Kapitalist devlet çaresiz ya da beceriksiz olduğu için bu felaketler zinciri ortaya çıkmamıştır. Tam tersine sermayenin hareketi önündeki engelleri kaldırmaya yönelik politikalar bilinçli tercihtir
Kapitalist devlet ve onun hükümeti bugün derin bir çaresizliği yaşamaktadır. Üzeri her ne kadar boyalı bir şal ile örtülmüş olsa da gizlenmeye çalışılmış sefalet ve yoksulluk facia ile birlikte gün yüzüne çıkmıştır.
Kapitalist devletin hükümetinin iddiasına göre, yıkılan binalar 1999 yılı öncesine aitler ve kendilerinin hiçbir sorumluluğu söz konusu değil.
Ancak depremin boyutlarına bakıldığında söylenen gerçeği yansıtmamaktadır. Bölgede yıkılan lüks adı verilen ya da rezidans adı verilen sermaye sınıfının üyeleri için yapılmış konutların da yerle bir olduğunu gördüğümüzde iddia edilen savın komikliği ve hükümetin çapsızlığı net bir şekilde görünmektedir.
Deprem faciaları ile sermaye birikimi yetersiz olan “azgelişmiş ekonomiler” baş edemez savı da esas olarak hileyi ve spekülasyonu gizleme işlevi görmektedir.
Bu nedenle konut meselesinin boyutlarını ve kentsel rantın nerede nasıl oluştuğunu sermaye birikimine nasıl dönüştüğünü bir nebze olsun tekrardan ele almak gerekmektedir.
1980’li yıllar öncesinde mübadele alanı (pazar) olması itibarıyla küçük ölçekli çıkarların alanı olan kentlerde, emek gücünün kırdan kente göçü doğrultusunda gecekondulaşma ile hızlanan süreç bu dönem sonrasında hızla önem kazanmaya başlamış ve çok merkezli devasa kentler ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk başlarda sanayileşmenin hızlanması ve emek gücünün kentlere yığılması ile birlikte kente göç eden işçilerin ve yedek sanayi ordusunun barınma talebi için sermayenin ve devletin bu alan yönelik herhangi bir çabasının olmaması, kısıtlı olan kent topraklarını olduğundan daha kıymetli hale getirmiştir. Toprağın özel mülkiyetin konusu olması, kentsel alanlarda spekülasyonu ve buna bağlı olarak yüksek rantı olanaklı hale getirmiştir. Barınma sorunu, işçi sınıfının içgüdülerine bırakılmıştır. Bu durum sonucu kent çeperlerindeki hazineye ait alanlar üzerine inşa edilen derme çatma, altyapısı olmayan yapılar bir genellik haline gelmiştir.
1980’li yıllarla birlikte, kamudan özele, yerel yönetimler üzerinden sermaye aktarımı politikaları ile altyapı yatırımlarının yaygınlaşması, kentsel yatırımların hatırı sayılır bir büyüklük içermeye başlaması kenti büyük ölçekli sermaye gruplarının odağı haline getirmiştir. Böylece kent toprağı hiç olmadığı kadar değer kazanmaya başlamıştır. Sermaye birikiminin bir alanı olarak inşaat sektörü ekonomide motor güç haline gelmiştir.
Bu durum sonucu, hem bir oy deposu olması ölçüsünde hem de işçi sınıfının boyunduruğunu sağlamlaştırmak ve onların sisteme eklemlenmesi amacıyla gecekondululara kentsel ranttan pay alma olanağı sağlanmıştır. İmar afları ve tapu tahsisi belgesi süreci ile kentsel rantın ortağı olma olanağı bulan gecekonduluların odağında olan kentler, bu dönüşüm sürecinde küçük ya da büyük çaplı müteahhitlerin (sermaye grupları) odağı haline gelmiştir. Ancak bu durum işçilerin emekçilerin konut sorununu çözen bir adım olmak yerine emekçi sınıfları çürük binalarda oturmaya mahkûm etmiştir.
Kent arazileri ve kente yakın araziler toprakta özel mülkiyetin bir gereği olarak önemli ölçüde değer kazanmaya başlamış ve sermaye yatırımlarının ve sermaye birikiminin önemli bir aktörü olmuştur. Marx’a göre, kapitalist sistemin gelişmesi ve yaygınlaşması sonucu kentsel ya da kırsal bölgelerde, eğer bir rant oluşmuşsa orada farklılık rantı da oluşmuştur. Kentsel rant da, tarımsal üretim üzerinden açıklanan farklılık rantı, mutlak rant ve tekel rantı ile aynı yasalara tabidir. 3. Cilt sayfa 760’ta şöyle demektedir: “Özellikle de yapım işlerinin Londra’da olduğu gibi fabrika düzeni içinde yürütüldüğü hızlı büyüyen kentlerde bina spekülasyonun asıl nesnesini konutlar değil toprak rantının oluşturması konusunda…” Marx esas olanın, konutun kendisi değil üzerinde bulunduğu arsa ya da toprak parçası olduğunu somutlar.
Doğaya ait olan toprak, bir şekilde bir yerlerde mülkiyetin konusu haline gelmiş ise mülkiyeti elinde bulunduranlar ortaya çıkan fazla artık kârın sahibi olacak ve rant elde edeceklerdir. Tarım alanlarında ya da kentsel topraklarda rant, birçok şekilde mutlak, tekel ve farklılık rantı olarak ortaya çıkmaktır.
Kentsel rant nedir?
Marx’a göre rant, Kapital’in üçüncü cildinde, tarımsal üretim sürecinde metaların genel kâr oranı üzerinde bir fiyatla satılması sonrasında üretim fiyatını aşan fazla artık değer olarak ortaya çıkar ve bu fazla toprak sahibine rant olarak ödenmek zorundadır. Artık değerin bu bölüşümü içinde mülk sahibinin aldığı pay rant olarak tanımlanmaktadır. Üretim sürecinde, kapitalist girişimci toprağı işlemeleri için ücretli işçileri istihdam eder. Mülk sahibi ile ücretli işçi arasında kapitalist çiftçi yer alır. Kapitalist çiftçi ile mülkiyet sahibi arasında ise bedel karşılığında bir sözleşme ilişkisi bulunur. Bu sözleşmeye göre çiftçi toprağı kullanma karşılığında yaptığı sözleşme gereği mülk sahibine önceden belirlenen çerçevede bir pay verir. Marx, toprak sahibine ödenen bu payların hepsinin toprak rantı olduğunu ifade etmektedir.
Kentsel topraklarda farklılık rantı iki biçimde ortaya çıkmaktadır. Birincisi, kent merkezi ile arasındaki mesafe ile toprağın değerinde gerçekleşen artış veya azalma ile ilgilidir. Kent merkezinden uzaklaştıkça toprağın değeri azalmakta, yaklaştıkça artmaktadır. Merkezdeki topraklar değeri en fazla olanlardır. Mesafeyle gerçekleşen değer farklılığı bir artı değer sağlamaktadır. Bu artı değer en uzak noktada bulunan kentsel toprak için yapılacak taşıma maliyetine eşdeğerdir. İkincisi, tarım toprağının verimini sulama, gübreleme ve araç gereç kullanımı gibi yatırımlarla arttırmak için harcanan sermayenin sağladığı ranta benzer şekilde kentsel toprakta da altyapı hizmetlerinin götürülmesi yoluyla bir değer farklılaşması ortaya çıkar. Bu değere de farklılık rantı adı altında toprak sahibi el koyar. (A.Müge Yeşil. Kentsel toprak rantının yaratılmasında kent planlamasının rolü.)
Özel mülkiyetin varlığı, sermaye yatırımına ve sermayenin toprakta serbest olarak yayılmasına bir sınırlama getirir. Kapital’in üçüncü cildinde yine yazdığı şekliyle A tipi denilen en niteliksiz toprağın yarattığı bir rant söz konusudur. Kapitalist, toprağı kullanma talebine karşılık olarak mülkiyet sahibine bir pay öder. Burada özel mülkiyet durumundan kaynaklanan bir rant söz konudur.
Artan nüfusla birlikte mevcut üretim alanlarının yeterli miktarda olmaması sonucunda, toprağa sahip olanlar, hiçbir çaba sarf etmeden, sadece toprak mülkiyetine sahip olduklarından ve toprağın bir kaynak olmasından dolayı fazladan bir artı değer elde etmektedirler. Bu değer Marx tarafından toprağın özel mülkiyetinden dolayı mutlak rant olarak tanımlanmıştır.
Toprak mülkiyetinin rant elde edebilmesi için piyasa fiyatı, mutlak rantın oluşabilmesi için, en verimsiz topraktaki ürünün üretim maliyetinin üzerinde bir getiri sağlayabileceği düzeye çıkmalıdır. Bu kentsel rant da spekülasyon ile sağlanır. Marx’ın da ifade ettiği üzere toprak sahibinin keyfiyeti rant üzerinde belirleyicidir.
“Toprağın salt hukuki mülkiyeti, toprak sahibi için toprak rantı yaratmaz. Ama o toprağı iktisadi ilişkiler toprağın (ister gerçek tarımda, isterse konut, bina vb. başka üretim amaçlarıyla kullanılması yoluyla) bir fazla getirecek şekilde değerlendirmelerine izin verene kadar toprağını kullanımdan çekme hakkına sahiptir. Bu durum bu iş alanının mutlak niceliğini artırmaz ya da azaltmaz. Ancak piyasada bulunan niceliğini değiştirir.” (3. Cilt sayfa 744)
Marx’a göre, tekel rantı, yerkürenin kendine has ve ikame edilmesi zor olan koşullarına hâkim olunması ile bu koşulları barındıran toprakların piyasa fiyatının yükselmesi için mülk sahiplerinin kendi aralarında girdikleri yarışın sonucudur.
Karl Marx, tekel rantını anlatırken talebin bir biçimde özendirilmesi sonucu kaliteli konut ya da kaliteli ürünü tüketmek amacıyla üretim fiyatının üzerinde ona eşitlenmesi mümkün olmayan bir fiyatın ortaya çıkacağından bahseder. Kaliteli şarap tüketicisinin ürüne harcayabileceği para miktarıyla ürüne olan düşkünlüğü tekel fiyatını oluşturur. Kaliteli şarabın alıcı bulması ile oluşan bu tekel fiyatı neticesinde fazla bir değer meydana gelecektir. Oluşan bu değer mülk sahibi tarafından el konularak tekel rantına dönüşür. Tekel rantı, kendine has özellikleri olan toprağın ya da arsanın tekel altına alınması neticesinde mülkiyet sahibinin toprağı kullanan kapitalist üreticiden elde ettiği fazla değerdir.
Diğer bir yandan da toprağı satıp satmama opsiyonunu elinde bulunduran mülk sahiplerinin tatmin olacağı miktarda bir fiyat ortaya çıkmadıkça topraklarını satmama ya da kiralamama istekleridir. Bu durum bu alanda spekülasyon yaratmak da dahil birçok oyunu ortaya çıkartır. Toprağın elde edilmesi için oluşan talep ile bir tekel fiyatı oluşmaktadır. Toprağın alınıp satılması konusunda oluşan tekel fiyat ile birlikte tekel rantı meydana gelmektedir. Bu rant biçimi barınma için konut üretim maliyetinden tarımsal ürünlerin üretim maliyetine kadar toprakla ilişkili olan her şeyin fiyatını arttırmaktadır. Kentsel nüfusun artışı sonucu oluşacak talepler dizgesinin boyutları çeşitlendikçe ve yoğunlaştıkça konut alanları, çalışma alanları, dinlenme alanları gibi yeni kentsel alanlar oluşturulması gerekmektedir. Sanayinin ve ticaretin olabildiğince gelişkin olduğu kentlerde yukarıdaki taleplerin karşılanabilmesi için kent sınırlarının genişlemesi, çoklu kent merkezlerinin ortaya çıkması ve kentin daha dışsal alanlara doğru yayılması gerekmektedir. Bu da yeni kentsel toprakların oluşmasını sağlayacaktır. Yeni kent alanları doğal olarak tarımsal arazilerin konut ya da işyeri arazilerine dönüşmesini zorunlu kılar. Bu süreçte toprak sahibi kentsel dönüşüm sonucu kazanacağı getirinin tarımsal ürünlerden sağladığı getirinin üzerine çıktığında toprağın satışına rıza göstermiş olacaktır.
Marx’a göre doğa, gerçek zenginliktir (Marx doğayı mübadele değeri olarak değeri ölçülebilen, dolayısıyla para şeklinde tanımlanan servetten ayırır). İkinci (üretilmiş) mekânı, ilk mekândan, üretimin maddesi ve dölyatağı olan doğanın mekânından, özel anlamlandırmaların merkezi olarak keyfi bir şekilde ayırmamak koşuluyla, bu fikir derin ve doğru kalır. Marx’a göre toprak sahibi insanlığın dünyada barınması için haraç istemektedir.
“Genel olarak toprak mülkiyeti toprak sahibine yer küreyi, toprağın bağrını, havayı ve yaşamın korunmasını ve geliştirilmesi hakkını verirken toplumun bir kısmı diğer kısımdan dünyada oturulabilir olma hakkı için bir haraç talep eder. Sadece nüfus artışı ve onunla artan konut gereksinimi değil aynı zamanda toprağa eklenen ya da ona kök salan ya da ona yaslanan sabit sermayenin (tüm sınai binalar, demiryolları, depolar, fabrika binaları doklar vb.) gelişmesi de arsa rantını zorunlu olarak yükseltir”. 3. cilt, sayfa 760.
“Burada her türlü üretimin ve her tür insan etkinliğinin bir gereksinimi olan mekân. Toprak mülkiyeti bu mekân için haracını ister. Arsa talebi, mekânın ve temel olarak toprağın değerini artırır. Bu nedenle yer kürenin yapı malzemesi olarak iş gören öğelerine yönelik talep artmış olur.” (Sayfa 760 devam.) Kapitalist üretimin gerçekleşmesinin ancak bir mekânla mümkün olduğu düşünülürse, kapitalist üretim zorunlu olarak bir mekânda gerçekleşmek zorundadır.
Bundan dolayı Lefebvre, mekânın kapsamlı bir karaktere sahip olduğunu söyleyerek metalaştığını anlatmaktadır. Mekân ona göre zamanın olduğu kadar toplumsal ilişkilerin de bir parçasıdır. Kapitalizmin üretim faaliyetleri bir mekânda sonuçlanmaktadır ve bu mekân maddidir. Toplumsal ilişkiler aynı zamanda mekânsal ilişkileri oluşturmaktadır. (Mekânın üretimi sayfa. 76-77)
Kapitalist üretim ilişkilerinde konutun alınıp satılan hatta borsası olan bir meta konumuna indirgenmesi süreci, 2. kesim üretimi içerisinde yer alır. Bu dediğimizin ne anlama geldiğini açıklamak için yeniden Marx’a dönecek olursak; Kapital’in 2. cildinde detaylı olarak yazmış bulunduklarını kısaca özetlersek eğer; toplumun toplam ürünü, dolayısıyla toplam üretimi iki büyük kesime ayrılır:
I) Üretim araçları: üretken tüketimde (üretimin içinde sermaye olarak) yer almaları zorunlu olan ya da üretken tüketimi olanaklı kılan biçimleri olan metalar,
II) Tüketim araçları: kendilerini kapitalistler sınıfının ve işçi sınıfının bireysel tüketimine sokan biçimleri olan metalardır.
Bu iki kesimin her biri, bunlara ait olan farklı üretim dallarını yani tek bir büyük üretim dalını oluşturur. Bunlar; üretim araçları üretim dalı ve tüketim araçları üretim dalıdır.
2. kesim üretimi içerisinde yer alan konut ya da inşaat sektörü, arsa spekülasyonu vb. birinci kesimden farklı olarak 2. kesimin birikimini oluşturur. Bu kesimin 1. kesimle doğrudan bağlantılı olması onun ürettiği metaları kullanarak üretim yapması, onun kendine özgü bir mantığı olmadığı anlamına gelmez.
İnşaat sektörü, kapitalist sistemde, uzun süre boyunca çok fazla önemi olan bir konumda değildi. Üretken sermaye yatırımlarının getirisinin yüksek olduğu genel kâr oranının henüz düşme eğilimine girmediği kapitalizmin ilk dönemlerinde işçilere konut sağlamak için yapılan yatırımlar üretken olmayan yatırımlar olarak göründüğü için bu alanda derme çatma yapılar yaparak bir an evvel üretken alanlara dönmek sermayenin hareketinin temel özelliğiydi. Kapitalist sistem gelişip dallanıp budaklandıkça sermayenin organik bileşiminde ciddi yükselmeler gerçekleşti. Değişmez sermayenin değişir sermayeye oranı yükseldikçe, genel kâr oranında düşme eğilimi belirginleşti.
İnşaat sektöründe sermayenin organik bileşiminin ilk başlarda düşük olması buradaki artı değere bir şekilde ulaşmanın kârlılığı, sermaye için bir cazibe alanı olarak ortaya çıkar. Sermaye üretken alanlardaki üretim sürecinde sürekli olarak kendini tekrar ederken genel kâr oranının düşmesini engellemek zorundadır. Sermayenin organik bileşiminin her bir yükselmesi sürecinde bu kâr oranları gittikçe daha da düşmeye başlar. Sermaye, organik bileşimin yüksek olduğu alanlardan düşük alanlara doğru hareket halindedir. Bu nedenle (1. kesim) üretim sürecinin belirli bir aşamasında elde biriken sermaye fazlalığının yeni alanlara aktarılmak zorunda oluşu ve kâr oranlarının düşme eğiliminin frenleyicisi olarak, inşaat sektörüne hücum eder. Genel kâr oranlarında düşme eğiliminin işaretleri alındıktan sonra bu süreç hızlanır.
Böylece inşaat sektörüne yönelik yatırımların büyümesi eşitsiz gelişim yasalarına uygun olarak hızlı sermaye birikimi alanı olarak önemini korur. İnşaat sektörü ve bu sektöre bağlı turizm ve benzeri birçok sektörün kârlılığının ortaya çıkardığı temel sonuç, genel kâr oranının düşüş eğilimine karşı mücadele.
Lefebvre’ye göre, “İnşaat (özel inşaatlar ya da kamu inşaatları), istisnai durumlar haricinde ortalamanın üzerinde karlar getirmektedir. ‘Gayrimenkul’e, yani mekân üretimine yapılan yatırım, sabit sermaye karşısında hala yüksek bir değişen sermaye oranı içermektedir. Önemli yatırımlara ve teknik ilerlemelere rağmen, bu alanda sermayenin organik bileşimi zayıftır. Küçük ve orta işletmeler hala çok sayıdadır. Kaba inşaat işleri çok sayıda iş gücünü (özellikle göçmen iş gücü) meşgul etmektedir. Buradan kaynaklanan artı-değer yığınının oluşumu genel artı-değer yığınını arttırır, fakat bunun bir bölümü inşaat şirketlerine, işe ön ayak olanlara, spekülatörlere geri döner. Mekânın menkule dönüştürülmesi çılgınca bir hal alarak, eski ve yeni mekânların öz-yıkımına dek varır. Yatırım ve spekülasyon durmaz, yavaşlamaz bile: cehennemi bir döngü içinde dönülüp durulur.”
Lefebvre’ye göre mekânın mübadele edilebilirliği meselesi, yani mübadele değeri olgusu, sermaye birikiminin baş döndürücü bir hızla büyümesi ve yükselmesi sonucu işlemlerin gitgide karmaşıklaşması ve bunula birlikte spekülasyon ve hilenin yaygınlaşması sonucu üretim fiyatlarından, değerlerinden ciddi bir sapma göstermiştir.
“Buna göre mübadele, kendi içinde değiş-tokuş edilebilirliği içerir. Bir malın mübadele edilebilir olması, onu, bir miktar şekere ya da kömüre denk bir meta haline getirir. Onun başka mallarla da, hatta aynı türden bütün mallarla kıyaslanabilir olması gerekir. Özellikleriyle birlikte ‘meta dünyası’, üretilmiş şeyleri ve malları mekâna, bunların dolaşım ve akışlarını da bütün mekâna yayar; böylece şeyin, paranın (görünüşteki) özerk gerçekliğine bürünür.” (Mekânın üretimi, sayfa 339, H. Lefebvre)
Mübadele değeri, Marx bunu üretilmiş şeyler için gösterdi, parayla ifade edilir. Vaktiyle bir toprak satılıyor ya da kiralanıyordu. Bugün üç boyutlu bir cisim -daire, konut, odalar, katlar, teraslar, çeşitli donanımlar (havuz, tenis kortu, park yeri)- (kiralanmaktansa) alınıp satılıyor. Böylece, mübadele edilebilir her yer, arz ve talep, fiyatın (fiyatlar ‘üretim maliyeti’ ile, yani üretim için gereken ortalama toplumsal emek zamanıyla esnek bir bağ sürdürürler) oluşumu gibi birbirine eklenen ticari işlemlerde kendini gösterir. Burada olduğu gibi başka yerde de, çeşitli nedenler -özellikle spekülasyon- bu ilişkiyi bozar ve karmaşıklaştırır. ‘Fiyatların hakikati’ silinir; fiyatlar, üretim değerlerinden ve maliyetlerinden uzaklaşır… Hile yasa halini alır, oyunun kuralı taktik olur.” (sayfa 341, Mekânın Üretimi, Lefebvre)
Deprem felaketi, yapı sektörü kapitalistlerinin şahsi olarak hırsız ve vurguncu olmalarından dolayı değil, sermayenin hareket yasaları nezdinde hile ve vurgunculuğun temel ilişki biçimine dönüşmesi sonucu ortaya çıkmıştır. İnşaat denetimi yapan yapı denetim firmaları yeterli sermaye birikimleri var ise kendileri inşaat yapabilmektedirler. Hem kendileri yapmakta hem de kendileri kendilerini denetlemekteler. Bu trajikomik bir durumdur. Kapitalist devletin inşaat denetim işlerini özelleştirmesi, sektörün tamamen denetimsiz hale gelmesi yaşanan felaketi daha da büyütmüştür.
Sermaye birikiminin baş döndürücü bir hızla yükselmesi karşısında kapitalist devletin gerekli regülasyon tedbirlerini almak yerine özelleştirmeler yoluyla sermayenin hareketinin önündeki engelleri kaldırmaya yönelmesi, insan hayatını yok sayan bilinçli bir tercihtir.
Kapitalist devlet, yaşanan felaketin sorumlusudur. Kapitalist devlet çaresiz ya da beceriksiz olduğu için bu felaketler zinciri ortaya çıkmamıştır. Tam tersine sermayenin hareketi önündeki engelleri kaldırmaya yönelik politikalar bilinçli tercihtir. Hile ve spekülasyon sermayenin hızlı birikimi adına temel ilişki biçimi olmuştur.