seçim yani talepleri yükseltme zamanı

sosyalistler, devrimciler ya da kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa, solcular, daha rahat siyaset yapma ya da ifade özgürlüğünün artmasıyla yetinmemeli, halkın ihtiyaçlarını talepleştirmeye de çalışmalı bence

seçim yani talepleri yükseltme zamanı

bülent ecevit’in başkanlığındaki chp’nin, türkiye cumhuriyetinin çok partili döneminde ilk kez en fazla oyu aldığı 1973 seçimi, tarihte bir dönüm noktası.

bu, aynı zamanda 12 mart 1971 darbesinden sonraki ilk seçim. ordunun, 27 mayıs’tan farklı olarak, kendi hiyerarşisi içinde verdiği muhtıradan sonra nihat erim’in başbakanlığında bir “teknokrat hükümeti” kurulmuş, solun üzerinden bir silindirle geçilmiş, tip üyesi veya sola meyilli aydınlar da dahil olmak üzere geniş kapsamlı tutuklamalar, ağır işkenceler, katliamlar, idamlar yapılmıştı.

chp genel başkanı ismet inönü, sonraki aylarda deniz gezmiş, hüseyin inan ve yusuf aslan’ın idamını engellemek için mücadele etmiş olsa da, zaten chp vekili olan nihat erim’in[1] hükümetini desteklemekten yanayken daha sonra, olağanüstü kurultayda onun yerine seçilecek olan bülent ecevit ilk günden beri darbeye karşı çıkıyordu.

devrimciler, katledilmiş ama teslim olmamış yani yenilmemişlerdi. onlara doğrudan destek vermeyenler dahi katledenlere öfkeliydi. karaoğlan ecevit, “toprak işleyenin, su kullananın” gibi sol tınılı sloganlarla, kendisi gibi sade giyinen eşi ve daha onlarca başka ayrıntıyla, baskıdan ve yoksulluktan bunalmış kitlelere umut oldu. halk nefes aldı mı tartışılır ama sistemin soluklandığına şüphe yok.

tarih tekerrür etmez ama

yarım yüzyıl sonra, benzer dinamiklerin olduğunu söylemek mümkün. ekonomik krizin, savaşın, pandeminin canından bezdirdiği halk bir de korkunç bir depremin, ardından selin sebep olduğu enkazın altında kaldı. bu yazıyı seçim gündemini yorumlamak üzere kaleme alıyorum ama devam etmeden önce deprem ve selle ilgili genişçe bir parantez açmak istiyorum.

doğal afetlerin bu kadar büyük felaketler halini alması tabii ki insan hayatını hiçe sayan kararların bir sonucu. belli bir sermaye çevresinin yani inşaat sektörünün kârını önceleyen, bunu yasaları hiçe sayarak, vicdanı bir kenara koyarak ve cezasız kalacak olmanın rahatlığıyla yapanlar ilk sorumlu. kızılay’ı adeta bir “afet gereçleri üretim ve ticaret a.ş.” haline getiren, seferberlik yerine ohal ilan eden, afad başta olmak üzere üstüne düşeni yapmayan devlet kurumları da önemli bir sebep.

bütün bu süreci, tek adam rejimiyle açıklamak millet ittifakı’nın seçim kampanyası açısından kullanışlı bulduğu bir argüman ama gerçekçi değil.

faşizmi baskıdan ibaret sayanlar, geçtiğimiz yirmi yılda yaşanan dönüşümü, -iktisadi-yapısal yanını görmezden gelip- bir otoriterleşme süreci olarak okuyor.[2] oysa deprem sonrası karşımıza çıkan durum, sadece devletin baskıdan ibaret hale geldiğini değil, aynı zamanda servetin yeni ellere yani akp sermayesine geçmesi için neler döndürüldüğünü acı biçimde gösterdi.

daha demokratik bir rejimde afet bölgesine daha hızlı müdahale edilebilirdi belki[3] ama halkın vergilerinin çarçur edilmesi başka bir mesele.

bütün bunlar, ancak kapitalizm koşullarında mümkün ama olup biteni yalnız kapitalizmle açıklamak mümkün değil çünkü sizin de bildiğiniz gibi deprem deyince hemen aklımıza gelen japonya da bir halk cumhuriyeti değil. bu türden tespitler de bir tür kadercilik sonucunu doğuruyor çünkü kapitalizmden bugünden yarına kurtulamayacağız.

bu enkazı kim, nasıl kaldıracak

önümüzde en az on yılda kaldırılacak gerçek ve mecazi anlamda enkaz var. zaten bir ekonomik krizden geçen ülkenin bu işin altından kalkması için hem halkın vergilerini çalanlardan hesap sormak ve o kaynağı geri almak hem de sermayenin sorumluluk almasını sağlamak gerekiyor. bu siyasi bir karar ve ancak devrimci bir mücadeleyle mümkün. ve bunu sağlamadan, afet bölgesindeki yaraları saracak bir dayanışmayı, en az bir yıl boyunca örmek gerekecek ve bu çok güç.

öte yandan, mevcut iktidarın b planı, mevcut enkazı yeni bir iktidarın kucağına bırakmak ve sert bir muhalefet yürütmek olabilir pekâlâ.

bu noktada yine tarihe, 1973’e döneceğim. chp, milletvekili sayısı yetmediği için milli selamet partisi ile birlikte hükümet kurdu.

sol partiler, dernekler, sendikalar açılmaya başladı, çeşitli ilçelerdeki halkevlerinde siyaset konuşuluyor, tiyatro, müzik çalışmaları yapılıyordu. devrimci hareket budandığı yerden çiçek açıyordu. ama 1975’ten sora ülkeyi yöneten, süleyman demirel’in başbakanlığındaki milliyetçi cephe hükümetlerinin de desteğiyle sivil faşist saldırılar yükseldi. grevler, öğrenci eylemleri, alevilerin yoğunlukta olduğu mahalleler faşistlerin saldırılarına maruz kaldı, böylece oluşan iç savaş ortamıyla solun gelişmesine ket vurulmaya çalışıldı.

şu gerçeği unutmamakta yarar var. türkiye -ve başka birçok ülke- sadece meclis’ten yönetilmiyor, devlet aklı her zaman yönetimde söz sahibi. ama geçtiğimiz yıllarda meclis’in tamamen devreden çıkarıldığı bir tek adam rejimine şahit olduk ve bu seçimde amacımız buna son vermek.

türkiye sağının geleneklerini ve ekonomik krizin, hüdapar gibi militer güçlerin katkısını göz önüne alarak seçimden sonra güllük gülistanlık bir ortamdan ziyade kaotik bir döneme hazırlıklı olmakta yarar var bence.

seçim dönemindeki politizasyon çok değerli

herkesin siyaset konuştuğu bir dönemden geçiyoruz. bu sesini duyurma kanallarından uzak tutulanlar için çok değerli.

millet ittifakının başarılı olması halinde gösterilerin, basın açıklamalarının daha rahat yapılacağını, taksim gibi yasaklı meydanların eylemlere açılacağını ben de tahmin ediyorum. ama sosyalistler, devrimciler ya da kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa, solcular, daha rahat siyaset yapma ya da ifade özgürlüğünün artmasıyla yetinmemeli, halkın ihtiyaçlarını talepleştirmeye de çalışmalı bence. mecliste daha yüksek bir temsil ya da muhtemel bir hükümette yer almak mıdır hedef yoksa açık, şeffaf, demokratik bir çözüm sürecinin başlatılmasını mı talep etmeliyiz örneğin? sendikal hakların genişlemesi, deprem bölgelerinde işten çıkarma yasağının göstermelik olmaması, yine aynı bölgedeki inşaatların, depremden zarar görmeyecek şekilde yapılması gibi talepleri seçim sathında dile getirmek gerekmiyor mu?

siyasal af, hemen

ama sadece bu değil.

millet ittifakı’nın kazanması halinde osman kavala da dahil olmak üzere gezi tutsaklarının, selahattin demirtaş’ın ve kamuoyunun adına aşina olduğu başka tutsakların salınması kesin değilse de muhtemeldir. ama bugün cezaevlerinde adları bilinmeyen binlerce tutsak var; kimisi yıllardır orada. onlar için, özellikle de adeta yavaş bir idama mahkum edilen hasta tutsaklar için bir siyasal af talebinde bulunmanın tam zamanı değil mi?[4] bir siyasal affın fethullah gülen cemaatiyle ilgili tutuklu olanları da kapsayabileceği akıllara gelebiliyor. bu insanların çeşitli hukuksuzluklara maruz kaldığına ve bu hukuksuzlukların ortadan kalkması gerektiğine şüphe yok ama sınav sorularını çalmaktan kayırmacılığa kadar çeşitli suç yöntemleriyle etki alanını genişleten, başka ülkelerde misyonerlik olarak tanımlanacak faaliyetler sürdüren dini bir örgütlenmenin faaliyetlerinin siyaset sayılması mümkün değil! kadın kurtuluş hareketi ve lgbti+ hareket, uzun yıllardır verdikleri mücadeleyle cinsiyete dair talepleri güncel siyasetin parçası haline getirdi, yine millet ittifakı’nın başarılı olması halinde istanbul sözleşmesi’ne dönülmesi kuvvetle muhtemel. ama türkiye’de kaç sığınağa ihtiyaç duyulduğundan uzaklaştırma kararlarının uygulanmasına kadar onlarca farklı talebin, sözleşmenin ne anlama geldiğinin geniş kesimlerin zihnine ulaşacak şekilde yükseltilmesi doğru olmaz mı? çünkü bu hareketlerin, lobicilik de dahil olmak üzere onlarca farklı mücadele yöntemi var ama geçtiğimiz yirmi yılda toplumun dokusunda, halkın bilincinde oluşturulan değişime ve karşımızda yükselen yalanlara karşı propagandaya dayanan yöntemler önem kazanıyor.

sokakta, işyerinde, mutfakta söylediklerimizin meclis’e ulaşması için en uygun zamandan geçiyoruz. bunu heba etmeyelim bence.

dipnotlar:

[1] nihat erim, 1980 yılında devrimci sol tarafından, olay yerinde bulunan bildirideki ifadeyle, “işkenceleri ve devrimcilerin katlini protesto için” öldürüldü. suikastte yer aldığı iddiasıyla tutuklanan ahmet karlangaç, 12 eylül darbesinden kısa bir süre sonra istanbul birinci şubede işkencede öldürüldü.

[2] aynı süreci kötülük olarak tanımlayanları hatırlayınca buna da şükrettiğimiz oluyor.

[3] seferberlik ilan edilmemesi, askerlerin arama kurtarma sürecinde sahaya çıkartılmaması da şüphesiz ihmal değil siyasi bir karar.

[4] ecevit hükümetinin 1974’te siyasi tutsakların da yararlandığı bir genel af çıkarttığını hatırlatmak istiyorum.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur