ortaya çıkan büyük acz ve skandallar, Erdoğan faşizmini ve dinci-neoliberal garabeti bir an önce kurtulunması gereken bir bela haline getirdi. İktidarın kendisi için daha iyi bir anı yakalayabileceği bir geleceği kalmadı; bundan sonraki her günün bir önceki günden daha kötü olacağının farkında. Seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması kararının, alelacele ve tamamen yasadışı bir biçimde alınmasının nedeni budur.
Önemli bir seçimin arifesindeyiz. Cumhurbaşkanının ve parlamento üyelerinin seçileceği bu seçimler, faşizmin ve neoliberalizmin tarihsel krizinin gelişme yönünü[1] belirleyecek. Seçimlerden önceki kısa sürede biçimlenecek, olgunlaşacak politik güç ilişkileri ve olgular, seçim anında ortaya çıkacak gelişmeler ve seçim sonrasında doğacak siyasi tablo, ülkemizde faşizme ve neoliberalizme karşı mücadelenin somut konjonktürünü belirleyecek.
Seçimler karşısındaki çizgimizi, sömürge tipi faşizmin ve sömürge kapitalizminin yıkımına katkıda bulunacak, bu yıkım sürecinde toplumun gerici güçlerinin direncini kıracak, reformist güçlerini halkın ayak bağı olmaktan çıkaracak, toplumun devrimci güçlerinin etkinliğini artıracak ve giderek belirleyici hale getirecek, uygulanabilir nitelikteki en etkili seçim dönemi politikasının hangisi olduğunu kendimize sorarak oluşturmamız gerekiyor.
Erdoğan’ın durdurulması ve başkanlığına son verilmesinin, faşizme ve neoliberalizme karşı mücadelenin bugünkü kilit adımını oluşturduğu ortadadır. Erdoğan iktidarına “sandıkta çoğunluk sağlayarak son verme”nin mümkün olmadığı herkes tarafından bilinmektedir. Erdoğan, iktidarını sürdürebilmek için, hileyle, komployla, satın almayla sandık çoğunluğu elde edebileceği gibi sandıktaki çoğunluğunu kaybettikten sonra da iktidarı elinde tutmak için sahip olduğu bütün araçları kullanacaktır. Ancak açıktır ki, içinde bulunduğumuz anda Erdoğan’ın başkanlığına sandıkta çoğunluk sağlamadan son vermek mümkün değildir.
Elbette faşizm ve neoliberalizm Erdoğan iktidarına indirgenemez. Her ne kadar Erdoğan onun siyasi başı ise de faşizm bir devlet biçimidir. Ve yine her ne kadar Erdoğan iktidarının koltuğu altında gelişen dinbaz sermaye odaklarının yağma ve talanında somutlaşıyorsa da, neoliberalizm, sömürge kapitalizminin temel ve vazgeçilmez birikim modeli olmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla Erdoğan iktidarına son verilmesi, faşizme ve neoliberalizme son verecek, demokrasiye ve sosyalizme ilerleyecek bir sürecin önünü kendiliğinden açmaz.
Bununla birlikte faşizmin ve neoliberalizmin sürdürülebilirliği açısından Erdoğan iktidarı özel bir konumdadır. Bu iktidarın bizzat kendisi sömürge tipi faşizmin ve neoliberalizminin krizinin ürünüdür. Ve bu iktidar, faşizmin ve neoliberalizmin kaderini kendi siyasi kaderiyle bütünleştirmek için büyük bir suç ve soygun düzeni kurmuş, devletin faşist çekirdeğine ait güç merkezleri (kontrgerilla yapıları) ve tekelci sermayenin oldukça geniş kesimleri ile bu düzen üzerinden etkili bir çıkar birliği sağlamıştır. Bu durum nedeniyle, Erdoğan’ın iktidarda kalma mücadelesi ve buna karşı gelişecek direniş, egemen sınıf ve güçleri genel bir egemenlik krizine sürükleyebilir. Yine bu nedenle Millet İttifakının en zayıf yönü, devleti ve sermaye çıkarlarını korumaya odaklı bir siyasi ittifak olmasıdır. Millet İttifakı, kontrgerilla yapılarının talep ettiği devlet iktidarındaki merkezi konumu ve yerli tekelci sermayenin talep ettiği piyasanın sınırsız egemenliğini karşılayacak bir Erdoğansız alternatifi sunmak için oluşturulmuştur. Ancak böyle bir alternatif için gereken toplumsal gücü, desteği ve birlik kompozisyonunu sağlayamamaktadır. Millet İttifakının, Erdoğan’ın çok yönlü manipülatif girişimleri karşısındaki kırılganlığının temeli budur. Erdoğan iktidarı, Millet İttifakının zayıf karnını, onun faşist ve gerici bileşenlerinde yakalamaktadır. Halkın büyük çoğunluğunun Erdoğan iktidarına ve onun temsil ettiği her şeye son verme isteğini gerçekleştirebilecek güç ve kararlılıkta bir “düzen seçeneği” oluşturulamamaktadır.
Erdoğan’ın temsil alanındaki hakimiyetine son verebilecek bir siyasi seçeneğin, hem matematiksel hem de siyasal olarak ancak Kürt demokratik siyasi hareketinin, sosyalistlerin, en genelde demokratik-laik-eşitlikçi-cinsiyet özgürlükçü toplumsal muhalefet güçlerinin desteğini alarak oluşturulabileceği görülmektedir. Ancak bu güçlerin çıkarları nesnel olarak faşizmle ve neoliberalizmle uzlaşmaz bir karşıtlık oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu güçlerin desteğini almaya yönelen bir düzen içi iktidar alternatifinin, kurulu düzenin (“müesses nizam”ın) merkezindeki güçler (oligarşi) için bir gri alanı, bir belirsizlik alanını içereceği de kolayca tahmin edilebilir. Bu nedenle oligarşi için Erdoğan’ı iktidardan indirecek bir siyasi alternatif, denetim altına alınması gereken bir alternatif olacaktır. Bu noktada Erdoğan’ın iktidarını koruma ihtiyacı ile oligarşinin siyasi iktidarın sınırlarını belirleme ihtiyacı arasında bir örtüşme alanı ortaya çıkmaktadır. Erdoğan’ın iktidarını korumak için yöneleceği manevralar, saldırılar, hileler, komplolar, oldu bittiler ve hatta darbe girişimleri oligarşi için Erdoğan’ın siyasi alternatifini teslim alma araçları olarak iş görecektir. Oligarşinin teslim alma siyasetinin odağında ise Erdoğan faşizmi ile hesaplaşmanın devletle sınırlanması, Erdoğan’ın koltuğu altındaki talancı güçlerle hesaplaşmanın piyasayla sınırlanması olacaktır.
Bu genel tablo, önümüzdeki sürecin gelişme yönünün belirlenmesinde oligarşinin ve faşist devlet kurumlarının kadir-i mutlak bir konumda bulunmak bir yana ciddi açmazlarla karşı karşıya olduklarını göstermektedir. Daha önce bu olgunun kaynağının sömürge tipi faşizmin ve neoliberal yeni sömürgecilik politikasının tarihsel krizinde olduğunu belirtmiştim. Yine daha önce karşı karşıya olduğumuz bu durumun içerdiği devrimci potansiyelin “milli kriz” kavramı ile yakalanabileceğini, “milli krizi derinleştirecek devrimci politika”nın “faşizme karşı mücadele”ye odaklanarak geliştirilebileceğini de ifade etmiştim.
Erdoğan’ın iktidardan indirilmesinin, uzaklaştırılmasının “sandıkta çoğunluk sağlama”ya indirgenemeyeceği uzun zamandır bilinmektedir. Erdoğan faşizmi temsili çoğunluğu kaybetmekle yüksek yargıdan, polis, ordu ve istihbarata kadar uzanan temel devlet kurumlarındaki iktidarını yitirmeyecektir. Cihatçı çetelerden mafia ağlarına uzanan paramiliter iktidar şebekeleri de seçimin ertesi günü, “madem ki seçimi kaybettik, dağılalım artık” demeyeceklerdir. Kaderini Erdoğan’la kaynaştıran YSK, kayyum üniversiteleri ve havuz medyası bir anda taraf değiştirmeyeceklerdir. Erdoğan ve ortakları, iktidarlarını yitirmemek için faşizmin ve neoliberal talan makinasının bütün bu “olanakları”nı seçimden önce, seçim sırasında ve sonrasında seferber etmekten geri durmayacaklardır; Türkiye halkının büyük çoğunluğunu etrafında birleştiren “Erdoğan nefreti”nin etkili bir sonuç üretmesini önlemek için kullanışlı gördükleri bütün yol ve yöntemleri kullanacaklardır. Bu nedenle açıktır ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin öncelikli politik sorunu “Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakı’nın desteklenmesi” değil, Erdoğan faşizminin oyunlarının boşa çıkarılması çerçevesinde ele alınmalıdır.
Zaten siyasi süreç de bu biçimde gelişmektedir. İçinde bulunduğumuz anda anti-faşist halk güçleri için durum, “Erdoğan karşısında çoğunluk sağlayacak herhangi bir Cumhurbaşkanı adayını destekleme/desteklememe” tartışmasının ötesine şimdiden geçmiştir. Millet İttifakı’nın “derin sağı” daha ilk adımda, Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinden ittifakın sağ seçmen tabanını Erdoğan lehine parçalamaya girişmiştir. Muharrem İnce de benzer bir rolle sahneye sürülmüştür. Bu süreçte yaşananlar “Erdoğan’ı iktidardan indirme”yi başarabilecek bir siyasi güç birliğinin kararlı temelinin, toplumun anti-faşist, sol güçlerinin desteğine ihtiyaç duyduğunu ortaya koymuştur. Deprem anında ve sonrasında gösterdikleri dayanışma ve destek performanslarıyla toplumun iyicil, dayanışmacı duyarlılıklarında edindikleri etkili konum sosyalistlerin, Kürt demokratik siyasetinin ve genel olarak solun Erdoğan karşısındaki güçleri bütünleştirme kapasitesini artırmıştır. Bu gerçek sosyalistlerin ağırlık merkezini oluşturduğu anti-faşist güçlere önümüzdeki siyasi sürecinin etkili bir politik inisiyatifi haline gelme tarihsel fırsatını sunmaktadır.
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “tek adam yönetimine karşı tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek” ve “bu iktidardan hesap sormak” için Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday çıkarmayacağını ifade etmesiyle birlikte, Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın karşısındaki tek aday olarak kalmıştır.
Erdoğan’ın, karşısındaki güçlerde parçalanma yaratmadaki başarısızlığı onu (Hüda Par’la, Fatih Erbakan’la ittifak örneklerinde görüldüğü gibi) kendi sahasına hapsetmekte ve önceliğini gerici-faşist güçleri kendi etrafında konsolide etmeye vermeye yöneltmektedir. Erdoğan’ın bu gerici konsolidasyon yöneliminin sadece “seçim ittifakı” düzleminde olmadığı, olası iktidarının şimdikinden çok daha gerici ve faşist bir koalisyon olarak şekillendirdiği görülmelidir. MİT’in ve TSK’nın da Erdoğan’ın iktidarı elde tutma stratejisinin aktif parçaları olarak değerlendirileceği yönündeki söylentilerin yoğunlaşması, gericiliğin en karanlık tarafına yönelen bu “derinleşme”nin temsil alanına ilişkin bir durum olmadığını, kontrgerillanın devlet iktidarındaki konumunda açık bir yükselişe denk düştüğünü söyleyebiliriz.
Erdoğan iktidarının bu gerici-faşist güç merkezileşmesine somut olarak hangi siyasi eylemlerin eşlik edeceğini tahmin etmek güç ise de bunlarla baş etmenin yolu bekleyip görmek değil, Erdoğan’ın bu ultra-faşist sıçramasını güçlü bir halk direnişiyle karşılamanın araçlarını yaratmaktır.
Bu tablo karşısında “diktatörün devrilmesi” ve “hesaplaşma” etrafında oluşan geniş halk uzlaşmasını merkezine alan bir “kitle çizgisi” ile hareket edilmelidir. Bu kitle çizgisi, diktatörün devrilmesini, diktatörlüğün bütün kurumsal ve toplumsal dayanaklarını dağıtmaya, hesaplaşmayı, diktatörlüğün bütün suçlarını ortaya çıkarma ve sonuçlarını gidermeye genişleten bir bakış açısının somut talep ve hedeflerini ortaya koymayı, kitleselleştirmeyi ve Erdoğan karşıtı muhalefetin geri dönülmez programı haline getirmeyi hedeflemelidir. Sadece deprem bölgesinin değil, bütün Türkiye’nin felaketi olarak yaşanan ve yaşanmaya devam edecek olan deprem sonrası koşulları, bu hesaplaşma çizgisinde ısrarı bir siyasi programın ötesinde ahlaki bir zorunluluk haline de getirmektedir.
İktidar mücadelesinin bu çerçevesi, sömürge faşizminin ve neoliberalizmin yıkımını günün sorunu haline getirilebilir. Diktatörlük karşıtı kitlelerin “diktatörlüğü yıkma ve hesaplaşma programı”, örneğin, bugünkü Sulh-Ceza mahkemeleri başta olmak üzere bütün “düşman hukuku mahkemelerinin” ortadan kaldırılması ve kararlarının iptali yoluyla bir “Siyasi Genel Af”ın çıkarılması; ya da örneğin AKP iktidarının başından bu yana siyasi zorbalıkla el değiştirtilmiş olan bütün varlıkların kamulaştırılması, nemalarının haksız kazanç sağlayanlardan geri alınması; ya da örneğin depremin yol açtığı felaketin siyasi, adli ve mali sorumlularının yargılanması ve ceza ve tazminata mahkum edilmesi; devlete, depremzedelere yitirdiklerini tazmin yükümlülüğünün yüklenmesi ve bunun için büyük sermayenin vergilendirilmesi; ya da örneğin özelleştirilerek yağmalanan tüm temel hizmetlerin yeniden kamulaştırılması gibi, diktatörlüğün faşist ve neoliberal kurumsal ve ekonomik altyapısını hedef alan taleplerde somutlaştırılmalıdır.
Böylesi bir kitle çizgisinin politik öznesi, anti-faşist güçlerin en geniş birliğini ve ortak hareketini sağlama çabası üzerinde inşaa edilmelidir. Bu nedenle seçim düzleminde hangi konumda bulunuyorsa bulunsun bütün anti-faşist güçlerin, faşizme karşı mücadelenin bu kitle çizgisini birlikte örgütlemeyi ön plana alan bir antifaşist mücadele cephesini oluşturmaya yöneltilmesi öncelikli bir görevdir.
“Sandık tutumumuzu” da bu perspektife bağlı olarak belirlemeliyiz.
Açık ki “Erdoğan’ı devirme” hedefinin temsil düzlemindeki somut karşılığı, genel olarak Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına oy verilmemesine ve AKP-MHP koalisyonunun meclisteki desteğinin sınırlanmasına indirgenemez. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tercih etmemiz gereken, Erdoğan karşısında demokratik güçlerin faşizme karşı hareket alanlarını genişletebilmesi açısından en uygun Cumhurbaşkanı adayının desteklenmesidir. Böyle bir politikayla amacımız, anti-faşist güçlerin eylemine bağlı olarak faşist güçlerin hareket alanını daraltabilecek, toplumsal desteğini zayıflatabilecek buna karşılık anti-faşist güçlerin hareket alanlarını genişletmesine ve Erdoğan karşıt güçlerin anti faşist bir mücadeleye seferber edilmesine daha elverişli koşullar sağlayacak bir sonucu üretmektir. Bu süreçte, halkın Erdoğan’ı gönderme iradesini paylaşmak ve bu iradenin gerçekleşmesi için açıkça çaba göstermek, bu süreçteki ve sonrasındaki anti faşist mücadelelerde zamanında ve etkin bir siyasi inisiyatif geliştirebilmemiz için zorunludur.
Bu noktadan baktığımızda parlamento seçimlerine yönelik politikamızı da, anti-faşist güçlerin en güçlü temsilini sağlayacak bir biçimde belirlememiz gerektiğini söyleyebiliriz. Anti-faşist güçlerin en geniş yelpazesinin mecliste temsil edilmesi için samimi ve örgütlü bir çaba içinde olmalıyız. Bunun, anti-faşist güçlerin tamamına uzanan bir cephesel anti-faşist direniş hareketinin geliştirilmesi açısından en azından olumlu bir iklim oluşturmakta kayda değer bir rolünün olacağı görülmelidir. Bu tutumun pratikte somut ve açık bir tutum olması, hem somut anti-faşist güç yelpazesiyle kapsayıcı bir ilişki kurabilmek için, hem de bu süreçteki bütün çalışmaları örgütlü çalışmalar olarak yürütebilmek için zorunludur.
Özetle bu süreçteki temel politikamız, devrimcileri, Türkiye tarihinin en şiddetli yoksullaştırma dalgasıyla yüz yüze gelen emekçi halkın çıkarlarıyla bütünleşen güçlü bir anti-faşist mücadele temelinin oluşturulması için seferber etmelidir. Bu politikaya denk düşen sandık tutumu, anti-faşist güçlerin önümüzdeki siyasi krizler sürecine en etkin ve bağımsız müdahalesini kolaylaştıracak ve destekleyecek bir temsil tablosunu ortaya çıkaracak somut seçeneklerin açık ve tereddütsüz bir biçimde gösterilmesidir.
Önümüzde anti-faşist mücadelenin ön planda olacağı uzun bir mücadele süreci var. Devrimci politik mücadele perspektifimizi bu sürecin gelişme doğrultusunu an be an değerlendirerek, içerdiği devrimci dinamikleri güçlendirerek, somut ve net taktikler uygulayarak ve her defasında durumumuzu yeniden değerlendirerek geliştirmeliyiz. Anti-faşist mücadeledeki dostlarımıza yönelik eleştirilerimizi de bu stratejik görevler penceresinden bakarak yapmalıyız.[2]
Dipnotlar:
[1] Karşı karşıya olduğumuz “şey”in niteliğine ilişkin yaklaşımımı daha önce sendika.org’da yazdığım için burada tekrarlamayacağım. Ancak, hiçbir seçimde yapamayacağımız gibi bugünkü seçimler karşısındaki somut taktiğimizi de, (tabii ki yaklaşımımızın en genel çerçevesini oluşturmak için başvurmakla beraber) her seçim için geçerli olacak genellemelerden türetemeyeceğimizi de not etmek istiyorum.
[2] Bu eleştirinin merkezinde, Türkiye’deki anti-faşist güç yelpazesinin önemli bir bölümünü bir araya getiren “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın ve bileşenlerinin bulunması doğaldır. Görünen o ki “Emek ve Özgürlük İttifakı” faşizme karşı mücadelenin bir birlik zemini olarak hala anahtar bir anlam ifade etse de katılımcılarının tamamı için ne etkin bir “seçim ittifakı” hatta ne de bir “koltuk paylaşımı düzeneği” olabilmiştir. Türkiye sol ve sosyalist hareketinin, deprem sonrasında ortaya çıkardığı büyük toplumsal seferberliği koordine ederek ortak bir güç haline getiremeyişinde gördüğümüz “şey” ile Emek ve Özgürlük İttifakı’nı şimdiki politik cılızlığına mahkum eden “şey”in analizi ve aşılması gerekiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.