Antoni Kapcia ile söyleşi: Devrimcilerden sonra Küba – Daniel Finn

Küba’daki sistem Sovyetler Birliği’nin çöküşünü otuz yıl geride bıraktı. Ama Raúl Castro’nun uzun zamandan beri beklenen emekliliği, Havana’da devrime katılan neslin artık egemen olmadığı anlamına geliyor. Son protestolar yeniden Küba’nın geleceği üzerine soruları gündeme getirdi. Küba’nın bundan sonra nereye gideceğini anlamak için, ülkenin 1959’dan beri tarihine ve sistemin ve liderlerin daha önceki krizler karşısındaki tavrına bakmamız gerekiyor

Antoni Kapcia ile söyleşi: Devrimcilerden sonra Küba – Daniel Finn

Daniel Finn: Fulgecio Batista’ya karşı mücadele sırasında 26 Temmuz Hareketi’nin siyasal karakteri neydi? Fidel ve Raul Castro hareketin liderliğinde hangi özel rolleri oynadılar?

Antoni Kapcia: Resmen var olmaya başladığının ilk üç yılında, hareket önemli ölçüde değişti. Daha radikalleşti. Kurulduğu zaman olan 1953 ile 1955 arası ile 1958’in sonunda ortaya çıkan hali kıyaslanırsa, çok değiştiği görülür. Fakat, amaç her zaman Batista’yı iktidardan uzaklaştırmaktı. Ve bu onu diğer gruplardan ayıran çok önemi bir farktır. Sonra da pek çok Kübalının kabul ettiği, 1902’de Küba bağımsızlığını kazandığında vadedilen, ama aslen ABD ile yakın ilişkiler yüzünden hiç yerine getirilmeyen, çoktan vakti gelmiş ulus inşa sürecine girişmekti.

Hareket içinde, sistemin elden geçirilmesinin bir çeşit sosyalizm yoluyla radikal olacağı konusunda bir dereceye kadar konsensüs vardı. Program, 1958 öncesi Küba’daki derin eşitsizliği ve onun Birleşik Devletler’e bağlılığını her zaman vurguladı. Siyasete egemen olan yolsuzluk bir diğer meseleydi, genel olarak az gelişmişlik de öyle. Bunlarla sosyalizmin bir biçimi ile baş edilecekti, her ne kadar bu konuda herkes hem fikir değilse de. Sonunda hareket içinde ortaya çıkan farklılık bu oldu.

Çok karışık, amorf bir hareketti ama 1958’in sonunda başlangıcındakinden daha ileri bir konsensüse sahipti. Harekete katılan pek çok kişi, başlangıçta düşündüğünden çok daha radikalleşmişti. Fidel’in rolü çok önemliydi. Bilhassa bu gelişmedeki rolünün çok önemli olduğu inkar edilemez. Ve bu sadece hareketin fikirlerini ve planlarını herkesten daha iyi ifade etmesi yüzünden değildi.

Fikirlerin tanıtımında da en başından beri çok yetkindi. Siyasal olarak herkesten daha bilgeydi ve bağlılık talep ederdi. Bu, takip eden on yıllar boyunca başlangıçtaki grubun gösterdiği dikkate değer sadakatin can alıcı unsuruydu. Bunu karakteri ile yaptı, ama aynı zamanda da bütün yenilgilerden ve gerilemelerden ayakta kalarak çıkmasıyla yaptı. Bu ona, grup içinde bile, mitlere özgü bir statü kazandırdı.

Bir lider olarak önemi büyüktü, orijinal programın ana hatlarını da o çizmişti ünlü savunma konuşması ‘’Tarih beni aklayacak’’ta. Daha sonra konuşmadan daha farklı bir metne dönüştüyse de ileri sürülen argümanlar aynıdır.

Orada açıklanan program 1959 ve 1960’ta yapılan reformlara dikkate değer bir şekilde benzerler. Bir proje vardı ve o da o metindi. Erken reformların çoğu o belgeyi çok yakından izledi. O anlamda Fidel önemliydi.

Raúl daha az önemliydi. Granma’dan karaya çıkıldığında, o sadece yüzbaşılardan biriydi, comandantelerden değil. Ama, geç 1958’de doğu Küba’daki bir diğer sıradağda, Sierra del Cristal, ikinci cephenin sorumluluğu verilince kendisi olma şansını elde eti ve bilhassa o bölgede önemi çok daha arttı. Devrimci liderliğin bir parçası olma iddiasını kazandı.

Fidel’le beraber büyük nüfuz sahibi bir diğer kişi Che Guevara’ydı. Başlangıçtaki üç beş yıl boyunca çok önemliydi, çünkü Fidel ve Raúl’un açıkça geliştirmeye başladıkları ideolojiyi paylaşıyordu. Ama onun ideoloji anlayışı ve siyasal farkındalığı çok daha güçlüydü. Daha o zamandan Marksizmin alışılmadık ve ortodoks olmayan versiyonlarına doğru ilerliyordu.

O, aynı zamanda, gerillaların siyasal eğitiminin öneminin de farkındaydı. Bu konudaki çabanın başındaki kişiydi ve dolayısıyla radikalleşme sürecinin önemli bir unsuruydu. Bir yandan Raúl ve Che, diğer yandan Fidel arasındaki fark, onların Komünist Partisi’nin o zaman bilindiği haliyle Halkçı Sosyalist Parti [Popular Socialist Party-PSP] ile işbirliği yapma gereksinimi hakkında daha coşkulu ya da en azından pragmatik olduklarıydı. Fidel sonuna kadar, ta ki PSP yaklaşımını değiştirene kadar, şüphe etmeye devam etti.

26 Temmuz Hareketi’nin Küba’daki Sovyet yanlısı komünist parti, PSP, ile nasıl bir ilişkisi vardı?

Önceleri isyana itiraz eden ve eleştiren PSP, tavrını değiştirmişti. 1958 ortasına kadar, gençlik kanadının baskısıyla politikalarını değiştirip desteklemeye başlayıncaya kadar, bir hayli eleştireldiler. Ocak 1959’a gelindiğinde, hareketin dışında olup koşulsuz destek veren tek partiydi.

Bütün diğer partiler koşullar koyuyorlardı, ama PSP akıllıca bir manevra yaptı. “Sizi koşulsuz destekleyeceğiz, ve bizim birkaç bin üyemiz ve sempatizanımız ihtiyacınız olduğu takdirde nefer olmaya hazırlar” dediler.

Bu neferlerin disiplini ve siyasal farkındalıkları yüksekti. Bu, devrim için önemli bir kaynaktı. PSP onlara aynı zamanda da Sovyetler Birliği ile bağlantıyı kazandırdı, bu da yararlı olacaktı.

Devrimden sonra, erken 1960’larda, Küba’nın Sovyetler Birliği ile müttefik olmasına yol açan anahtar olaylar nelerdi?

Bu, olayların sonucu olmaktan çok süreçlerin ve baskıların sonucuydu. Bir örnek, Küba’daki var olan politik akımın bir çeşit sosyalizmi kabul etmiş olmasıydı. Bu yüzden hareketi, ‘adına sosyalizm denilen şey hakkında konsensüsü vardı’ diye tanımlıyorum.

1940’taki Küba Anayasası sembolik olarak önemli kalmıştı, çünkü hiçbir zaman tam olarak yasalaşmamıştı. Anayasa metni radikal milliyetçilik ile sosyalist yaklaşımların bir birleşimiydi. Sosyalist akımlar zaten varlardı ve sadece PSP’de mevcut değildi.

Soru şuydu: Nasıl bir sosyalizm gelişecekti? Sonunda, gelişen sosyalizm bir dizi şey tarafından belirlendi. En bariz olanı Sierra Maestra’daki deneyimdi. Bu bir dereceye kadar Che Guevara ve Raúl Castro’nun etkisi ile ilgilidir. Fakat aynı zamanda da ortak mücadele sürecidir.

Devrimci mücadelenin tarihinde, onun içinde yer alanların düşüncelerini değiştirdiğine dair örnekler vardır, özellikle de bizzat savaşanların. Bu da bu durumun bariz bir örneğidir. Ejército Rebelde, Sierra Maestra dağlarındaki isyancı ordu, şehirdeki hareketten daha çok radikalleşti; çünkü şehirdeki hareket tam da aynı mücadele ortaklığından geçmemişti. Onların [dağdakilerin] görüşlerini değiştirmelerinin birinci faktörü buydu.

İkincisi ABD’nin en başından beri gösterdiği düşmanlıktı. Başlangıçta, kafa karışıklığı, belirsizlik ve korku vardı, ama Mayıs 1959’a gelindiğinde Birleşik Devletler toprak reformuna açıkça karşı çıktı. İsyancı hareketin doğasında olan milliyetçiliği beslediler.

Bazı bakımlardan, Latin Amarika’nın pek çok parçasından farklı değildi: Yirminci yüzyılda radikal milliyetçi hareketler Arjantin, Bolivya ve pek çok başka yerde gelişti. Emperyalist bir güç olarak Birleşik Devletler üzerinde odaklandılar.

Milliyetçilik radikal ve solcu oldu, kapitalizmin kötülükleri üzerinde ve kapitalizmi ve emperyalizmi ortadan kaldırma gerekliliğine odaklanıyordu. ABD’nin muhalefeti Küba’daki milliyetçiliği daha da körükledi. Bu onları Sovyetler Birliği’ne ve komünizme iten tek faktör değildi ama önemliydi.

Devrim çalışmalarında  göz ardı edilen bir diğer unsur şekerin rolüdür. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde Küba, asıl olarak ABD piyasasına olmak üzere, şeker ihracatına kilitlenmişti. Küba, Avrupa ve Birleşik Devletler’de çok ihtiyaç duyulan bir ürünün anahtar bir üreticisiydi. 1950’lere gelindiğinde bu değişmişti. Şeker üreticileri arz fazlalığı olan bir piyasaya girmek için mücadele ediyorlardı. Bunun anlamı tüketici ülkelerin, özellikle zengin Kuzey’in ilişkilerin koşullarını belirlemesiydi. Şeker üreten, şekere bağımlı her ülke bir pazarla yakın ve maliyeti yüksek bir ilişki kurmak zorundaydı. Britanya, Fransa ve Birleşik Devletler tipik örneklerdi.

Problem, Birleşik Devletler dışında bir yere şeker satmak isteyen ülkeler için ihtiyaçlarına karşılık verebilecek büyüklükte tek bir pazarın olmasıydı. Bu da kendi tüketimi için yeteri kadar şeker üretemeyen Sovyet pazarıydı. Küba ve Sovyetler Birliği için bu, ideolojik yakınlıklar bir yana, büyük yararları olan bir mantık evliliğiydi.

1960’larda Havana ve Moskova arasındaki ilişkiler giderek huzursuzluk verici hale geldi. On yılın sonuna doğru pek çok gözlemci bir kopuş olacağını düşündü. O gerilimin arkasındaki faktörler nelerdi? Ve nihayetinde kopuş neden gerçekleşmedi?

İlişki zaten hiçbir zaman kolay olmadı, sadece daha sonraları elle tutulur bir coşku oluştu. Başında isyancılar, kısmen PSP’nin tarihi yüzünden, PSP’ye karşı belirli bir şüphe ve antagonizm ile yaklaştılar. Hareket içindeki bazıları antikomünisttiler. Örneğin müttefik gerilla örgütü Directorio Revolucionario Estudiantil [Devrimci Öğrenci Direktörlüğü] gayet açık bir şekilde antikomünistti.

PSP’den de şüphe ediliyordu, çünkü, 1930’ların sonunda Batista ile kurulan bir seçim ittifakının parçası olmuştu. Evet, kabul edelim ki o Batista bir anlamda farklı bir Batista’ydı; popülist Batista. Moskova çizgisini takip ettiği için bir halk cephesi arayan Komünist Parti onunla ittifaka girdi.

Daha sonra bunu unutturmaya çalıştılar. O zaman siyasi olarak anlamı vardı ama Batista’nın daha sonraki enkarnasyonunda ne olduğunu düşünürseniz problemliydi. İsyancılar partiye karşı her zaman Stalinizim algısı şüphesini taşıdılar ve Batista ile ilişkiye karşı da şüphe duydular.

Bu aynı zamanda nesilsel bir şüphedir, çünkü Komünist Parti 1920’de kurulmuştu ve orijinal liderlerin pek çoğu hala oradaydı. Bu onları isyancıların çoğunun kendilerini algıladıklarından çok daha yaşlı ve temkinli bir hareket  yapmıştı. İlişkinin temeli sağlam değildi. Ama PSP onlara yaklaşıp koşulsuz destek sununca isyancıların pek çoğunu kazandı.

Yine de, ilk iki üç yıl PSP’nin davranışı ilişkiyi iyileştirmekte çok işe yaramadı. Gerilim tam olarak 1962’de ortaya çıktı. PSP’nin liderlerinden biri, Anibal Escalante, pragmatik olarak katılanlardandı, Küba’nın sosyalizme hazır olmadığına ve sosyalist olamayacağına inanan PSP’lilerdendi.

Escalante’ye üç devrimci grubu bir araya getirerek bir devrimci ittifak kurma görevi verildi; yeni birleşik hareketin yönelimini ve karar verme mekanizmalarını etkileyen bir adım attı. Bu bir skandal oldu.

İlginçtir ki, sadece onun uzaklaştırılması ve Doğu Avrupa’da bir diplomatik göreve postalanmasıyla bitmedi. İttifak içindeki PSP üyeleri de karar verme mekanizmalarına erişimden azledildi. Artık işin başında değildiler. Çok açıktı ki, isyancı grup, özellikle de isyan ordusu, Sierra grubu, işin başındaydı.

Benzer gerilimler Sovyetler Birliği ile ilişkilerde de rol oynadı. PSP’nin Küba’nın sosyalizme hazır olmadığı tartışmasını Sovyetler Birliği de yaptı. Küba liderliğinin neyin gerekli olduğuna dair ortodoks olmayan yaklaşımından fazlasıyla şüpheciydi.

Özellikle de Che Guevara’nın ekonomik fikirlerinden ne Moskova ne de PSP hoşlanıyordu. Bu fikirlerin kaotik ve uygunsuz olduğunu düşünüyorlardı. Küba’nın takip etmesi gereken ekonomik yolun, Vladimir Lenin’in ta 1920’lerde önerdiği Yeni Ekonomik Politika’da olduğu gibi karma ekonomi modeli olduğuna inanıyorlardı. Muhalefetleri biliniyordu.

Guevara’nın sosyalizmin subjektif koşulları fikrine de tamamen karşıydılar. Ona [Guevara] göre, eğer Küba’da sosyalizmin koşulları yoksa bu subjektif koşullar tarafından bertaraf edilebilirdi, yani 26 Temmuz Hareketi’ndeki devrimcilerin eylemi gibi eylemlerle ve aynı zamanda bilinç yoluyla.

1962’ye gelindiğinde Antonio Gramsci’nin takipçisi olmuştu. Küba’nın sosyalizme ve oradan hızla komünizme giden yolu hakkında yeni bir perspektif getirmişti. Bunların hepsi ve Latin Amerika’da ayaklanma politikası Moskova ve PSP tarafından reddedildi. 1959’da isyancılar komşu ülkelerdeki devrimcilere zaten yardım etmeye başlamışlardı. 1961 ve 1962’de bu daha da bilinçli bir politika haline geldi.

1962’den 1968’e kadar Moskova ve Havana arasındaki ilişkiler gerginleşti. Moskova’nın Küba’nın Comecon ticari blokuna, sosyalist blok, katılmasını engellemesi durumu daha da kötüleştirdi. Havana’daki liderlik buna içerledi, çünkü Comecon’u gelişmenin bir yolu olarak görüyorlardı. Dışarda tutulmalarının nedeni, Moskova’nın Küba ekonomisinin kaotik bir şekilde yürütüldüğüne inanması. Bunun Comecon’u istikrarsızlaştıracağı ve örgüt içinde çok kırılgan bir ekonominin ortaya çıkacağından duyduğu endişeydi.

Küba’nın 1960’lar boyunca, Moskova’nın ABD’nin önderlik ettiği blokla barış içinde bir arada yaşama argümanına meydan okumasına rağmen, SSCB ile Küba arasındaki ilişki kopmadı. Çünkü o sırada SSCB’nin Küba’ya ihtiyacı olduğu kadar Küba’nın da SSCB’ye ihtiyacı vardı. Küba sosyalist ve sonra da komünist modele doğru yol aldıkça, Moskova Küba’yı Çin ile tartışmasında bir müttefik olarak gördü. SSCB, Çin’in Üçüncü Dünya ülkeleri üzerindeki nüfuzunun kendi nüfuzunu azalttığından endişeliydi.

Bu durum 1966’da, gelişmekte olan ülkelerdeki anti-sömürgeci hareketleri Moskova çizgisine çekmek için dizayn edilen Tricontinental  Konferansı’nı doğurdu. Fakat büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü konferansta kazanan taraf Küba’nın çizgisi olan antiemperyalist eylem ve devrim çizgisi oldu.

Bu çizgi Moskova’nın Birleşik Devletler ile barış içinde bir arada yaşama yaklaşımının tamamen karşısındaydı. SSCB’nin Küba’yı minimal bir düzeyde de olsa ekonomik olarak desteklemekten başka çaresi yoktu, çünkü kendi saygınlığı açısından Küba’nın yaşamasına ihtiyacı vardı.

1970’lerde ve 1980’lerde, Küba Sovyet blokunun oldukça ortodoks bir üyesi olarak algılanıyordu, onun ekonomik ve politik modelini takip ediyordu. Bu algı haklı mıydı?

Kısmen haklıydı. On yıl boyunca, 1975’ten 1985’e kadar, kurumsallaşmanın Sovyet ve sosyalist bloktaki model üzerinde temellendiği doğrudur. 1976’da yaratılan seçim yapısı, Halk Güçleri Ulusal Meclisi, Sovyet sisteminin ilke ve yapılarına göre oluşmuştu.

1975’te birinci kongreden sonra, Komünist Parti büyümeye ve biraz daha Doğu Avrupa modeli gibi görünmeye başladı. 1976 Anayasası 1950’lerin Sovyet Anayasası kalıplarının sıkı sıkıya takipçisiydi. Küba liderliği Üçüncü Dünya’daki Sovyet politikalarını eleştirmeyi bıraktı ve Cezayir’deki bir konferansta Sovyetler Birliği’ni Üçüncü Dünya’nın doğal müttefiki olarak tanımladı.

Küba’nın önceki yıllardaki politikalarını çok daha devrimci olarak gören pek çok insan için bu şok gibi bir şeydi. Ekonomide de bir kayma vardı, Guevara’nın fikirleri ya da en azından Guevara’nın fikirlerinin yorumları terkediliyor ve sosyalist bloktaki piyasa sosyalizminin bazı ilkelerini yansıtan, biraz daha ademi merkeziyetçiliğe doğru gidiliyordu. Bu, Küba’nın Sovyet kalıplarını takip ettiği izlenimini yarattı.

Sovyetleştirilmiş Küba fikrine katkıda bulunan bir diğer faktör, genç Kübalıların sosyalist blok ve Sovyetler Birliği’ndeki üniversitelerde okumaya gönderilmesiydi. Doktora tezlerinin çoğu sosyalist blok ve Sovyet üniversitelerinde kazanılmıştı ve bu öğrencilerin pek çoğu Sovyet düşüncesi, Sovyet ders kitapları ve sosyalizmin ne olması gerektiğine dair Sovyet fikirleriyle geri döndüler. Bu fikirler daha yaşlı nesle mensup eski isyancıların fikirleriyle zaman zaman çatıştı. Ama yaptığı etki ortadaydı.

Bununla birlikte, Küba’ya ilişkin olarak her zaman bir uyarı notu düşmek gerekir. Birinci uyarı notu, 1960’larda büyüyen ve o yılların doğasını yansıtan yapıların ortadan kaybolmadığıdır. En ayan beyan olanı Devrimi Savunma Komiteleri’dir (DSK). Yaratılan kitle örgütleri içinde en karakteristik olanıdır. DSK yok olmadı. Yeni seçim sistemi ile birlikte var oldular. Rahatsız bir şekilde ama birlikte var oldular.

Geçen altmış yılda Küba’daki gelişmenin kalıplarından biri, yeni bir sistem ortaya çıktığında daha önce olanın yerini almamasıdır. Ya eski sistemin üzerinde büyüdüler ya da yanında. Bir örneği kitle örgütleridir. Devrimin gelişimi ve hayatta kalmasına dair açıklamalarda sıklıkla üzerlerinden atlanır, ama can alıcı öneme sahiptirler.

Çoğu 1960 veya 1961’de kuruldular, daha sonra büyüyen bir tek partinin herhangi bir versiyonunun öncesinde varlardı. DSK bunlardan birisi, diğeri de Kübalı Kadınlar Federasyonu’dur. Bir anlamda, 1960’larda bu örgütler yoluyla var olmaya devam ettiler. 1965’te kurulan ve 1975’teki birinci kongresinde yeniden şekillenen Küba Komünist Partisi’ne bakınca, hala eski isyancıların -26 Temmuz Hareketi’ne mensup olanlar- sözünün geçtiğini görürsünüz.

1959’dan beri bütün bir devrimci gezingenin sabit kalıplarından biri sosyalizmin tanımına ilişkin iç tartışmadır. Sadece devrimin ve ekonominin yolu değil, 1959’da kullanılan devrimin tanımı hakkındaki tartışma da.

Bu tartışmalar yok olmadı. Küba’nın kurumsallaşmasının tarihini 1975’ten başlatmamın nedenlerinden biri budur. Geç 1960’lardaki gerçekleştirilemeyen on milyon tonluk şeker hasadı krizi sıklıkla kurumsallaşmaya doğru kayışın katalizörü olarak görülür. Ama o hasat ve ekonomik krizi neyin yanlış gittiğine dair beş yıllık yoğun bir tartışma takip etti. Bunu nasıl halledeceğiz? İşleri nasıl değiştirebiliriz? Doğru strateji ama yanlış ölçek nedir?

Tartışma beş yıl sürdü. Bunu biliyoruz çünkü birinci kongreyi ortaya koymak beş yıl aldı. Birinci kongreye vardığımızda konsensüs oluşmuştu. Küba’da bir tartışmanın sürmekte olup olmadığına dair en büyük ipuçlarından biri budur. Kongrelerin tarihlerine bakın; çünkü konsensüs oluşana kadar kongre yapmazsınız ve o tarihte yoktu. Kurumsallaşmanın on yılı boyunca bu tartışma alttan alta devam etti.

Bunun sadece bir Sovyetleştirme dönemi olmadığını göstermek için bir noktayı daha belirtmek istiyorum. Bu da Küba’nın 1975’te Angola’daki mücadeleye dahil olmasıdır. Tam da kurumsallaşma aşamasının başında. Angola’da müdahil olmak tamamen Küba’ya ait bir karardı. Sovyet çıkarlarına karşıydı.

Sovyetler Birliği’nin Angola’ya karşı politikaları Küba’nınkiyle aynı değildi. Sovyetler’in elini zorlayan Kübalılar oldu. Onları müdahil olmak için gerekli malzeme ve nakliyatı sağlamaya zorladılar. Ve bu da açıktır ki Sovyetleşme tezine karşı bir duruştur.

Sovyetler Birliği ile ilişkiler ve Küba’nın benimsemesi gereken sosyalizm versiyonu sorununda Fidel ve Raúl Castro’nun pozisyonları neydi? Bakışları arasında bir fark var mıydı?

Bir fark vardı fakat bu fark büyük ölçüde bir araçlar meselesiydi, amaçlar değil. Raúl içgüdüsel olarak Sovyet modeline daha yakındı. 1953’te çok kısa bir süre için Komünist Gençlik kanadına katılmıştı. İsyana katıldığı zaman, hareketi [Komünistleri] terketti, çünkü onlar farklı bir çizgi takip ediyorlardı. Ama içgüdüsel olarak, Marksizme Fidel’den çok önce daha yakındı.

Sovyetler Birliği’ni yetkinlik ve etkililik açısından bir model olarak gördü. Doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde gördüğü yolsuzluk ve ayrıcalık hakkında çok eleştirel olmasına rağmen, iyi yönetilen, düzenli toplanan, hesap verebilirliği olan bir komünist partinin çok daha hesap verebilir bir sistemin garantisi olabileceğine inandı. Buna Fidel’den daha çok inandı.

Onun sistemlere ve yapılara olan inancı Sovyetler Birliği’ne hayran olmasına yol açtı. Sovyet askeriyesine özellikle yakındı ve gösterdikleri örgütlenme ve yetkinliği takdir ediyordu. Dolayısıyla, içgüdüsel olarak [SB ile] bağlantının taraftarıydı ve erken 60’larda Moskova ile tartışmaların iletim hattıydı.

Ama belirtmek gerekir ki, Fidel’in yaklaşımına tamamen karşı değildi. Fidel her zaman tutkulu seferberlik taraftarıydı –yani ideolojik taahhüt ve 60’ların karakteristik yaklaşımı olan olabildiğince seferberlik. Raúl her zaman formel yapısal hesap verebilirliği tercih etti, çünkü bu iş bitiriciydi. Ben, biri ruhu besleyici diğerini gövdeyi besleyici olarak tanımlıyorum.

Raúl bir pragmatistti. Sadece 60’larda değil, ambargo yüzünden mal teslimatının iyi bir şekilde yapılamadığı aşamada, ideolojik taahhüt ve seferberliğin önemini anladı. 1970’lerin kurumsallaşması doğru zamanda oldu ve 1970’lerin reformları Raúl tarafından bir dereceye kadar onaylandı. Tam olarak onun fikirleri [reformlar] değildi, ama onlara kesinlikle onay verdi. O zamandan sonra da ekonomik reform fikri ile yakından bağlantılıydı.

Fidel ve Raúl arasında çok önemli olmayan fark amaçlardan çok araçlar sorunuydu. Her ikisi de bir çeşit sosyalizm yoluyla ulusun inşası amacını paylaşıyorlardı.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılmasından birkaç yıl önce, 1980’lerin ortasında Küba liderliğinin ilan ettiği bir siyasi kayma vardı. O kaymanın doğası neydi?

Bu kaymaya “Geçmiş hataların ve negatif eğilimlerin düzeltilmesi” denildi. “Geçmiş hatalar” kurumsallaşma sırasında yapılan hatalardı; “negatif eğilimler” bu politika kararlarını dürtüleyen ortodoks görüşlerdi. Bir komünist partisi kurmak başlangıcıydı. 1985’e gelindiğinde, Doğu Avrupa komünist partileri gibi görünüyordu. Yani bürokratikti ve bireysel ayrıcalık ve kazanç edinmenin bir aracı oldu.

Bu kayma üç şey hakkındaki farkındalıktan doğdu. Birincisi, Küba liderliği Comecon’un krizde olduğunun ve kolaylıkla çökeceğinin farkındaydı. Ve bunun çok doğru olduğu ortaya çıktı. Raúl, Comecon’un çökmesi durumunda onsuz bir dünyaya hazırlanmak gerektiğinin farkındaydı. Bu da bir biçimde ekonomik olarak işleri toparlamayı gerektiriyordu.

İkincisi, Mikhail Gorbachev’in teşkil ettiği tehlikenin farkındalığıydı. 1987’ye gelindiğinde, Gorbachev Küba’nın vazgeçilebilir olduğunu, Ronald Reagan ile Birleşik Devletler’de anlaşmaya varmak için Küba’dan isteyerek vazgeçebileceğini açıkça belli etmişti. Ve [Küba] politikasını değiştirmediği taktirde nihayetinde yapacağı oydu. Buna hazır olmalıydılar.

Ama bunun asıl nedeni, partinin doğasını değiştiren kurumsallaşma reformlarının negatif etkileriydi. Doğu Avrupa’da olduğu gibi, insanlar partiye bazen ideolojik taahhütten ziyade onlara getirebilecekleri nedeniyle katılmışlardı. Bu Fidel ve Raúl’un ortak fikrine tamamen tersti.

Bu süreç, Che Guevara’nın fikirlerinin canlanmasına neden oldu. Bu kaymanın sonucunda onun yazıları herkes tarafından daha çok edinilmeye başlandı. Bu da insanların partinin 60’lara geri döndüğünü düşünmelerine yol açtı. Bir anlamda, politika anlamında değil ama ruhsal olarak öyle oldu. Liderleri gelmekte olduğunu hissettikleri krize hazırlanıyorlardı.

Küba liderliği Doğu Bloku’nun erken 1990’lardaki çöküşüne nasıl tepki verdi? Küba, kendi sisteminin de yakında aynı kaderi paylaşacağı tahminlerine nasıl karşı koyabildi?

İlk tepki şok ve dehşet ve bunun bekledikleri herhangi bir krizden çok daha kötü olduğunun farkına varmalarıydı. Ben bunu Armageddon senaryosu olarak tarfif edeceğim, çünkü yarattığı hissiyat tam da böyleydi. 1991’de parti kongresi zamanında toplandı ve daha önce görülmemiş toplu bir ekonomik reformlar programı üzerinde hızlıca konsensüs oluştu.

Bu büyük ölçüde Raúl tarafından yürütülüyordu. Raúl 1970’lerin reformlarından ilerlemek istiyordu. Ama bu sefer farklı bir bağlamda. Bu reformlar çok önemliydi. Dolar bulundurmayı suç olmaktan çıkardılar ve doların gelmesine müsaade ettiler. Dolar havale edilebilir hale geldi; şu ya da bu şekilde insanların dolar kazanmalarına müsaade geldi.

Serbest çalışma müsaadesi diğer bir reformdu. 1968’de hükümet tarım dışında serbest çalışmayı yasaklamıştı. 1960’ların hemen hemen en karakteristik politika unsuruydu. Bir felaket olduğu ortaya çıkmış ve serbest çalışmak restore edilmişti. Ama devlet sistemini parçalamak anlamında restore edilen tek şey bu olmuştu.

Umulabileceği gibi özel teşebbüse doğru bir kayış değildi. Kayma serbest çalışmayı desteklemek doğrultusunda küçük ölçekli bir kaymaydı. Devlet çiftliklerini böldükleri zaman bile onları kooperatiflere böldüler. Bireylere toprak dağıtmadılar.

Reformlar çok sınırlıydı, ama iyileşme yaratmaya yetti. Önceki dört beş yılda yüzde 35 küçülmüş olan ekonomi yeniden büyümeye başladı. Bu aynı zamanda 1994’te açığa çıkan krizi takip eden bir iyileşme anlamına geliyordu.

Son zamanlardaki protestolar ışığında bakacak olursak, 1994’teki protestoların çok daha büyük ve sistem için çok daha endişe verici olduklarını hatırlamak ilginçtir. Sistem çökecek gibi gözükmüştü ama protestoların sonucunda kitlesel bir göçten başka bir şey olmadı. Ekonomi ve siyasal sistem iyileşmeye başladı.

Amai ilginç olan arkasından gelen şeyin tartışma olmasıydı. 1989’dan 1991’e kadar olan ilk tartışma “Devrimi nasıl kurtarırız?” sorusu etrafındaydı. Ekonomi iyileşince onu kurtarmış oldular, ama soru “Devrimi kurtardık, ama neyi kurtardık?” sorusuydu. Devrim nedir? Bundan neyi anlıyoruz?

Bu çok açık bir tartışmaydı; dergiler ve gazetelerdeki eleştirilerde bunu görebilirdiniz. Erken 2000’lerde ortaya çıkan şey 1959 ile 1961 arasındaki dönemin güncellenmiş bir versiyonuydu. Bu, Küba’nın 1961’de, Soğuk Savaş resme dahil olmadan önce, yürürlüğe koyduğu modeldi.

Büyük cevap patria’yı, vatan, ana vatan ve ulusu yeniden vurgulamak oldu. Bu ilkeler hiç unutulmamıştı ama Sovyet ve sosyalist blok modelleri tarafından gölgelenmişlerdi. Şimdi sosyalizm yoluyla ulus inşa etme orijinal modeline güçlü bir şekilde geri dönüyorlardı. Diğer bir deyişle liderliğin cevabı, “Biz vaktiyle başladığımız işe geri dönüyoruz, ama –Raúl’un söyleyeceği gibi- nasıl yapacağımızı güncelliyoruz” oldu.

Onun ötesinde, Küba’nın bütün tahminlerin tersine neden çökmediğini izah edecek bir dizi faktör var. Kitle örgütleri can alıcı öneme sahipti. Sovyet sistemi birçok bakımdan işledi. Ama o kadar çabuk çöktü ki bunun anlattığı hikaye kurumsal zayıflıktı, özellikle de halkı dahil etmeye sıra geldiğinde. Küba’da durum böyle değildi. Küba’daki sistemin en karakteristik unsurlarından biri kitle örgütleri yoluyla katılımın düzeyi ve ölçütüydü.

O kitle örgütlerine daha sonra, erken 1990’larda, daha iyileşmeden önce, devleti yeniden inşa etme çağrısı yapıldı. Devlet bir çöküş halindeydi. Hükümet sıklıkla şöyle diyordu: “Bunu kaldıramayız. Siz kendiniz bunu yapmanın bir yolunu bulmalısınız.” Kitle örgütleri, yerel olarak bu çağrı etrafında toplandı.

Bu örgütler devleti tabandan yeniden yapılandırmaya başladılar ve bu tedarik sistemini garantiledi. Bu, sıklıkla tarif edildiği gibi, bir bireysel hayatta kalma hikayesi değildi. O da oldu bir dereceye kadar. Yurt dışındaki ailelerden dolar aktı ama bu, barrio [banliyö] düzeyinde bir kolektif hayatta kalma meselesiydi.

Bir diğer faktör, asıl olarak sağlık ve eğitim alanına odaklanmış olan, logros sociales, sosyal kazanımları koruma kararıydı. Fakat iki diğer faktör daha vardı. Hükümet, kıtlıklar ve fabrikaların kapanması yüzünden işsiz kalan insanlara maaşlarının yüzde 60’ı kadar işsizlik parası ödemeye karar verdi. Diğeri karne kullanımının başlamasıydı. Karne kullanımı epey bir zamandır olmayan bir ölçüde geri geldi. Bu, Küba’nın dışında çokça görülmeyen, halk desteğini kurtarma silahlarından biriydi.

Bunların dışında, bir sadakat kalıntısı vardı. İçlerinde Sovyetler Birliği’ne okumaya gitmiş olanlar da dahil olmak üzere, sistemin değerlerine sadık olan yeteri kadar yaşlı ve orta yaşlı Kübalı vardı. Bu dayanışma, taahhüt ve birlikte çalışma değerleri Katolik Kilisesi de dahil olmak üzere Küba kiliselerinin çoğunluğu tarafından artan bir şekilde paylaşılıyordu.

Katolik Kilisesi, kısa bir süre için, 1980’lerde Polonya’da oynadığı, çökmekte olan bir sisteme karşı muhalefetin öncüsü olmak gibi, bir rol oynayacağını düşündü. Ancak, Katolik Kilisesi olabilecek bir bölünmüşlük ve sosyal çözülmeden korktu. Sosyal çözülmeyi önlemenin önemli olduğuna kanaat getirerek, Komünist Parti ve Küba’daki liderlikle bir uzlaşmaya vardı. Komünist sistem dayanışma ve birlikte çalışma çağrısı yaptı, kiliseler de bu çağrıya katıldı.

Sonuncu olarak da ABD politikaları önemli bir rol oynadı. Hatırlamak gerekir ki, ABD’nin çöküntü karşısındaki tepkisi, Vietnam’da yaptığı gibi, arada köprüler inşa etmek olmadı. Tam tersini yaptı. 1992’de ambargoyu sıkılaştırdı. 1996’da Helms-Burton Yasası’yla daha da sıkılaştırdı.

Bu da Küba’nın doğasında var olan milliyetçiliğin elini güçlendirdi. Yeni yaklaşımın parçası olarak ulusu vurguladıkça, milliyetçilik daha da derinleşti ve ABD politikaları daha da amacının tersi sonuçlar doğurdu. Kübalıların çoğu sistemin sonunun gelmesini talep etmekten çok, bölünmüşlük ve dağılmadan korkar oldular.

Her zaman, ‘bir Amerikan başkanı Küba’yı istikrarsızlaştırmak isterse ambargodan vazgeçer ya da vazgeçmeye karar verir’ fikrini savundum. Bir dereceye kadar Barack Obama’nın yaptığı bu oldu. Ambargoyu tamamen kaldırmadıysa da en azından mevcut politikanın başarısızlığa uğradığı ve bazı kısıtlamaları biraz gevşetmeyi söylemek anlamında. Fakat ABD başkanlarının çoğu tam tersini yaptılar ve daha da sıktılar ya da en azından müdahil olmaya devam ettiler. Bu Küba’daki sisteme ve liderliğe bir mazeret sunmakla beraber milliyetçiliğe de oynuyor.

Raúl Castro kardeşinden başkanlığı devraldığında, değişimden çok eskisinin devamı mı oldu yoksa tersi mi?

Biraz her ikisi de oldu. Yaklaşımlar arasında devamlılık vardı ama farklı araçlarla. Raúl 2008’de seçildiğinde reformlar vadederek seçilmişti,. Küba’nın Gorbachev’i olacağı suçlamalarına kızdı ve “Devrimi yok etmek için seçilmedim. Onu koruyacağım ama doğru araçlarla. Bu da sosyalizmi güncellemektir” diye çok açık bir şekilde beyan etti.

Sanki 1960’lardaymış gibi sosyalizmden bahsetmenin yararı yoktu, çünkü o sosyalizm artık mümkün değildi. 2000’ler için güncellenmeliydi ve liderler gerçekleştirilebilir, başarılabilir bir versiyonunu bulmalıydı. Raúl şimdi komünizmden değil sosyalizmden bahsediyordu. Hatta Küba’nın sosyalist olduğundan değil sosyalizme geçiş sürecinde olduğu hakkında konuşmaya başladı. Bu önemli bir kaymaydı.

Yaptığı şey öyle çok geniş kapsamlı bir yenilik değildi. Büyük ölçüde 1990’larda sürdürdüğü reformları devam ettirdi. Çok azı yeniydi. Sadece serbest çalışmanın ölçeğini arttırdı ve ekonominin merkeziyetçiliğini azalttı. Özelleşmeden ziyade kooperatifçiliğe yöneldi. Yabancı sermayeyi bunun dışında tuttu. Yabancı sermaye hala işletmelerin yüzde 49’u ile kısıtlıydı.

Bunu da çok yavaş bir şekilde yaptı. Bu yavaşlık genç nesilleri kızdırdı ama reform gerekli olsa da banyo suyuyla beraber bebeği de atacak olmaktan giderek endişe duymaya başlayan daha yaşlı Kübalı nesle iyi geldi.

Raúl bunun farkına vardı ve süreç boyunca müzakere etmeye karar verdi. Eğer ısrar etseydi reformlar daha önce yapılabilirdi. Ama bu büyük bir istikrarsızlığa sebep olabilirdi. Yavaş ama emin adımlar atarak söz verdiği reformların pek çoğunu başarmayı becerdi.

Partide muhalefete maruz kaldı. Birinci sekreter seçilinceye kadar parti onun kontrolünde değildi. Parti içindeki bazı unsurlar, bir miktar halk desteği de alarak reformlara karşı çıktılar. Buna kızdı ve partiyi de önemli ölçüde reforme etti. Kendi ifadesiyle işlevini “müdahil olan bir rolden” “rehberlik eden bir role” çevirdi. Bunu çok yavaş ve istikrarlı bir şekilde, taşradaki parti örgütlerini yeniden yapılandırarak ve siyasal tayinlerle işbaşına gelmiş olanların yerine, daha güvenilir, etkin ve yetkin olan genç liderleri iş başına getirerek yaptı.

Kübalıların çoğuyla artık aynı dili konuşmadıklarını gördüğü daha yaşlı olan nesli tasfiye etme sürecini başlattı. Pek çoğunu kısmen güven ve vefa yüzünden ve aynı zamanda da onların sistem içinde bir sesleri olduğunu tanıyarak tuttu. Ama sonuç olarak daha genç bir parti ve hükümet yarattı.

Ama 1960’larda Fidel ile anlaştıkları projeyi paylaşmaya devam etti. Tek değişiklik reform yapma isteğiydi. Şüphesiz ABD’deki olaylar yardımcı oldu. Barack Obama’nın seçilmesi büyük bir fark yarattı. Bazı vaatlerini yerine getirebilmesini sağladı. Tabii ambargo hala vardı ve bunu hiçbir şey değiştirmeyecekti. Fakat kabul görmenin ve Birleşik Devletler ile birazcık iletişimin sonucunda Küba’da farklı bir hava ortaya çıktı.

Raúl Castro’nun emekliliği devrimci neslin bayrağı nihayet daha genç bir liderlik ekibine teslim ettiği anlamına geldi. Bunun önemi neydi? Ve Küba’yı gelecekte neyin beklediğini düşünüyorsun?

Sembolik olarak önemli bir moment; çünkü Miguel Díaz-Canel devrimde yer almamış ilk başkandır. O Fidel ve Raúl’un sahip oldukları tarihsel meşruiyete –ki oldukça önemli bir meşruiyetti- sahip değil. O meşruiyetini başka kaynaklardan kazanmak zorunda: Vadettiklerini yerine getirmek, değişimi gerçekleştirmek ve sistemi şu ya da bu biçimde devam ettirmek.

Onun reformları iki şeye odaklandı: Birincisi, Raúl’un ikili para birimine son verme vaadini devraldı. Dolar temelinde değiştirilebilir olan bir Pezo ile ulusal para olarak Küba Pezo’sunun varlığı durumunu. Buna ilk defa erken 1990’larda bir acil durum tedbiri olarak başvurulmuştu ama bir sisteme dönüştü.

Bu bölücü bir etki yarattı. 1990’lar ve 2000’lerde Küba’da ortaya çıkan eşitsizlikler kısmen herkesin değeri yüksek konvertibl paraya sahip olmamasının sonucuydu. Havale edilen paraların büyük bir kısmı beyaz nüfusa gitti, çünkü göç etmiş nüfusun çoğunluğu beyazdı.

Bu politikanın çürütücü bir bir etkisi vardı ve yerel yolsuzluğa yol açtı. Herkes ikili para sistemini sonlandırmak istedi fakat kimse ne zaman ve nasıl yapılacağını bilmiyordu. Pandemi fırsatı sağladı. Díaz Canel Ocak 2021’de herkesi şaşırtarak tam da bunu yaptı. Önceden kısaca uyardı, çünkü çok erkenden uyaramazdı. Para kaçışı yaşanacaktı. Çok çabuk ve etkin bir şekilde yaptı ama maliyeti vardı. Çünkü herhangi bir para birleşiminin sonucunda birleştiğindeki değerine bağlı olarak, kazananlar ve kaybedenler olacaktı.

Konvertibl paraya sahip olanların kaybetme ihtimali yüksekti, çünkü konvertibl pezo aşırı değerliydi ve Küba Pezosu düşük değerliydi. Değişimden önce Küba Pezo’nuzun karşılığında konvertibl Pezo’nuzdan daha çok alabilirdiniz. Bu şimdiki protestolara katkıda bulundu, çünkü tasarruflarını ve aldıkları havaleleri biriktirmiş olan pek çok insan öncekinden daha az değeri olduğunu gördü.

Díaz Canel’in ele almak istediği bir başka reform, Raúl’un sözünü verdiği ama yapmadığı, yeni bir anayasa yazmaktı. İlginçtir ki, Díaz Canel Raúl’e anayasa üzerine tartışmaya önderlik etmek rolünü vermişti. 2019’da çıkarılan anayasa 1976’daki eski anayasaya çok benziyordu.

Ama söylemi farklıydı, patria’ya (anavatan) geri bir kayış vardı. Belgedeki bir iki unsur farklı bir anayasal yapıya doğru gelecekteki bir kayışa işaret ediyor. Henüz bunun ne olacağını tahmin edemiyoruz çünkü bu iç tartışmaya bağlı. Díaz Canel çoğu Kübalıya “Kalbimde sizin çıkarlarınız var. Cesaret isteyen bu adımı maliyetiyle atmayı istiyorum ve anayasa daha bitmedi. Ve geleceği tartışmaya devam edeceğiz” dedi.

En büyük şanssızlığı Donald Trump’la aynı zamanda iktidara gelmesi oldu. Trump ambargoyu 1960’lardan beri herhangi bir ABD başkanının yapmadığı kadar sıkılaştırdı. 240 tedbir resmi olarak verilen sayıdır. Bu aslında ambargoyu sıkılaştırmak için ayda bir buçuk kadar bir tedbire tekabül eder. Sonucunda tedarikçilerin dışarıdan satın alma kapasiteleri ve hatta mali olarak iş görme kapasiteleri üzerinde gerçek bir etki yaptı.

Diğer bir talihsizlik COVID-19’dur. Pandeminin sınırları kapatması, Küba ekonomisinin temeli olan turizmi mahvetti. İktidara gelmek için, tarihsel nesilden olmayan bir başkan için olabilecek en iyi bağlam değil. Şimdiye kadar vaziyeti idare etti Ama gördüğün gibi gelecek büyük ölçüde para birleşmesinin başarısına bağlı.

Joe Biden Trump’ın yürürlüğe koyduğu herhangi bir tedbiri geri çevirebilir ama şimdilik bunu yapacağına dair bir işaret yok. Onun dili bazen Trump’ınkinden farklı değil. Her zamanki gibi, Birleşik Devletler Küba’da ne olacağının ve turizmde iyileşmenin anahtarını elinde tutuyor. Bu iyileşme COVID-19’dan sonra olabilir ama Küba’nın elinde değil.

İlginçtir ki, 1980 ve 1994’te Küba’da şiddetli protestolar vardı. Hemen arkasından Birleşik Devletler’e kitlesel göçe müsaade edildi, hatta teşvik edildi. Bu artık mümkün değil. Mümkün olmamasının nedeni Kübalıların gidenleri durdurması değil. Zaten böyle bir şey yapmıyorlar, çıkış vizesi de Raúl zamanında kaldırıldı. Ama Birleşik Devletler Kübalılara kapıyı kapattı. Bir zamanlar herkesten çok Kübalılara açıktı. Şimdi kapalı.

Şimdi Havana’daki ABD Büyükelçiliği’nden Birleşik Devletler’e girmek için vize alamazsın çünkü bilfiil kapalı. Giriş vizesi alman için imkanın varsa Küba dışına gitmen lazım ama o da otomatik olarak alacağın anlamına gelmiyor. 1980’den 1994’e kadar olan emniyet supabı artık yok. Protestonun ölçeği, belki de kısmen bir çıkış yolu göremeyenler tarafından kışkırtılmaktadır.

Bu senin “Bundan sonra ne olacak?” soruna cevap vermiyor. Ama açıktır ki genç nesil olacak. Daha yaşlı olan nesilden güç pozisyonu sahibi çok az sayıda insan kaldı. Bundan sonra ne olacağı Birleşik Devletler’de ne olacağına, COVID-19’a ne olacağına bağlı.

Bazı iyileşmeler çok yakında olabilir. Şimdilik durumla baş edebiliyorlar. Her ne kadar baş edemediklerinden korkuyorlarsa da, COVID-19 ile kesinlikle baş ediyorlar. Eğer onların istatistiklerini Britanya’nın ölüm ve enfeksiyon oranı istatistikleriyle kıyaslarsan, Birleşik Krallık onlarınkine sahip olmayı çok ister. Ama Küba’nın onunla baş edecek kaynakları yok ve problem de bu.

Antoni Kapcia Nottingham Üniversitesi Küba Araştırmaları Merkezi’nde profesördür. Kısa bir süre önce yayımlanan Devrimci Küba’nın Kısa Tarihi: Devrim, Otorite ve 1959’dan Günümüze Devlet (A Short History of Revolutionary Cuba: Revolution, Authority and the State from 1959 to the Present Day) kitabının yazarı.

Daniel Finn, Jacobin’in makale editörüdür. Birinin Teröristi: IRA’nın Siyasi Tarihi (One Man’s Terrorist: A Political History of IRA) kitabının yazarıdır.

[Catalyst’in 2021 sonbaharında yayımlanan 5. cildinin 3. sayısındaki İngilizce orijinalinden Sevil Kurdoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur