Yatay (kitlesel) olanla dikey (partisel) olanın doğru ilişkisi tarih boyunca, büyük-küçük her örnekte buzkıran rolü oynadı, tersi ise denklemin her iki tarafı için de yenilgiyle sonuçlandı
İlgili sürece dair görsel bulunamadığı için temsili olarak 1987’den Kazlıçeşme deri işçilerinin yaptığı bir eylemin fotoğrafı kullanıldı.
Kapsamlı irdelemeleri hak eden bir deneyimin -konumuz bağlamını gözeterek- sınırlı bir kesitini ele alacağız burada.
1990’ların başından itibaren Kazlıçeşme Deri Sanayi Bölgesi tasfiye edildi. Bölgenin imar rantına açılmasının yanı sıra, önemli bir direniş odağının kent dışına/çeperlerine sürülmesi, taşınma kargaşasından yararlanarak sendikal örgütlülüğün kırılması da hedefleniyordu. Sonuçta Tuzla’da sendika yeniden örgütlenebildi. Deri işçilerinin Çorlu’ya taşınan bölüğü ise sendikasız, hak-hukuksuz acımasız bir sömürü çarkına düştü. Ergene deresinin kıyısında sıralanan yüz civarı deri fabrikasının en büyükleri 150-200, geriye kalanlar ise ortalama 30-50 işçi çalıştırıyordu, 10-20 çalışanlı atölyeler de vardı.
Türk-İş Deri İş’in Çorlu’da temsilciliği vardı ve Humanic deri konfeksiyon fabrikasında 1992 yaz aylarında başlayan örgütlenme-direniş hamlesi sonbaharda yenilgiyle sonuçlanmıştı. 1993 Mart’ında örgüt birimimiz bölgede çalışmaya başladığında yenilginin ağır havası çökmüştü Çorlu tabakhanelerinin (deri fabrikalarının) üzerine. İşçiler moralsizdi. Yenilginin faturası haksızca sırtına yüklenen değerli yerel işçi önderi Özcan, Türk-iş Deri İş temsilciliğinden ayrılmış, DİSK Deri-iş’i kurma çalışmalarına başlamıştı. Moralsizliğe bir de bölünme eşlik ediyordu. Yabancısı olduğumuz bu alanın kapısını bize, deri işçileri arasında çok sevilen bir ustabaşı açtı. Üç kişilik birimimizden iki kişi onun vasıtasıyla Desmo ve Erlüks fabrikalarında işe başladı nisan başında. (Diğer arkadaşımız yeni doğum yapmıştı ve o günlerde ağabeyini bir çatışmada yitirdi, aktif katkısı sınırlıydı çalışmalara.) Bir ay geçmeden sendikalaşma için zemin yoklamaya başladık. Nesnel şartlar zamandan-zeminden bağımsız vardı, işçisi olduğum Erlüks’te 52 saat boyunca fabrikadan çıkmadan, aralarda deri yığınları arasında kestirerek çalışan işçiler gördüm. (Sanki Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında anlattığı 1840’lar Manchester’inin emek cehennemindeydik.) “Sezon” bunu gerektiriyordu, işler yavaşladığında ise çok sayıda işçi kapı dışarı ediliyordu. İşçiler moralsiz olduğu kadar öfkeliydi de. Bir aylık çalışmanın sonunda Desmo’nun zayıf halka olduğuna karar verdik. Desmo’da çalışan yoldaş, bize kapıyı açan ustabaşı ve onların çeperindeki birkaç arkadaş işe Desmo’dan başlamak için sağlam bir dayanak oluşturuyordu. Sendikal örgütlenmenin esprisi gizlilikti. Çoğunluğu sağlayıp noter kanalıyla tek tek üyelik başvuruları yapılana kadar, hatta mümkünse yetki bildirimi bakanlıktan işverene gelene kadar gizlilik. Durumu erken fark ettikleri her durumda patronlar bin bir dalavere ile örgütlenmeyi dağıtabiliyorlardı. Eğer işçi sağlam durursa, her sendikalaşma girişiminin klasik uygulaması olan öncü işçilerin işten atılmasına karşı üretim durduruluyor ve patron ertesi gün kapıları kapatıyordu. Bu andan itibaren direniş başlıyordu.
Bir-iki ay gibi kısa sürede -işçi olmamızın sağladığı avantajı da değerlendirerek- genişçe ilişkiler ağına ulaşmıştık. İşçi kahvehanelerinde, birahanelerde, sendikada, Sağlık Mahallesi’ndeki işçi evlerinde, düğün dernekte bulunuyor, işçilerin sosyal hayatının parçası oluyorduk yavaş yavaş. Desmo’da güçlüydük ama pek çok fabrikadan işçileri tanıyor, başkaca fabrikalarda da örgütlenmenin zeminini oluşturuyorduk. Sendikalaşmanın farkına varan Desmo patronu saldırıya geçmeden, en iyi savunma saldırıdır esprisiyle biz harekete geçtik. 1993 1 Mayıs’ı iyi bir vesile oldu. Şartel indiren Desmo işçileri fabrikadan çıkarak tabakhaneler boyunca sloganlarla yürümeye başladı. Civardan katılımlar oldu. Katılmayan işçiler ise bahçelerden, pencere, balkonlardan heyecanla izlediler gösteriyi. Bir yoldaş gözaltına alındı, sağlam bir sopa yedi. Bu cüretkâr eylem deprem etkisi yarattı tabakhanelerde ve Çorlu’da. 1 Mayıs’ın haftası dolmadan, gizliliği bir yana bırakıp, cüretkâr biçimde sendikaya üye oldu Desmo işçileri, servisler sendika lokaline çekildi, noter orada aldı başvuruları. Ertesi gün Desmo patronu kapıları kapattı, işçiler de ilk direniş çadırını kurdular fabrikanın önüne. Yol açılmıştı ve bu andan itibaren duraklamak direnişin mutlak yenilgisi demekti. 3-4 fabrikayı daha üye yaptık kısa süre içinde. Desmo’da yaşananlar oralarda da tekrarlandı, tabakhanelerdeki direniş çadırlarının sayısı artmaya başlamıştı. Erlüks’ü de üye yapmıştık fakat henüz durum patlamamıştı. Birkaç gün geçmeden muhasebeye çağrıldım ve Erlüks patronu Şahin Eroğlu çıkışımı verdi. Ertesi sabah işçiler, “arkadaşımız iş başı yapmadan biz de çalışmayacağız” dediklerinde Ş. Eroğlu kapıyı gösterdi. Hiç firesiz tüm arkadaşlar fabrikanın karşısındaki açıklığa direniş çadırını kurdular şevkle. Patronlar bakımından önü alınamaz hale gelmişti durum. Fabrikalar, işçi kahvehaneleri, sendika, yoksul kondular arı kovanı gibi işliyordu. Bu türden süreçler bisiklet sürmeye benzer, pedal çevirmeyi bırakırsanız düşersiniz. Morali, şevki, neşeyi hiç tavsatmadan ateşi körüklemek, hedefe koşmak zorundasınızdır. Toplantılarda sıkça dile getirdiğimiz, “Tabakhaneler tek bir fabrikadır ya hepsinde kazanırız ya da hepsinde kaybederiz” görüşü işçilerin diline pelesenk olmuştu; direnişin rotasını çizen şiar buydu.
Çadır kurup direnişe geçmek ilk değil son tercihimizdi. Mecburen kurulan üç-dört direniş çadırının dışında, diğer fabrikalarda hala gizlice örgütleniyor, buna karşın durumun patron tarafından fark edildiği her fabrikanın önüne direniş çadırını konduruyorduk. Çalışma yürüttüğümüz fabrikaların işçileri ile geceleri gizlice bir işçi evinde toplanıyor, tartışıyor, kararsızları atmosferin de etkisiyle ikna ediyorduk. Aynı akşam iki-üç evde farklı fabrikaların toplantılarına yetişmek zorunda olduğumuz bile oluyordu. Ve yine bazı fabrikaları gece vakti evlerde üye yaptık sendikaya. Noteri ikna etmiştik, gece geliyordu işçi evlerine. Daktilo çat çatlarına, çocuk cıvıltıları, işçilerin kahkahaları eşlik ediyordu. Okumuş yazmıştık, bazı şeylerin yabancısı değildik, fakat işçi inisiyatifinin ne demek olduğunu Çorlu direnişleri sürecinde iliklerime dek hissettim. Evlerde yapılan her toplantı salt o fabrikanın örgütlenme çalışmasıyla sınırlı kalmıyor, tartışmalar hızla -henüz örgütlenmemiş- şu veya bu fabrikanın nasıl örgütleneceğine kayıyordu. Birkaç bin işçi ve aileleri -çoğu Kazlıçeşme’den beri- yıllardır birbirlerini tanıyorlardı, deyim uygunsa herkes birbirinin “ciğerini biliyordu”. Her sohbet bahse konu fabrika hakkında detaylı bir rapordu adeta. Hangi fabrikada kime dayanılır, kimin gözü korkutulmalıdır, kimler sallantıdadır, sallantıda olanlar üzerinde kimin sözü geçer vs; her şey ayan beyan hale geliyordu toplantılarda. Öyle ki Deri işverenleri sendikasında konuşulanlar bile geliyordu kulağımıza. Tabii ki sadece bilgi akmıyor, toplantılara katılan işçiler ikişer-üçer kişilik gruplar (adı komite olmasa da işlevli komiteler olan gruplar) kurarak şu veya bu fabrikanın örgütlenmesini üstleniyorlardı. Çok geçmeden bize haber geliyordu, “şu fabrikanın işçilerini bu akşam şu evde topluyoruz, toplantıya geç kalmayın” diye. Gizlice örgütlenenler ya da açıktan direnişe geçenler; hemen tüm işçiler şu veya bu oranda henüz örgütlenmemiş fabrikaların örgütlenme çalışmalarında görev ve inisiyatif alıyor, özellikle doğal işçi önderi konumunda olan işçiler harikalar yaratıyordu. Çorlu tecrübesinden hareketle rahatlıkla söyleyebilirim ki, zaman-zemin uygun olduğunda işçiler (işçi sınıfı), örgütlenme kabiliyetinde bize nal toplatırlar. Çünkü onların sahip olduğu ilişkiler ağına, güven bağlarına (ya da kime güvenilmeyeceğine), çalışma ve yaşam alanlarındaki doğal uyuma dışarıdan gelen bizler sahip olamayız -en azından kısa sürede. Bizim rolümüz mayalanan direniş potansiyeliyle isabetli yol-yöntemlerle bağ kurmak, işçi inisiyatifini tetiklemek, perspektif kazandırmak, hareketin içi bütünlüğünü, birliğini sağlamak olabilir/oldu. Farklı yorumlara müsait “dışardan bilinç taşıma” pek de “dışardan” mümkün değildir aslında. Parti birimimiz ve az sayıdaki taraftarımız fabrikalarda işçilik yapıyordu, işçilerin sosyal hayatı ile kaynaşmaya başlamıştı. İşçilerle, onların işçi yoldaşları olarak aynı göz hizasından konuşuyorduk ve gece gündüz koşturmamız takdir topluyordu. İşçi inisiyatifi ile “dışardan gelen” (ama içerden ve içten konuşan) bizlerin etkileşimi Çorlu direnişlerini mümkün kıldı.
İşçi sınıfı bünyesinde her siyasi görüşten işçi bulunur ve hepsi de direnişçi olabilirler, oldular. Örneğin Erlüks’te beraber çalıştığım Zonguldaklı Rüstem Büyük Birlik Partili idi. Kişiliği itibariyle sevilen, dürüst bir işçi olan Rüstem, direnişin başından sonuna en sağlam duranlardan biriydi. Arkadaşlığımız ilerledikçe, direniş çadırında din, milliyetçilik, Kürt meselesi, devrim, sosyalizm, akla gelebilecek her konuda verimli sohbetler ettik. Direniş, sadece tecrübe olarak değil, karşılıklı etkileşimler sebebiyle de okuldur katılanlar için.
Evlerdeki gece toplantılarından birinde, henüz örgütlenmemiş fabrikaların işçilerine hitap eden bir bildiri dağıtmayı önerdik. Kabul edildi. Yazılacaklar üzerine hararetli bir tartışma oldu. Tartışmanın sonuçlarını özetleyen notları okuduğumda, “bunlar iyi” dedi işçiler, “bildiriyi yazın, dağıtım işine hiç karışmayın, bize bırakın”. Çok şaşırmıştık, nasıl olacaktı dağıtım? “Siz bildirileri yarın akşam bu eve bırakın, gerisi bizde” dediler neşeyle. Biz evden ayrılırken işçiler kendi aralarında bildirileri kimin hangi saatte alacağını konuşuyor, topluca gelmenin dikkat çekeceğine dair uyarıyorlardı aralarındaki ihtiyatsızları. Bir daktilomuz vardı, o gece bildiriyi yazdık. Nasıl çoğalttığımızın ayrıntılarına girmeyeceğim, ertesi akşam 1.000 bildiriyi gecekonduya bırakıp ayrıldık. Ayrıntıları sonra öğrendik. İşçiler zaman aralıkları koyarak parça parça gelip almış bildirileri. Çalışanlar kendi fabrikalarına götürmüş. Bağ kuramadığımız fabrikalardan güvendikleri arkadaşlarına da yirmişer otuzar tane vermişler akşamdan. Ertesi sabah tüm fabrikaların soyunma dolaplarından, yemekhanelerden, kapı önlerinden, çay ocaklarından, yol boylarından “Direnişçi İşçiler” imzalı bildiriler fışkırmaya başlamış. Hepsi aynı anda ve dağıtan kimse yok ortalıkta! Bütün fabrikalardan ihbar telefonları yağmıştı Emniyet’e. Biz direniş çadırlarına vardığımızda -işbaşı yapar gibi gidiyorduk her sabah çadırlara- polis çılgına dönmüş vızır vızır devriye atıyordu tabakhanelerde. İnanılır gibi değildi, hemen hemen bütün fabrikalara aynı anda nasıl dağıtılmıştı bunca bildiri? Kim dağıtmıştı? Yer yarılıp içine mi girmişlerdi? Eh bize de “inler cinler dağıtmış” mavrasına katılmak düşüyordu. (Sonraları aynı yöntemle o zamanlar kullandığımız Sınıf Sendikacılığı Hareketi imzalı bildiriler de dağıtıldı.)
“Direniş çadırı” biraz ters geliyor insana, fazlasıyla pasif direnişi çağrıştırıyor. Çorlu da işler hiç de böyle gelişmedi, bir süre sonra kıran kırana mücadeleye evrildi süreç. Patronlar üretimin durduğu direnişteki fabrikalara polis eskortlarının eşlik ettiği servis araçlarıyla direniş kırıcıları sokuyordu. Bunlardan biri İstanbul-Zeytinburnu’ndan getiriyordu işçileri. Bir gün o servis aracının Zeytinburnu’nda yakıldığı haberi geldi. Birkaç gün sonra da bir direniş kırıcının otomobilinin Sağlık Mahallesi polis karakoluna 100-150 metre mesafede, park edildiği yerde yakıldığı haberi. Çorlu tabakhaneleri batısından Ergene nehri, Sağlık Mahallesi (30 bin civarı işçi yaşıyordu o zamanlar mahallede) ve göz alabildiğine buğday, ayçiçeği tarlaları ile çevrilidir. Giriş çıkışı denetlemek çok zordur. Sabahın beşinde bazı direniş kırıcıların fabrikalara girdiği, akşam karanlığında sezdirmeden evlerine döndükleri haberleri gelmeye başladı. Bunun nasıl önleneceği işçi kitle toplantılarının hararetli gündemiydi. Ve o toplantılardan bizzat işçilerin önerisiyle üçerli gruplar halinde geceleri tabakhanelerde devriye atma, buğday tarlalarındaki bazı patikalarda, Ergene kıyılarında “tedbir alma” kararı çıktı. Çok sayıda işçi gönüllü oldu. Her grupta bir arkadaşımızın bulunmasını gözeterek katıldık ekiplere. Ufak çaplı hırpalanmalar oldu elbette, “lisanı münasiple uyarıldı” yakalanan direniş kırıcılar, bu işin de önü alındı. Aslında bu gruplar adı konmamış işçi milisleriydi. Bütünüyle işçi inisiyatifinden ve mücadelenin ihtiyaçlarından -hiçbir yapaylık olmaksızın- doğallıkla doğdular. Patronların polise para akıttığı geliyordu kulağımıza, Tuzla’daki patronlar da direnişteki fabrikaların mallarını işleyerek sınıf dayanışmasından geri durmuyorlardı. Tabakhanelerde sık sık yürüyüşler oluyor, öncü işçiler gözaltına alınıyor, dövülüyordu. Örneğin Sivas-Madımak katliamının ertesi günü her iki sendikanın da karar almasını beklemeksizin başlattığımız yürüyüşe 800 civarı işçi katıldı. Edirne asfaltı trafiğe kapatıldı, öfkeli yürüyüş mahallede sona erdi, polis müdahale edemedi.
Yanlış hatırlamıyorsan 32 fabrika Türk-İş Deri-İş’te, 8-10 fabrika da DİSK Deri-İş’te örgütlenerek direnişe geçmişti. Toplamda yüz civarı fabrika vardı ama örgütlenen fabrikalar işçilerin ezici çoğunluğunu kapsıyordu, geriye kalanlar 10-20 işçinin çalıştığı küçük atölyelerdi. DİSK Deri-iş temsilcisi Özcan arkadaşımız gözaltına alındığında -o sırada Türk-İş Deri İş’e atanan profesyonel sendikacı rekabeti alabildiğine körüklese de- protesto yürüyüşü başlattık. Karakolun kapısına yüzlerce işçiyle dayandık, bu arada Edirne asfaltı kısa süreliğine trafiğe kapatıldı. Paniğe kapılan nöbetçi polis silah doğrulttu kitleye, fakat ateş etmedi. Arkadaşımızı alana kadar buradan ayrılmayacağımızı söyleyip beklemeye başladık. Gece kitle seyrelmeye başlayınca yolun karşısına geçip ateş yaktık. Şarkılarla, marşlarla bekleyişimiz sürerken Özcan serbest bırakıldı gecenin kör vaktinde. İşçilerin sevinci, coşkusu ısındığımız ateşin alevleri gibi aydınlatıyordu geceyi. (Özcan sonraki aylarda tutuklandı, bir süre hapis yattı.) İşte böylesi bir atmosferde patronlar el yükselttiler. Direniş nedeniyle çalışmayan DE-SA fabrikasına bir gece vakti polis eskortlarıyla onlarca direniş kırıcıyı soktular. Ertesi gün anlaşıldı ki bunlar Mardin’den getirilen korucu aşiretinin adamlarıymış. İki ay boyunca gece gündüz fabrikadan dışarı adım atmadan çalıştılar. Geceleri de zaman zaman çatıdan keleş gösterdiler, havaya ateş ettiler. O zamanlar farkına varamadığımız bazı ayrıntıları birkaç yıl sonra öğrendik. Gerçi zamanın tetikçi itirafçıları Murat Demir ve Murat İpek -bir tesadüf sonucu- açığa çıkarılmıştı bölgede. (Yanlış hatırlamıyorsam DEP Milletvekili Mehmet Sincar’ı katletmişti bu ikili.) Fark edildiklerini anlayan iki Muratlar birkaç gün sonra Şanar Yurdatapan’a sığınarak “itirafçıların itiraflarına” başladılar. (Devlet bir süre sonra kontrol altına aldı elemanlarını.) Gebze hapishanesinde açığa çıkarılıp devrimci örgütlerin ortak sorgusuna alınan ajan Kasım Açık’ın (Çorlu’daydı o yıllarda) anlattıklarından öğrenilmişti ki, iki Murat’lar ve K. Açık direnişlere önderlik eden birkaç kişiyi infaz etmek için Yeşil tarafından gönderilmişler Çorlu’ya. Muhtemelen yüklü bir ödenti almıştır Yeşil patronlardan. (K. Açık, gözaltında kaybedilen Talat Türkoğlu’nun gömüldüğü yerle ilgili de bilgi vermiş, fakat İHD ve ailelerin aramaları sonuçsuz kalmıştı.) Bu minvalde süren direnişler ne yazık ki 5-6 ayın sonunda yenilgiyle sonuçlandı. Ve hiç de “işler sertleştiği için” değil, bambaşka sebeplerle.
Sürecin bir aşamasında Türk İş-Deri İş Genel Merkezi’nden bir temsilci atandı Çorlu’ya. Eski, ünlü bir sendikacıydı, başlangıçta sevinçle karşıladık. Kısa sürede sevincimiz kursağımızda kaldı. Gelmesiyle birlikte ağır bir resmiyet havası çöktü sendikaya, teklifsiz, doğal, rahat ilişkiler, lokaldeki canlı kaynaşma sönümlenmeye başladı. Bir süre sonra kitle toplantıları usulünün terk edilmesi gerektiğini, bunun “güvenlik sorunu” yarattığını, kargaşaya yol açtığını, temsilcilerle toplanmanın yeterli olduğunu -karşı çıkmamıza rağmen- karar altına aldırdı. Direniş çadırları ve sendika lokali işçi inisiyatifinin çiçeklendiği doğal mekanlardı zâten, ne gizliliği, ne güvenliği? (Örgütlenme sürecinde olan fabrikalara yönelik çalışmalar ise zaten eski usul evlerde yürüyordu.) Bu açıkça temsilciler üzerinden ipleri ele alma, taban inisiyatifinin “yaratacağı pürüzlerden” kurtulma, tüm direniş sürecini birlikte götüren işçi topluluğunu kendi fabrikasının sınırlarına hapsetme girişimiydi. Etkin şekilde sürecin yapıcıları olan işçileri edilgin bekleyiciler, temsilcileri postacılar haline getirmekti. Daha da ileri giderek yeni örgütlenecek fabrikalarda taşçı ve tıraşçıları örgütlemenin yeterli olacağını, sıradan işçinin onları izlemeye mecbur olduğunu savunmaya kadar vardırdı işi. Taşçı-tıraşçılar vasıflı işçilerdir, ortalama işçinin on katından fazla kazanırlar yer yer. Aralarından patronluğa terfi edenler bile olmuştur zamanla. İşte bu anlayış işçilerin moralinin, heyacanının, atılganlığının üzerine buzlu su döktü. Sendikada verdiği eğitim çalışmaları da pek meşhurdu: Eline geçirdiği bir kara tahtaya tebeşirle yaza çize “enflasyon nedir”, “deflasyon nedir” dersleri veriyordu. İşçiler müsekkin almış gibi esneyerek ayrılıyorlardı lokalden, “Çorlu Çorlu olalı böyle zulüm görmemişti”.
Uzatmayalım, bu anlayış işçilerin devrimci, mücadeleci ruhunu söndürdü, biz de üstesinden gelemedik bu meselenin. Direnişlerin başarısı devrimci ruhun pekiştirilmesine ve Tuzla’daki deri patronlarının desteğinin engellenmesine bağlıydı. Patronlar takati kalmayan küçük işverenlerin zararlarını karşılıyor, Tuzla’daki fabrikalarda mallarını işliyor, sınıf olarak direniyorlardı, tabii devleti, polisi de yanlarına alarak. Tuzla deri işçileri sınırlı bir iki örnekte Çorlu’dan geldiğini anladıkları malları işlemeyi reddettiler ama yeterli olmaktan çok uzaktı. Patronlar sınıf olarak direnmenin dayanıklılığını gösterirken biz kendi içimizde parçalanıyor ve Tuzla deri işçilerinin güçlü dayanışmasını örgütleyemiyor, yerelden başlayarak işçi, emekçilerin ve kamuoyunun sempatisini, desteğini seferber edemiyorduk; yenilgi bu tabloda gelip çattı, mayısta kurulan çadırlar ekim başında söküldü.
Sadede gelelim, ne lüzumu vardı şimdi eski defterleri açmanın? Türkiye’de maalesef defterler eskiyemiyor bir türlü; farklı dönem ve bağlamlarda neredeyse hep aynı sorunlarla yüz yüze geliyoruz. O yüzden tam da bugünün ihtiyaçlarına, problematiklerine yanıt aramak, unutmanın alışkanlık olduğu bir iklimde kolektif tecrübelerimizden öğrenmek, esinlenmek, düşünmeye davet için lüzumu var eski defterlere bakmanın. Gazi sürecinde Tuzla’yı ele alan 2. bölümde dar grup hamlesinin (ki kategorik olarak reddedilemez) etkisizliğine karşın, kitle toplantısı-inisiyatifinden doğan komiteleşmenin ve onunla sağlıklı/doğal ilişki kurmayı başaran politik öznenin harikalar yarattığını gördük. Çorlu tecrübesini ele alan bu bölümde ise işçi inisiyatifinin nasıl yaratıcı, etkili örnekler sergilediğini irdeledik; tabii ruhsuz bürokratizmin işçilerin şevkini nasıl kırdığını, taban inisiyatifini dışlayan usullerin nasıl yenilgiye sürüklediğini de. (Geçerken değinelim, Gazi’nin de Gezi’nin de ana kitleleri işçi-emekçiler olmakla birlikte, işçi sınıfının geniş bölüklerinin şartel indirerek sürece dahil olmaması tıkanmanın en önemli nedenlerinden biridir.)
Eksikli gedikli Antik Yunan Agorasındaki demokrasiden Sovyet’e, ne kadar başarıldı sonuçları ne oldu tartışmasından bağımsız 70’lerin Direniş Komiteleri arayışından 1984 sonrasının ilk dönem öğrenci dernekleri tecrübesine, Çorlu’daki işçi inisiyatifinden Tuzla’daki komiteye, çığır açmış ya da denizde damla, eski-yeni tüm bu örneklerin ortak/odak noktası ezilen/sömürülen kitleleri özneleştirme girişimleri olmalarıdır. Demokratik, eşitlikçi, katılımcı, dayanışmacı be birleştirici zeminlerdir buralar; kapsadığı güçlerin enerji, akıl ve inisiyatifini şaha kaldırır. Bu paradigmanın/modelin başarıldığı her yerde yıkan ve kuran muazzam kuvvetler açığa çıkmıştır. Yatay (kitlesel) olanla dikey (partisel) olanın doğru ilişkisi tarih boyunca, büyük-küçük her örnekte buzkıran rolü oynadı, tersi ise denklemin her iki tarafı için de yenilgiyle sonuçlandı.
Deprem Türkiye’sinde, şu anda önümüzde duran problematik de bu değil mi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.