Ortaya çıkmış bu kapasitenin pasifize edilmesine, öfkenin “seçimler kaybedilecek” umutsuzluğuna kapılarak soğurulmasına müsaade etmeyecek, örgütlü bir seferberliğe ihtiyacımız var. Yani ortaya çıkan bu kapasitenin kendisini örgütlemeye onun için de mevcut örgütlülüklerimizin aklını buraya bükerek seferber olmasına kafa yormalıyız
Millet İttifakı’nın içinde İyi Parti ve diğer bileşenler arasında (aslında CHP’yle), Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterilecek aday noktasında mutabık kalınamaması üzerine Meral Akşener ittifakı dağıtıcı hamlesini yaptı. Bu hamleyi ortaya çıkaran ve bu hamlenin ortaya çıkaracağı neden ve sonuçlar üzerine basit yorumlardan kaçınmak gerekir. Kontrgerilla merkezli tartışmalardan sermaye fraksiyonlarının gelecek tahayyülüne kadar çok fazla denklemin devrede olduğu kesin.
Ama kesin sonuçlarından bir tanesi seçim matematiğine yapacağı etkidir. Uzunca süredir var olan ve depremin yıkıcı sonuçlarının iktidar aleyhine bir tablo ortaya çıkararak güçlendirdiği “Seçimlerde gidiciler” genel kabulü Meral Akşener’in çıkışı sonrası sallantıya girdi.
Abartılı bir yorum gibi gelebilir ancak bu durumun ortaya çıkışında iki önemli faktörü göz önünde bulunduralım. Birincisi deprem sonrasında sosyalist hareketin kendi imkanlarının çok üzerinde bir seferberliği organize edebilmesi ve deprem bölgesinde hayatın gündelik işleyişini sürdüren dayanışma ve koordinasyon faaliyetleridir. Daha doğrusu sosyalist hareketin hızlı refleksinin deprem bölgesinde ve gözü kulağı orada olan geniş toplumsal kesimlerde yarattığı etkidir. İkincisi bununla bağlantılı olarak deprem sonrası devletin hareketsizliğinin kaynağı olan 20 yıllık neoliberal programın yerine yeniden inşa fikri içerisinde kamuculuk, planlama gibi sosyalizm fikriyle bağdaşık önemli noktaların hegemonik olmaya başlamasıdır.
Yani Saray Rejimi’nin kaybettiği bir seçim sonrasında oluşacak tabloda, Türkiye’deki neredeyse bütün siyasal akımların bir “yeniden inşa”yı zorunlu bulduğu atmosfer içerisinde bu yeniden inşaya rengini verecek olan sol-sosyalist fikirlerin güçlendiği gerçeğidir. CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu da kimi açıklamalarda ve hamlelerinde görebileceğimiz sola çeken gerçeklik budur.
Dolayısıyla Meral Akşener’in hamlesi bu ihtimalin gerçekliğe etki edebilmesinin önüne geçmek, Saray Rejimi’yle defoları olsa da sömürünün ve yağmanın güvenceye alınmış yönetiminin devam etmesini sağlamak noktasında işlevli olacaktır.
Ancak burada bir sol taktiğin iflas ettiğini de görmek gerekir. Millet İttifakı’nın kriz yaşamadan Saray Rejimi’ni seçimlerde göndereceği ve sonrasında aktif özne olarak “bize” fırsat doğacağı yönündeki beklenti etrafında şekillenen taktik iflas etmiştir. Çünkü bu taktik tavır alış sandığın esas araç olduğu bir siyaset düzlemine hapsolarak toplumun kendini örgütleme kapasitesini genişletmek gibi bazı “diğer işler”i ertelemeyi tercih etti. Bugünkü çatışmaya müdahale olanaklarımızda bir darlık söz konusuysa bu tavır alışın da etkisi büyüktür.
Halka ve örgütlü hareket etme gücümüze güveneceğiz. Her ikisi de deprem sonrasında dayanışma odaklı ortaya çıkan toplumsal seferberlikte kendisini bir kez daha kanıtladı. Üstelik hareket biçimi yalnızca dayanışma odaklı kalmıyor ve büyük bir özgüven ve meşruiyetle “Hükümet istifa” sloganını da yaygınlaştırıyor.
Ortaya çıkmış bu kapasitenin[1] pasifize edilmesine, öfkenin “seçimler kaybedilecek” umutsuzluğuna kapılarak soğurulmasına müsaade etmeyecek, örgütlü bir seferberliğe ihtiyacımız var. Yani ortaya çıkan bu kapasitenin kendisini örgütlemeye onun için de mevcut örgütlülüklerimizin aklını buraya bükerek seferber olmasına kafa yormalıyız. Seçimlere de etki edebilecek tek güvence kaynağımız budur.
Arka planının karışık olduğu ancak “kazanacak aday” olarak öne çıkan tartışma adayların hangi kesimden, ne kadar oy alabileceğine odaklanıyor. Mezhepsel, ırksal ön yargılar ortaya atılarak siyaset manipüle ediliyor.
Elbette seçim aynı zamanda bir matematik işi. Bugüne kadar AKP’ye oy veren yurttaşların en azından bir kesiminin oyu alınmadan seçim sonucunu değiştirme olanağı yok. Bunu AKP’nin seçmen olarak kazandığı desteğin eritilmesi olarak da amaçlayabiliriz. Bu zaten hali hazırda yaşanan ve anket sonuçlarında da kendisini gösteren bir gelişmeydi. Ancak bu kesimler hala kararsızlığını koruyor ve çeşitli gelişmelerde tekrar AKP seçmeni haline gelebiliyor.
Kim bu kesimler? Rejimle kimlikleri ekseninde bir sorunu olmayan (Sünni, Türk, erkek) ama sırtına ekonomik krizin yükünün de bindirildiği geleneksel işçi sınıfı kesimleri. Evde tencere kaynamayınca yedi düvele meydan okuyan, Osmanlı torunu olmanın pek de bir işe yaramadığını kavrayan ve zaten düzenle olan uyum problemini de yer yer gösteren kesimler. Nüfusun bu kesimlerinin geçim derdinde, emek süreçlerinde yaşadığı adaletsizlik ve haksızlık karşısında bugüne kadar çok güvendiği devletinin, hükümetinin hep karşı tarafta konumlandığının idrak edildiği bir süreçten geçerken deprem yaşandı. Deprem bu gerçekliğin üstüne geldi ve “Devlet nerede?” sorusu yaygınlaştı. Aranan devlet aslında var olan değil, tasfiye edilen kamusal hakların, yurttaşlığın, laikliğin[2] etrafında örülmüş bir koruma kalkanıdır ve ne kadar gerekli olduğunu ispatladı.
Tam da bu yüzden geniş kesimlerin seçmen olarak tercihlerini de içerecek ama çok daha fazla potansiyeli barındıran hareket kapasitesinin referans noktaları, halkın karşısına çıkan “siyasetçi”nin mezhebi, ırkı değil hangi programla, hangi ilkelerle hareket ettiğidir. Dolayısıyla bu programa ve ilkelere içeriğini veren/verecek fikre odaklanmak ve hegemonik hale getirmek gerekmektedir.
Türkiye siyasetinin kamplaştığı açık bir gerçekliktir. Ne var ki, söz konusu kamplaşma ne iktidarın ne de liberal çevrelerin tarif ettiği şekilde mezhepler, etnisiteler, kimlikler üzerinden cereyan etmiyor. Tüm toplumsal sınıfları ve tabakaları kesen bir yapıya, emekçilerin Türkiye’si ve patronların Türkiye’si, ezenlerin Türkiye’si ile ezilenlerin Türkiyesi, sömürenlerin Türkiye’si ile sömürülenlerin Türkiye’si şeklinde iki büyük kampa bölünmüş durumda. Nitekim depremden sonra halkın öz gücü ve öz örgütlülüğü ile seferber olması, dayanışma ağları örmesi, kendi yasını tutması, kendi yaralarını sarmaya çalışması halkın Türkiyesi’nin siyasi potansiyelini ortaya koyuyor. Emekçi halk kriz zamanlarının özgül koşullarında siyasal birlik oluşturabilecek yeteneğe sahip olduğunu kanıtlamıştır. Sosyalist örgütler ise depremin ilk saatlerinden itibaren siyasal birliğin oluşum ivmesini artırabilecek, birliği kuvvetlendirecek ilke ve değerlerin pratikteki karşılığını göstermiştir. Kızılay çadır satarken, sosyalistler büyük gayret ve tevazu eşliğinde hiçbir karşılık beklemeden yaşam alanları inşa etti. Devletin şirketleştiği ve kamu yararı ilkesinin tamamen tasfiye edildiği ortamda kamu yararını sosyalistler temsil etmiştir. Türkiye bir dönemeçte ancak bu sadece seçimle sınırladırılabilecek bir dönemeç değil. Halkın Türkiyesi’ni sosyalist ilkeler etrafında kuracak bir iradenin sahneye çıkma şafağındayız.
[1] Aslında ortaya yeni çıkmadı. Gezi’den 2017 Referandumu’na kritik süreçlerde kendi yetenek ve olanakları dahilinde seferber olan kesimlerin “uzun yürüyüş”ü.
[2] Özellikle yerel AFAD birimlerinin bulunduğu il ve ilçelere göre tarikat ve cemaatlere tahsis edilmiş olmasının yıkıcı sonuçlarını, kriz anında hareket önceliklerini ve kapasitesinin sınırlarını görmüş olduk.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.