Madem çağının ötesini görme yeteneğine sahipti, nasıl oldu da 10-20 yıl sonra dünyayı bir ahtapot gibi saracak çokuluslu tekelleri göremedi? Ya da dolar imparatorluğunun Güney Doğu Asya’da, Latin Amerika’da, Yugoslavya’da, Filistin’de, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de on milyonlarca insanı katletmesinin Orwell’in radarına yakalanmamasına ne demeli?
15 ay önce kansere yenik düşen eşim Nurten, 8 Mart 1985 günü akşamı, örgüt evi baskınında polisle çatışmaya girdi. Derdest edilip götürülürken slogan attı diye geri çevirdiler ve evin bir kat altındaki beton zemine fırlattılar. Yarı baygın yatarken aman dileyip yalvarmadığı için, hedef gözeterek kalbine ateş ettiler. Tutanakta Asayiş Şubesi Müdürü Mehmet Ağar’ın imzası vardı.
Hastanede ölmediği anlaşıldı. Kalbini sıyıran iki kurşun, akciğerlerini delip kaburga kemiklerini kırarak sırtından dışarı çıkmış. Başarılı bir ameliyat sonucu ölümden döndü. O haliyle şubeden direnerek çıkmayı başardı.
Askeri hastane Haydarpaşa GATA, baskınlarda yaralanan veya işkencede ağır hasar gören devrimcilerin getirildiği korunaklı bir yerdi. Nurten, yıllar sonra Adressiz Sorgular için işkencede direniş anlatısını bana teslim ettiği sıra, hastanede 0rwell’in “1984” romanını okuduğunu söyledi. Gayri ihtiyari, “Başka kitap bulamadın mı okuyacak?” dedim. Cevabı şu oldu: “Ne yapayım koğuştaki tek kitap oydu, bir yandan gebermedim diye homurdanıp duran işkencecilerle cebelleşiyor, bir yandan da ağrılar içinde sabahı etmeye çalışıyordum. Okumayıp da ne yapacaktım, gazete ilanlarını bile okuyordum.” “Peki, nasıl buldun?” diye sordum. “İç karartıcı, anti-komünist” dedi, yüzünü buruşturarak. Belli ki, devrimcilere karamsarlık aşılasın, dirençleri kırılsın diye polis tarafından konmuştu oraya.
Eskitilmiş bir konuda neden yazdığımı merak edecekler için anlatıyorum bunu. Nurten’le yakalanışımızın yıldönümünü üzerine düşünürken geldi aklıma, yoksa Orwell’i, ilk yayımlandığından beri okumaya değer biri olarak görmüş değilim. Cezaevinde biraz okumuş, sonra sıkılıp bırakmıştım.
Merak edip kaç baskı yaptığına bakınca şaşırmadım diyemem: Can, İletişim, Sel, Dipnot, İthaki gibi geçmişinde az buçuk solculuk bulunan yayınevleri kitaplarını basmak için adeta yarışmışlar. Sadece Can Yayınları 1984’ün 78., Hayvan Çiftliği’nin ise 73. Baskısını yapmış. Çevirmeni Celal Üster, arada bir methedici önsözler yazarak ateşini harlamayı da ihmal etmemiş.
Bu kadarını beklemiyordum. Yayıncılarımız çabalarının boşa gitmediğine sevinebilirler, zira adamın sol söylemli en gerici fikirlerinde bile bir kehanet, bir meziyet bulabilen Orwell hayranı anti-komünist sol kesim ortaya çıktı. Demek ki Soğuk Savaş bittikten sonra da CIA ve MI5’in solun içine sürdüğü Truva Atları iş görmeye devam etmiş. Entelektüellerin Marksizm’e ilgisi niye bu kadar azaldı diye sorulmasın; Sovyet komünizmi “öldü” diyorlardı, ama ölmediğine bizim taraftakilerden daha çok inanıyor olacaklar ki kavgayı sürdürüyorlar!
2010 yılındaki önsözünde şöyle demiş Celal Üster:
“Bana kalırsa, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, kuşkusuz insanlığı bekleyen bir ‘total totalitarizm’ tehlikesine karşı edebiyatın bağrından yükselen bir uyarı çığlığıdır. Ama aynı zamanda, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak iktidarı sürdürmek uğruna uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, budunsal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların karanlığı içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır. Orwell’ın romanı, “geniş zaman”lı ve evrensel olmasının yanı sıra, ‘şimdiki zaman’lı ve günceldir de. Miladi 1984 yılı çoktan gelip geçmiş olmasına karşın, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ‘ün geçtiği 1984 yılı, hem içinde yaşadığımız bir karabasan hem de her an yaşayabileceğimiz olası bir korkulu düş olarak önümüzde durmaktadır. Orwell’ın yapıtını, yayımlandığı günden bu yana elimizden bırakamamamızın nedeni de bu olsa gerek.”
Sakız gibi çiğnenip duran saf değiştirmiş aydın klişeleri ortalıkta dolaşıp duruyor: “Güncel ve evrensel”, “adam insanlığı bekleyen totalitarizm tehlikesini ta 1949’da görmüş!” vs. 1984 ve Hayvan Çiftliği, nasıl bugüne ışık tutabilir? Açık ki Orwell ilgisi biraz da falcılığın, büyücülüğün, medyumluğun, kahinliğin 12 Eylül’den beri prim yapmasından, orta çağ mistisizmine ve eskatolojiye ilginin artmasından güç alıyor. Her söylediği çıktı diye reklam edilen Nostradamus’un bir benzeri yaşanıyor. Nostradamus çökmekte olan orta çağın kâhini idi. Orwell’se bir ayağı çukurda emperyalizm çağının peygamberi olarak çıkarıldı karşımıza.
Bilimde ve sanatta kehanet, keramet diye bir şey yoktur. Kehanet, mitolojik dönemlerden kalmadır. Bilimin zahmetli yolunu izlemeden, geleceği gördüğü iddiasıyla kâhin kılığında ortaya çıkanlar şarlatanlardır. Marx bile hayatını verdiği kapitalizm analizinde komünist gelecek hakkında, ütopyaya düşmemek için söylenmesi gerekenden fazlasını söylememişti.
Orwell’in romanlarını, sosyalizm karşısındaki yenilgisini ve gerilemesini durdurmak isteyen emperyalist karargahların siparişi üzerine yazdığını, bizzat onlar tarafından 20.yüzyıl dünya edebiyatının klasikleri diye reklam edildiklerini kanıtlayan birçok kitap çıktı. Distopik Orwell’in emperyalizmin ve kapıkulu aydınlarının kâbuslarını dile getirdiğini bilmeyenler, bunun üzerinde bir kez daha düşünmelidirler. Hem sosyalist geçinip hem de bu kitapları ülkemizde yüceltip pazarlamak, okuduğunu anlayan tutarlı bir aydının yapacağı iş değildir. Böyle şeyler 12 Mart, 12 Eylül ve 1990 yenilgilerinin ruhunu boşalttığı anti-komünizme rücu etmiş dönek aydınlara bırakılmalıdır. Karşı akıntıya kapılmayan hiç kimse böyle bir yazarı göklere çıkarmaz, çıkarmamalıdır.
Yenilgilerin, dayanıksız kumaştan dokunmuşların içini boşaltıp hurdaya çıkarmak gibi kötü bir yanları vardır. 68/78 aydınları nasıl eriyip gitti sorusunun cevabı buradadır. Ulusal sol ve liberal solun, hangi dönemde, nasıl bir ortamda türediği sorusunun cevabı da buradadır. Entelektüel alemde anti-komünizmin odağının aşırı sağdan “demokratik sol”a kaydığının Orwell’in kitaplarının tirajından daha iyi sağlaması olamaz.
Orwell’in adından ve kitaplarından söz etmek, zamane okuryazarları arasında, aydın olmanın alameti farikası sayılıyor. Çok okumuş, ama kavrayışı insanı şaşırtacak düzeyde kıt bazı entelektüellerimiz, Orwell’e “20. yüzyılın ve günümüzün en büyük yazarı”, “zamanının çok ötesinde bir eser yazmış” diye methiyeler düzebiliyorlar. Kılı kırk yararak sinekten yağ çıkarmayı bilen sol eleştirmenlerimiz de her ne hikmetse buna çanak tutuyorlar.
Şeyh uçmaz müritleri uçururmuş. Orwell’i yükselten kendi kanatları değil, onu geleceği görmüş gibi anlatıp şişiren çağdaş müritleridir.
Vasat bir yazarken Orwell’i ilk havalandıranlar zamanın anti-komünist entelektüellerini örgütleyen MI5, CIA gibi istihbarat servisleri idi. Şimdi ülkemizde uçuranlarsa, lafa gelince emperyalizme ve sermayeye karşı senden benden keskin geçinen eleştirmenler ve yayıncılardır. Madem çağının ötesini görme yeteneğine sahipti, nasıl oldu da 10-20 yıl sonra dünyayı bir ahtapot gibi saracak çokuluslu tekelleri göremedi? Ya da dolar imparatorluğunun Güney Doğu Asya’da, Latin Amerika’da, Yugoslavya’da, Filistin’de, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de on milyonlarca insanı katletmesinin Orwell’in radarına yakalanmamasına ne demeli? Üstelik failleri henüz totaliter bir rejim kurmuş değillerken bu haltları işlediler. Ey Orwellistler! Hala en çok beğenip Türkiye’ye model olarak demokrasinin beşiği diye gösterdiğiniz ülkeler NATO’cu ABD, İngiltere ve Fransa değil midir?
Orwell önemli bir yazar falan değil, onu yüceltenler N. Hikmet, O. Kemal, S. Ali, Y. Kemal, A. Nesin, A. Arif, E. G. Sandalcı, Y. Güney geleneğinden kopmuş anti-komünist soldan “aydın”lardır. Hegemon emperyalist ABD, bir yandan komünizme karşı siyasi İslam’ı pompalayarak, bir yandan da soldaki laik entelektüelleri anti-komünizm bayrağı altına çekerek bunun yolunu açtı. CIA’nın Soğuk Savaş’la birlikte başlattığı komünizme karşı demokratik sol aydınları kullanma stratejisi, başka ülkelerde olduğu gibi bizde de hedefine ulaştı. Türkiye semalarında artık anti-komünist sol aydınların borusu ötüyor.
D. Perinçek’in 12 Mart dönemi TİİKP Davası’nda adını duyduğum Üster’i şahsen tanımam, üstelik bu kişilere indirgenecek bir mesele değildir. Ama yine de bir fikir veriyor.
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü ikinci okuyuşumda yirmili yaşlarımı sürüyordum ve yaşam beni böylesi bir kitabı okumanın ‘çok elverişli’ bir ortamına çekmiş bulunuyordu: Mamak Askeri Cezaevi’ndeydim. Bu kez, Orwell’in betimlediği o karanlık görünümün tam içindeymişim gibi gelmişti bana. Hücresinde yatan Winston’ın, dışarıdan kulağına çalınan tekdüze postal seslerini her gün ben de duyuyordum. Yoruma gerek kalmamıştı. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, benim yaşadığım hücreler ya da koğuşlardan başka bir şey değildi.”
“Hayvan Çiftliği çok öğretici bir kitap. Yaşadığımız günlerle, yaşadığımız toplumla çok rahat karşılaştırılabilecek, belki de yaşadığımız günleri daha iyi anlamamızı sağlayacak bir kitap. Ve tabii hayvanlar üzerinden insan doğasını çok iyi kavratan bir kitap…”[1]
12 Mart döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde kısa süreliğine yatan yazarın mensubu olduğu örgütün lider kadrosu, neredeyse hepsi poliste çözülmüş ve cümle aleme dil ısırtacak bir istikamete yönelerek barikatın öbür tarafında konumlanmış bir gruptur. Çözülmeden önce, İbrahim Kaypakkaya gibi gerçek devrimcileri ihraç etmeyi ihmal etmeyecek kadar da sağlamcıydılar. Bugün, arıyorum tarıyorum içlerinden bir tane dahi anti-komünist olmayanını göremiyorum.
Bu memleket 3-4 aylık işkencelerden geçmiş, 20-30 yıl hapis yatmış, yerin dibindeki fareli ölüm hücrelerinde aylarını/yıllarını geçirmiş, postal sesine bile hasret devrimcilere tanık oldu. Çevirmenin, en kötü askeri cezaevleri sıralamasına asla giremeyecek 12 Mart dönemi Mamak Askeri Cezaevi’ni arka fon olarak kullanmasını son derece teatral buluyorum. Kendisine Mamak’taki postal sesleri ile 1984 arasında çağrışım yaptıran; reformist sosyalizm kavrayışından distopik sola, umuttan umutsuzluğa geçiş anı, umudunun yıkıldığı andır. Kendisini bugüne taşıyan kalkış noktası yani.
Dört dörtlük bir direniş kitabı olan Julius Fuçik’in Darağacından Notlar’ı ile, Orwell’in romanlarının çevirmeninin aynı kişi olmasının yarattığı paradoksun şifresi zamanın diyalektiğinde aranmalıdır. Celal Üster, Julius Fuçik’i 1971 yılında çeviriyor, 12 Mart darbesi gelince tutuklandığı için basılamıyor. Açık ki, çevirmeni Fuçik’ten Orwell’i çevirmeye götüren sürecin miladı Mamak’tır.
G. Orwell, İspanya’da vurgun yiyince korkmuş, bir süre sonra itirafçı olmuş ve ardından emperyalist istihbarat servislerinin elinde oyuncak olmuş üst sınıftan gelme bir zavallıdır. Yenilenlerin sallantıda olanlarının hep yapageldikleri gibi galiplerin safına geçmeyi tercih etmiştir. Bunu açıkça ve dürüstçe yapmadı üstelik, emperyalizmin oltasındaki yem rolü oynadığını bilerek ikiyüzlüce yaptı.
Tıpkı, ötüşüyle kendi türünden olan kuşların çevresine toplanması için avcıların yararlandığı çağırtkan denen kuşlar gibi.
Dipnot:
[1] İnceleyen.com, 28 Mart 2021
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.