Antifaşist mücadeleye bütün sınıf ve tabakaların kendi menzilleri ölçüsünde katılmaları olasıdır, ama asıl omurgası ve garantörü partisi tarafından yönetilen devrimci işçi sınıfı hareketidir
Mussolini iktidara yürürken, İtalyan Komünist Partisi’nin başında, burjuva demokrasisi ile faşist diktatörlük arasında fark görmediği için antifaşizme karşı duyarsız Bordiga vardı. Tüm uyarılara karşın faşizm tehlikesini umursamıyordu. Onca trajik dersten sonra Bordigacılık günümüzde biraz azaldı, ama faşist tehlikeyi küçümseyenler hala varlar. Faşizme faşizm dememek veya tehlikeyi önemsememek gibi tezahürleri ülkemizde de boy gösteriyor.
AKP iktidarına “istibdat”, “popülist”, “otoriter demokrasi”, “tek adam yönetimi”, “saray rejimi” gibi adlar takıldı. Son zamanlarda buna bir yenisi daha eklendi. Muhalefet partilerinin neredeyse tümü, post-faşisti,[1] milliyetçisi,[2] ulusalcısı,[3] muhafazakârı,[4] liberali,[5] sosyal demokratı,[6] sosyalisti,[7] komünisti[8] “ucube sistem” de mutabakat sağlamış gibi görünüyor. Bu yakıştırma o kadar tuttu ki, iktidar yanlısı köşe yazarları da 6’lı masanın “güçlendirilmiş parlamenter sistem” için kullanıyorlar.
Sanki ortada şekli şemaili bozuk bir burjuva demokrasisi varmış da, restore edilirse her şey yoluna girermiş gibi bir hava var. Öyle ki, bazen, buna karşı çıkarsam acaba Temel’in durumuna düşer miyim endişesi taşıdığım oluyor. Malum Temel, otoyolda ters yöne girer. Bunu fark eden trafik merkezi, radyodan “dikkat, ters yönde ilerleyen bir araç var” anonsu yapar. O sıra radyo dinlemekte olan Temel bağırır: “Ne bir tanesi hepsi hepsi.”
Bir iktidarın ideolojik veya siyasi karşılığı bulunmayan bir adla anılması doğru bir tutum değil. Referanslarımızın ortak olmadığı partilerin gerçeği söylemek gibi bir zorunlulukları bulunmuyor, ama sosyalistlik iddiasında olanlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bilimsellik iddiası taşıyan devrimcilerin kimliklerinin gerektirdiği tahlil ve kavramlara bağlı kalmak gibi bir yükümlülükleri var.
Siyaset biliminde “ucube sistem” diye bir şey yoktur. “Ucube” çok acayip şey; sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı, tuhaf, yadırganan, yabansı demek. O halde, bugünkü rejimin eciş bücüş olduğunu söylemek, onun ne olduğunu bize anlatmaz. Rejimlerin tarihsel ve sosyal bağlamlarına, devlet yapılanmalarına göre değişen kendi adları var. Monarşi, otokrasi, liberal demokrasi, faşizm, askeri diktatörlük gibi.
“AKP rejimi” için ucube denebilir mi? Tabii ki denebilir, ancak bu öz adı değil, onun dışsal görünümlerinden biridir. “Tek adam yönetimi”, “saray rejimi”, “ucube sistem” de öyle. Takma adı “yamuk” olan birine gerçek adıyla hitap etmemek neyse bunlar da odur. Faşist mi, muhafazakâr mı ya da başka bir şey mi, bu cevapsız.
Başımızda tamamlanamamış, yarım kalmış da olsa faşist bir rejim var. Bunun vurgulanması bir yana, ima bile edilmemesi ortada bir terslik olduğu anlamına gelir.
Ucubelik yeni bir şey değil, AKP öncesindeki sistem de ucubeydi. Ana yönelimi faşist darbeciler tarafından belirlenmiş, arkasından gelen hükümetlerce tekrar tekrar tamirden geçirilmiş bir yamalı bohçaydı çünkü. AKP iktidarının erken döneminde önkoşulları hazırlanan, geç döneminde de AKP-MHP ittifakıyla yürürlüğe konan “Türk tipi başkanlık sistemi” daha da ucubedir.
Ama ucubelik devlete giydirilmeye çalışılan dinsel faşist korsenin özüyle değil şekliyle alakalı bir sıfattır.
Ne liberal demokrasilerdeki ne de faşist diktatörlüklerdeki klasik başkanlık sistemlerine benzeyen “Türk usulü başkanlık sistemi” gerçekten de ucubedir. Parlamentonun işlevi olabildiğince kısıtlanmış, yargı ve yasama tek adamın elinde toplanarak merkezileştirilmiş yürütmenin vesayeti altına alınmıştır. Fiili uygulamalarıyla anayasa arasında bir uyum yoktur. İktidar kendi koyduğu kurallara bile uymayacak kadar pervasızdır.
Faşist diktatörlük “bir gece ansızın” gelmez. Öyle gibi görünse de faşist darbeciler uzun süre hazırlanmadan edemezler. AKP iktidarı döneminin karakteristiği darbelerin tersine çok uzun sürmesi ve yavaş bir tempoda ilerlemesidir. İnşası yolunda atılan ciddi adımlara karşın, önündeki engellerden dolayı uzatmalı bir süreç izliyor. İktidar “ileri demokrasi”, “muhafazakâr demokrasi”, “sessiz devrim” ve “Yeni Türkiye” gibi kamuflajlarla bazı kesimleri faşist olmadığına inandırmıştır. Bu yüzden, hafif ateşte haşlanan kurbağalar gibi, başımıza gelmekte olanı anlamakta güçlük çekiyoruz.
Ağustos 2017’de, AKP MKYK üyesi Ayhan Oğan açık bir itirafta bulunmuştu: “Biz yeni bir devlet kuruyoruz. Beğenin beğenmeyin bu devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır. Yapılan Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) yeni bir TSK’nin inşasıdır. Biz vesayet düzenini yıktık.”[9] İnşa sürecinin temel direği “devlet” ve “ordu”dan söz eden Oğan, bu kadarını söylemekle yetinmişti.
Oysa, “Yeni Türkiye” projesi bundan daha fazlasıydı. Cumhurbaşkanlığı sisteminin yeni bir anayasayla tescillenmesi, siyasi İslam’ın resmî ideolojisinin devlete ve topluma içkin kılınması, eksik kalanların tamamlanması (vb.) gerekiyordu. Gramsci’nin söylemiyle, devletin baskı aygıtlarının gücünü kullanarak “sivil toplumu” dönüştüren totaliter bir yeniden yapılanmanın yolunu hazırlamak.
Ağır ekonomik kriz, Batı’yla bozulan ilişkiler, egemen blokta parçalanmalar, toplumun yarısını kucaklayan bir muhalefet derken, evdeki hesap çarşıya uymadı. “Ucube sistem” toplumun en az yarısının itirazıyla karşılaşınca, diktatörlük ileri evrelerine taşınamadı.
Sonuç olarak, seçime gidiyor ve rakip partileri kapatmıyor diye, “faşizm” kavramından feragat edip, yerine “ucube sistem”, “tek adam rejimi”, “istibdat” gibi kaçamak terimler kullanmak gerçeğe karşılık düşmüyor. “Yeni Türkiye”nin kurucu lideri bile yapmak istediğinin ne olduğu hakkında sosyalistlerimizden daha açık ve net konuşmuştu: “Üniter sistemde başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Yani Hitler Almanya’sına baktığınızda orada da bunu görürsünüz.”[10]
Cumhurbaşkanlığı sistemi faşizmi yasallaştırmak için tasarlanmıştır. Evrensel modellerine uygun olup olmamasının bir önemi yoktur. Tarihteki bütün faşist rejimler devleti orman kanunlarına göre düzenlemişler, yaptıklarının “ucube” olup olmadığına değil, amaçlarına uygun olup olmadığına bakmışlardır.
Muhalif post-faşistler, milliyetçiler, muhafazakârlar bazı asgari müşterekleri nedeniyle faşizm kavramını kullanmayı sevmezler. En fazla Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi öfkelendiklerinde hasımlarına hakaret ve küfür (pejoratif) niyetine kullanırlar. Bu bakımdan muhalefet partilerine içkin bu tutumun nasıl bir boşluk bulup sosyalist söyleme yerleştiğine bakmak gerek.
Bunun nedenlerinden biri, eşyaya adıyla hitap etmeyi engelleyen yasalara uygun davranmak, dolayısıyla Marksist kavramları otosansürden geçirmek. Yasal Marksizm’i genlerinde taşıyan Türkiye solunda bunun eskiye dayanan kökleri var.
Diğeri AKP rejimini ne faşizme ne de burjuva demokrasisine dahil edememekten gelen kararsızlık. Faşizm denilirse, mücadele strateji ve taktiklerinin de değiştirilmesi gerektiği düşünülüyor belli ki. Bu yüzden, Türkiye solunun önemli bir kesimi günlük propaganda ve siyasi ajitasyonunda faşizm meselesine yer vermiyor, asli görevi olması gerekeni “ucube sistem” gibi apolitik yakıştırmalarla geçiştiriyor. Ulusalcılığın ve liberalizmin yoğun etkilerine maruz kalmanın bir sonucu bu. Ulusalcılar siyasi yorumlarını laiklik-antilaiklik eksenine, liberallerse başı sonu belirsiz otoriterleşmeye dayandırdıkları için, bir yorum kriteri olarak faşizm analizine ihtiyaç duymuyorlar. Sistemle ortak yanları buna mani oluyor.
Dünya ve Türkiye’deki anaakım siyasetlerin yaklaşımları çakışıyor. Liberal tarihçiler ve siyaset bilimciler, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda faşizmin öldüğünü (“faşizmin sonu”), yerini popülizmin veya otoriterliğin aldığını ilan edeli beri faşizmden söz etmez oldular. Faşistlerin kendileri bile fabrika ayarlarını tamı tamına sahiplenmiyorlar artık. Sivri yanlarını törpüleyip, anaakım siyasete yerleşmek için merkez sağ oyunu oynamaya başladıklarından sonra neo-faşizm olağanlaşmıştır. Elinde düzen siyasetinin meşru aktörü olduğuna dair bonservisi var ne de olsa.
Bir zamanlar Türkeş ve Bahçeli MHP’nin merkez sağ parti olduğunu ilan ettiklerinde, içlerinde sosyalistlerin de olduğu genişçe bir kesim, yeni bir yönelim içine girdiğine kanaat getirerek “milliyetçi” olarak anmaya başlamıştı.
Sosyal demokratlık iddiasına rağmen, “sağ ve sol” ayrımına karşı olduğunu, bunun tarihte kaldığını söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu bunlardan biridir. “Ülkücü kardeşlerim” sözünü dilinden düşürmüyor, Alparslan Türkeş’ten başlayarak Ülkücülüğü sahipleniyor. Uğradığı hakaretlere aldırmayıp faşizmin normalleşmesine, olağanlaşmasına omuz veriyor. Sosyalist kesim için böyle bir şey demiyoruz, ama daha hafif biçimlerde bu tür etkilerin görüldüğünü söyleyebiliriz.
Faşizm yalnız Türkiye’de değil dünyada da yükseliyor, merkez siyasetteki yerini genişletiyor ve birçok yerde iktidarı elinde tutuyor iken, faşizmle mücadele adına devrimcilere düşen bir görev var mıdır? Varsa antifaşist mücadele nasıl geliştirilebilecek, geniş kitleler antifaşizmle nasıl donatılabilecek? Eğer günlük propagandada faşizme yer verilmiyorsa bu nasıl mümkün olacak?
Vakti zamanında içinden geldiğim gelenekten birileri 1990 öncesinden bahisle, “antifaşizmi” küçük burjuva popülizmiyle eş tutarak inkârcı bir tutum takınmışlardı. Faşizmin kökünün tekelci kapitalizmde olduğunu ve ancak onu alt etmekle ortadan kaldırılabileceğini bilmeyen, dolayısıyla sosyalist antifaşizmin antikapitalist olmak durumunda olduğunu hesaba katmayan bir bakış açısını yansıtıyordu bu. Antifaşist mücadeleye bütün sınıf ve tabakaların kendi menzilleri ölçüsünde katılmaları olasıdır, ama asıl omurgası ve garantörü partisi tarafından yönetilen devrimci işçi sınıfı hareketidir. Marksist antifaşizmin düzen içi akımlardan farklı olması doğası icabıdır. Bu nedenle antifaşizm salt eylem alanına ilişkin bir tutum değildir. Burjuvazinin vahşetine karşı hem taktiksel hem de stratejik bir duruştur. Aynı zamanda tarihi, geçmişi ve geleceği bir okuma biçimidir.
Tarihte faşizmi önemsememenin, yenilgilerden ders almamanın bedeli hep ağır olmuştur. Yazımızın başlığını Gramsci’den ödünç almamızın nedeni bu: “Tarih öğretir ama öğrencisi yoktur.”
Dipnotlar:
[1] Meral Akşener, https://l24.im/2QiE
[2] Muharrem İnce, https://l24.im/C28cvyO
[3] Sabih Kanadoğlu, https://l24.im/u4Yl32
[4] İdris Şahin, DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı, https://l24.im/aHl4B3f/ Ahmet Davytoğlu, https://twitter.com/t24comtr/status/1166811188371447808
[5] Ahmet İnsel, https://birikimdergisi.com/haftalik/10188/erdoganizm-el-arttiran-keyfilik-yonetimi
[6] https://chp.org.tr/yayin/ucube-sahsim-rejiminin-kaybettirdikleri-ve-cozum-onerilerimiz
[7] Birgün, https://l24.im/nLx7
[8] İhsan Çaralan, https://l24.im/JSBt/ Kemal Okuyan, https://l24.im/4lYc
[9] Cumhuriyet.com.tr, 06.08.2017.
[10] Cumhuriyet.com.tr, 01.01.2016.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.