Amele pazarının yolunu tutarmış bazan, sabahın erken saatlerinde gidip, iş bekleyen işsizlerin arasına karışıp onlarla sohbet etmeye. Fabrika önlerinde, grev çadırlarında ziyaret edermiş işçileri. Gecekondu bölgelerinde anlatmaya gidermiş kitaplardan öğrendiği sosyalizmi. Ankara dışına çıkmaya başlamış sonra, Ege’ye gitmiş, Adana’ya, Osmaniye’ye, tütün işçileri, pamuk işçileri ile dayanışmaya. Fındık işçileri ile kucaklaşmak için Karadeniz’in yolunu tutmuş ardından. Dağdaki çobanlar bile tanır olmuş artık kendisini
Yerde parçalanmış kuş bedenleri
Tüyler kan ve ölüm ölüm
Ah Sebo, Sebo can
Onca zalimin onca zalimin
Zulmünü yüklendin
Dağlarda yitti tülün teleğin
Gülten Akın
Olayı radyodan öğrendiklerinde akıllarından bile geçirmezler çocuklarının da öldürülen gençlerin içinde olabileceği düşüncesini. Nasıl geçirsinler ki, “Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de ölü ele geçirildiler” diye geçiyordu bütün ajanslar haberi. Daha sonra tek tek sayılmaya başlanınca o “arkadaşlar”ın adları kulaklarına inanamazlar, inanamazlar tabii ki. Olmaz öyle şey diye teselli ederler kendilerini, öyle bir çocuk değil ki onların Sabahattin’i. Ankara’ya okumaya gitmişti o, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne. Bu sene son senesi değil miydi? Ne kalmıştı şunun şurasında okulunu bitirip Gevaş’a kaymakam olarak dönmesine? Öyle dememiş miydi üniversite sınavlarında o kadar yüksek puanı olmasına rağmen niye tıp fakültesini değil de siyasalı tercih ettiğini soran ablasına? Tüm hayallerinden, geleceğinden vazgeçecek hali yoktu ya? Mümkünü yok yapmazdı onların çocukları böyle bir eylemi.
Ancak çok sürmez, bir-iki gün sonra yerini acı gerçeğe bırakır ailenin tesellisi. Çatışmanın yaşandığı evin içinde çekilen fotoğraflardan tanırlar, kanlar içindeki çocuklarının cansız bedenini.
Bir anda ana baba gününe döner ev. Günlerce ağıtlar yakılır, feryat figan arşı bulur.
Babanın ağzını bıçak açmaz artık, annenin gözünde yaş kalmaz ağlamaktan.
Siirt’ten Diyarbakır’a göç edip ticaretle uğraşan, hali vakti oldukça yerinde olan bir dedenin torunudur Sabahattin Kurt. Sadece ekonomik durumu değil, düşünceleri de dönemine göre oldukça iyi imiş bu dedenin; oğlu Salih’i sağlık lisesinde okutup sağlık teknisyeni olmasını sağlamış.
Van’daki askerliğin ardından göreve başlayan Salih amca, Hakkâri, Çukurca derken Van Gevaş’a tayin olur ve bir daha ayrılmaz oradan, gönlünü Gevaşlı Saime Hanım’a kaptırmıştır çünkü o bir kere.
Çiftin ikinci çocuğudur 28 Eylül 1949, Gevaş doğumlu Sabahattin. Ablası Sevinç’e göre oldukçe sessiz bir çocukmuş; ne oyuna ne sokağa düşkün, sadece kitaplarla haşır neşirmiş.
“Çok effendi, terbiyeli, çok zeki ve saygılı bir çocuk” olarak bahsedecektir çok sonraları Gülten Akın kendisinden. Aynı dönemde Gercüş’tedir o da, Kaymakam olan eşinin görevi nedeniyle. Yanyanadır evleri, komşudurlar Kurt ailesi ile. Her pazartesi bir kitap alırmış kendisinden Sabahattin, bir hafta içinde kitabı bitirir, öbür pazartesi yeni bir kitap almak üzere çalarmış Gülten Akın’ın kapısını. Kendi aralarında bir pazartesi ritüeli, o kadar samimi. Belki de bu nedenle yazının başına bir bölümünü aldığım “Van’dan gelirik” şiirinde o kadar sıcak bir yer bulmuş “Ah Sebo, Sebo can” seslenişi. Sadece Sabahattin mi, tüm aileyi tanımaktadır güzelliklerin şairi, ve “Semo’nun kardaşını arama türküsü” adını verecektir Sabahattin’in küçük kardeşi Semih’in ağzından yazdığı duygu yüklü şiirine de:
Onu arıyorum/Saçları karadır alnı harman yeri/Gözleri üç aylık karaca gözleri/ Hiç kış yaşamamış hiç akşam görmemiş/ Yüzü sıcak yaz günleri/ Çocukken çok gülerdi/ Onu arıyorum/ Koşunca tay, durunca şahan/ Yürüyünce ırmak/ Yaşadığı her gün Pazartesi/ Onu arıyorum, o hepimizin/ Yeli tutuşturur yüreğindeki/ Yağmuru keser/ Sonsuz bir pazara girdi diyorlar/ Sol elinde çılgın bir köpeğin diş izleri.
Sadece pazartesi ritüellerinde değil, derslerinde de çok başarılı imiş Sabahattin. En severek çalıştığı derslerin basında gelirmiş tarih. O kadar meraklıymış ki tarihe ders kitapları ile yetinmez, babasının sınıf geçme hediyesi olarak sana ne alayım oğlum sorusunu hiç düşünmeden Tarih Konuşuyor ciltleri diyerek cevaplarmış bizim küçük Sabahattin. Yaşıtları gibi ne bir bisiklet ne de bir oyuncağa heves edermiş, varsa yoksa kitaplar, sözlükler, ansiklopediler.
Belki de bu nedenle çok güçlü imiş coğrafya dersinde de; hangi ilçenin hangi ile bağlı olduğunu ezbere bilir, bu konuda öğretmenleriyle bile iddialaşırmış. Bu çalışkanlığının karşılığını da alırmış aslında; okulda daha üst sınıfta olan öğrenciler bir soruyu bilmediği zaman öğretmenler, birkaç sınıf daha altta olan Sabahattin’i çağırtıp aynı sorunun cevabını ondan dinletirlermiş öğrencilerine. Bu durumun keyfini çıkardığı da olurmuş tabii; hele de teneffüste, o kendinden yaşça büyük “tembel” öğrencilerin karşılarına geçip “vay be, gerçekten bilmiyor muydunuz siz o kadar kolay sorunun cevabını” gibisinden takılmalarıyla.
Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olduğu bir dönemdir bu dönem. Tek başına ikdidardır iktidar olmasına ama karşısında Türkiye İşçi Partisi’nin 15 milletvekili vardır kendisine kök söktüren. İşçi sınıfı hareketinin Türk-İş’in dar kalıplarını zorladığı, yeni bir sınıf sendikacılığına doğru yelken açmaya çalıştığı, nihayetinde DİSK’in (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulduğu, basının göreceli bir özgürlük içinde olduğu, yer yer grev hakkının ve kitlesel anti-emperyalist gösterilerin başgösterdiği, 1961 Anayasa’sının tam ve noksansız uygulanması istemlerinin gündeme geldiği, “Bağımsız Türkiye” sloganlarının uç vermeye başladığı bir dönemdir.
Lise bittikten sonra 1 Aralık 1966’da yaptırmış kaydını Siyasa Bilgiler Fakültesi’ne. O Siyasal Bilgiler Fakültesi ki, anfilerinde bilimsel sosyalizmin anlatıldığı, kantininde, ülkenin gidişatına müdahale etme isteğiyle dolu gençlerin ateşli tartışmalar yaptığı Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gibi, tüm Ankara Yüksek Öğrenim Gençliği’ni birleştirecek olan bir yapının oluşumuna ebelik yapan bir üs alanı, bir çekim merkezi.
1969 yılında, Devrimci Gençlik’e (DEV-GENÇ) dönüşecek olan bu FKF’nin çekimine kapılmakta gecikmeyecektir bizim Gercüşlü, çatık kaşlı, kara yağız Kürt delikanlımız da.
Üniversite kantinlerinde Kürt sorununun fazla konuşulmadığı dönemlerdir o zamanlar, hele bir devrimi yapalım gerisi kolay anlayışının egemen olduğu bir dönem. Bir Hüseyin Cevahir vardır içlerinde bir de Sabahattin Kurt. Bazan ikisinin Kürtçe konuşmalarını ilgiyle dinlermiş arkadaşları içlerinde tanıdık bir kelime yakalar mıyız diye. Dinleyenlerin aklına bile gelmezmiş tabii, çok değil birkaç yıl sonra, bunlardan birinin Maltepe’de, diğerinin Kızıldere’de “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganlarıyla ölüme gidecekleri.
İlk günden itibaren alçak gönüllülüğü, sempatikliği ve samimiyeti ile ayrı bir yeri varmış onun okul çevresinde. İnsanlarla çok kolay ilişkiye girer, çabuk kaynaşır, güzel dostluklar kurarmış. Türkü söylemeyi çok severmiş sesinin çirkinliğine aldırmadan, bir de arkadaşlarına takılmaktan hiç vazgeçmemiş o kısacık ömrü boyunca. Yüreği insan sevgisiyle dolu biri hem türkü söyleyip hem de dostlarına takılmak isterse ne yapar? Tabii ki hemencecik dostunun fiziksel özelliklerini çağrıştıran neşeli bir türküye başlar. Saçları olmayan bir arkadaşını mı gördü, “yar saçların lüle lüle” türküsüne başlarmış hemen, gözlerinin ta içine baka baka hem de o boğuk sesine aldırmadan neşeyle.
İyiymiş, hoşmuş ama küçük, büyük, tanıdık tanımadık demeden herkese “dayı” diye hitap etmek gibi garip bir de huyu varmış Sabo’nun. Erkekleri anladık da demiş okulun kızlarından bir grup, bize niye dayı diyorsun ki? Cevap, duyanlara Sabo tam da budur işte dedirtecek cinstendir: Peki, olur, söylemem Dayı.
“Vuruldum dayı” der bir defasında da, kendisini yaralı bir vaziyette, kanlar içinde bulan arkadaşına. Ankara Beşevler’de Akademi’ye yapılan fasit saldırıyı püskürtmek için bir grup arkadaşıyla birlikte fırlayıp gitmişlerdir Siyasal kantininden ve içlerinde silahlı olan tek kişi kendisidir. “Hani silah vardı ya sende, niye kullanmadın adamlar sana silahla saldırınca” der arkadaşı şaşkınlıkla, “Üzerimde silah olduğunu unuttum dayı yav” diye cevaplar utangaçça. Öylesine silaha yabancı, öylesine insan, öylesine yufka yürekli bir devrimci imiş bizim gözü kara, cesur Sabo’muz.
O günlerde, üniversite gençliği arasında parka-postal modasının yaygın olduğu bir dönemdir ve Sabo da o imrenilen parkalılardandır. Herkes parka almak istemektedir ama Ulus’taki bitpazarından başka bir yerde bulmak mümkün değildir o parkalardan. Arkadaşlarından biri gelir bir gün, parka alması için kendisine yardımcı olmasını ister. Hiç düşünmeden çıkarır verir sırtındaki parkayı. Devrimcilik yapmak için şart değil ki bu der, ben de zaten başka bir şey almak istiyordum kendime. Hemen orada, arkadaşının kabanını geçiriverir sırtına.
1970 yılına gelindiğinde SBF-DER’in (Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği) yönetimindedir Sabahattin. Dev-Genç içerisinde henüz ayrı örgütlenmelerin oluşmadığı, ama safların genel hatlarıyla belli olduğu bir dönemdir bu dönem. Siyasal Bilgiler Fakültesi THKP-C’nin (Türkiye Halk Kurtuluş Parti- Cephesi), ODTÜ ise THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) karargâhı olarak anılmaya başlamıştır bile.
Sanılanın aksine sadece öğrenci gençlik değildir düzene başkaldıran, onların boykot ve işgal eylemlerinin yanı sıra işçilerden, köylülerden de sesler yükselmekte, birbiri peşi sıra grevler, tarım mitingleri düzenlenmektedir.
Artık Sabahattin ve yoldaşları için seslerini üniversite kantinleri ve yurtlarının dışına taşırmanın zamanı gelmiştir.
Amele pazarının yolunu tutarmış bazan, sabahın erken saatlerinde gidip, iş bekleyen işsizlerin arasına karışıp onlarla sohbet etmeye. Fabrika önlerinde, grev çadırlarında ziyaret edermiş işçileri. Gecekondu bölgelerinde anlatmaya gidermiş kitaplardan öğrendiği sosyalizmi. Ankara dışına çıkmaya başlamış sonra, Ege’ye gitmiş, Adana’ya, Osmaniye’ye, tütün işçileri, pamuk işçileri ile dayanışmaya. Fındık işçileri ile kucaklaşmak için Karadeniz’in yolunu tutmuş ardından. Dağdaki çobanlar bile tanır olmuş artık kendisini.
Bir Mahir ile yaptığı futbol maçının anısı kalmış okul günlerinden belleklerden, silinmeyen, bir de Deniz’in yaptığı silah taliminin yürekleri ağızlara getiren heyecanı.
Derslere girilmeyip ya bir eyleme katılmak ya da çıkacak bir olaya anında müdahale edebilmek için kantinde beklendiği günlerdir. Can sıkıntısından kurtulup vakit geçirmek için zaman zaman kendi aralarında futbol maçına giriştikleri günler. Mahir atletik yapılı çok güzel futbol oynar, üstelik de çok zarif çalımlar atarmış. Sabahattin ise tam tersine, hem yetenekli değilmiş hem fazla anlamazmış futboldan. O günkü maçta rakip takımlarda imiş Mahir ile. Mahir, top ayağında, yavaşça ilerlemekte, Sabo’nun gözü topta. Birden hızla koşmaya başlar topu kapmak için ama nafile; Mahir hafif bir bilek hareketiyle çalım atınca anca duvara çarparak durabilmiş bizim hızını alamayan Sabo arkadaşlarının kahkahaları arasında.
Deniz ile olan anısı ise ODTÜ’de ( Orta Doğu Teknik Üniversitesi) yaptıkları bir atış talimi sırasındadır. Deniz bir şişeyi göstererek “kim bu şişeyi başının üstünde tutmaya cesaret eder” diye sorar, amacı başın üstündeki şişeyi hedef alarak atış talimi yapmaktır. Herkes irkildiği bir anda “Ben tutarım” diyen sakin sesi duyulur Sabo’nun. Şişeyi alır, basının üstüne koyar ve “Hadi, sık bakalım” der. Deniz canlı hedef bulmaktan mutlu, tam sıkma hazırlığındayken arkadaşları girer araya, yapma Deniz, en küçük hata Sabo’nun canına mal olur diyerek vazgeçirirler onu. Sabo’nun cesaret abidesi olduğunu anlatan en güzel anekdotlardan biri olarak geçer tarihe bu olay. O gün Deniz’in karşısında, büyük bir güven ve cesaretle kendisini hedef tahtası olarak sunan Sabo, çok değil birkaç yıl sonra idama mahkûm edilmiş olan Denizlerin hayatını kurtarmak için Mahir ve diğer 8 arkadaşı ile birlikte Kızıldere’de kucaklayacaktır ölümü.
Mahir’ler İstanbul Maltepe Cezaevi’nden tünel kazarak firar edip Karadeniz’e geldiğinde çoktandır bölgededir o. 23 Mart günü, kaldığı yere Saffet Alp, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru getirilir. Ertesi gün hep birlikte Kızıldere’ye doğru yola çıkacaklardır. O gece sohbet sırasında sorar içlerinden biri “Ne dersin Sabahattin devrimi görebilecek miyiz?” Verdiği cevap aslında içinde bulundukları durumun özetidir: “Ne devrimi görmesi, altı ay yaşarsak iyi…”
Gerçekten de devlet tankıyla, topuyla, tüfeğiyle peşlerine düşmüş, dağ taş demeden kendilerini aramada, bir avuç insan da yoldaşlarını, dava arkadaşlarını kurtarmak için var güçleriyle çırpınmaktadır. Doğru düzgün kalacak yerleri bile yoktur ve çember her geçen gün biraz daha daralmaktadır.
Dimdiktirler her şeye rağmen, yürekleri ellerinde meydan okumaktadırlar köhnemiş düzene.
25 Mart günü yayınladıkları bildiri ile ilan ederler isteklerini:
1- İnfazlar derhal durdurulacak
2- Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacak,
3- En geç kırk sekiz saat içerisinde Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılacak.
26 Mart günü Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy ve Hüdai Arıkan’dan oluşan eylem timi Ünye’de bulunan İngiliz teknisyenleri kaçırırarak Deniz’lerin hayatına karşılık takas önerirler. Hiçbir karşılık bulmaz tabii bu öneri.
Ve 30 Mart günü tespit edilir yerleri. Gerisi bir tufandır artık. Kurşun ve roket atışlarının ardı arkası kesilmez. Kaç saat sürdü, kaç mermi yakıldı bilinmez.
İçeridekilerden bir tek Saffet Alp kurtulur yaralı, onu da kapının önünde kurşuna dizerler.
Bir de Ertuğrul Kürkçü, sığındığı samanlıkta ele geçer, ertesi günü. Babası kendisine teslim edilmek istenen cesedi reddedince anlaşılır onun da ölmemiş olduğu. Aradan onca saat geçtikten sonra da infaz edemezler artık elbette.
Cansız bedenler, üst üste atılarak bir at arabasıyla götürülür Niksar Devlet Hastahanesi’ne. Alt kattaki koridorun serince bir yerine sıralanırlar yan yana. Önce Karadeniz bölgesinde oturan aileler gelip alırlar çocuklaının cenazelerini, sonra Mahir Çayan, Ömer Ayna, Saffet Alp ve diğerleri.
Bir cenaze kalır ama yüz tanınmaz haldedir, kimlik tesbiti yapılamaz.
Operasyondan sağ kurtulan Kürkçü elbiselerinden tanır Sabahattin’i.
Kimlik tesbitinden sonra alelacele bir telgraf çekilir aileye, Niksar Savcılığı’nca, şu gün, şu saate kadar gelmezseniz cenazeniz burada gömülecektir haberiniz olsun anlamında.
O şartlarda, o perişan durumda ve o kadar kısa sürede yetişmeleri mümkün değildir ailenin. “Usullere göre defnedilmesi” talebini iletir onlar da.
Birkaç gün sonra alırlar ikinci bir telgrafı Sabahattin Kurt’un Niksar’ın Şavşak Mezarlığı’ndaki 157 nolu parselde gömülü olduğunu bildiren.
Tam 40 yıl boyunca hiç ziyaretçisi olmaz Sabahattin’in.
Ne aileden ne yoldaşlardan ne bir arkadaş ne tanıdık ne bir dost.
Ta ki, 1960 Hatay/ Reyhanlı doğumlu Murat Bjeduğ’un, hakkında, Van Gevaş doğumlu olduğu dışında hiçbir şey bilmediği Sabahattin Kurt’un peşine düşüp, mezarını ziyaret etme düşüncesine kadar. Gevaş’a gidip hem mezarını ziyaret etmek ister Bjeduğ bu yiğit devrimcinin hem de aile akraba, arkadaş çevresinden birilerine ulaşıp hakkında mümkün olduğunca çok bilgi toplamak amacındadır.
Uzun uğraşlardan sonra, önce kardeşi Semih’e ulaşır, sonra Sevinç ablayla tanışır.
Hayretle öğrenir Sabahattin’in mezarının Gevaş’ta olmadığını.
Önce Kızıldere’ye, oradan da Niksar’a gider kardeş Semih ile birlikte.
Tek tek bütün mezarlar aranır da bir türlü izine rastlayamazlar Sabahattin Kurt’un.
Ne 157 parselde ne de başka yerlerde.
80 yaşlarında biri hatırlar sadece olayı, cenazesi alınmayan birinin gerçekten de bir sabah vakti getirilerek bu mezarlığa gömüldüğünü ancak akşam üzeri çıkarılarak başka yere götürüldüğünü söyler o da.
İlçe halkının tepkisi nedeniyle taşımış olabilirler mi mezarı?
Taşıdılarsa nereye ama?
Ne savcı yardımcı olur kendilerine ne belediye ne de mezarlıklar müdürlüğü.
Hâlâ da nerede yattığı belli değil.
Söyle Sabo, bildin mi şimdi sende nesi olduğunu feleğin?
Bundan mıydı acaba bu türküyü bunca sevmelerin!
Gülten Akın’ın yüreğinden koptuğu gibi şimdi her parçan bir dağda senin:
Van denizinde Gevaş’ta
Adı Sebo, kara bir oğlanla
Yine görüşelim deyip ayrılıyoruz
Gördüğü her basılı kağıdı yutmaktan biraz dalgın
Halkını sevmekte özyazgılı
Alıp basini gittiğini duyuyorum
Tokada
Kızıl gelincikler acan derede
Toplu ölümlerle öldürülüyor
Şimdi her parçası bir dağda
Her parçası bir dağda.
*Murat Bjeduğ’un 2017 Yılında Ayrıntı Yayınları’nın Yakın Tarih Dizisi’nden çıkmış Sabo Sabahattin Kurt kitabı. Aile çevresinin dışında Ertuğrul Kürkçü’den Oğuzhan Müftüoğlu’na, Mustafa Kaçaroğlu’ndan Ali Alfatlı’ya birçok yoldaşının tanıklığıyla oluşturulmuş, bir solukta okunan bilgi ve duygu yüklü bir kitap.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.