Devlet halkın potansiyel gücü önünde bir engeldir artık. Toplum dayanışmasının önünde bir settir. Kaldırılacak en büyük enkaz devlettir insanın üzerinden
1.
Yer bilimci değilim. Mimar değilim. Mühendis değilim. İnşaat ustası, kalfa, inşaat işçisi/ amele değilim. Emlakçı, gayrimenkul uzmanı/ danışmanı değilim. Allahtan müteahhit hiç değilim!… Peki ben o zaman bu konuda herkesten farklı ne söyleyebilirim? Bu kadar hassas ve üzücü konuda söz söylemeyi hakedecek özel bir durumum var mı?Az da olsa var!
Babadan kalma eski üç buçuk katlı bir binada yaşadık ailecek. Okuma yazma bilmeyen babamın dışarıdan hiçbir teknik bilgi almadan 1977-1981 yılları arasında yaptığı/ yaptığımız bir binadan söz ediyorum. Kolondur kiriştir kumdur çimentodur kalıptır tuğladır ailece hepimizin elinden geçtiği, yazdan yaza (eskiden inşaatlar çoğunlukla yaz aylarında inşa edilirdi) emek yoğun bir çalışma sonucu parça parça tamamlanan bir yapı söz konusu olan. Tabii ki benzerleri gibi ruhsatsız, imarsız, izinsiz, iskansız kaçak bir yapı…
Bodrum kazılmadan, sağlam bir zemine inmeden ve zeminin taşıma gücü artırılmadan doğrudan direkler (kolonlar) atılarak bunu temel olarak kabul edersek inşaat başlamış sayılırdı. Kapı önünde, sokakta, bahçede karılmış harç, peynir/ yağ tenekeleri içine doldurulur, sonra da bu harç tahta kalıpların içine hızlıca boşaltılarak binanın kolon, kiriş ve tabyadan (hasır) oluşan kaba inşaatı ortaya çıkarılmaya çalışılırdı. Bu taşıyıcı kolonlarda (direklerde) onaltılık demir, çoğunlukla da ondörtlük düz demir kullanılırdı. O tarihlerde yivli (burgulu) demiri kullananı pek görmedim ya da çok az inşaatta kullanılmıştır. Kolonlardaki demir çubuk ya da filiz sayısı dört ya da altıyı geçmezdi. Bu demirleri atılacak harcın içinde bir arada tutmaya yarayan bileziklerin (etriyelerin) arası çok daha sık olması gerekirken neredeyse iki etriyenin arası otuz santimi bulurdu. Etriyeler bir sarsıntı anında kolonlardaki demirlerin betondan ayırılmaması, kolonların patlamaması için çok önemlidir çünkü. İnşaatlardaki kum dersen deniz kumu zayıf, çimento göz kararı, kireç ha keza… Katların beton atma zamanlarında orta açıklık bir yerde kum, çimento, kireç birbirine karıştırılırken bir kişi yavaşça suyu döker, diğer kişiler ellerindeki küreklerle hızla harcı karar, binanın en önemli bileşeni olan beton bu şekilde rasgele hazırlanırdı. Bu işlem yapılırken birilerin şikayeti ya da belediyenin aldığı beton/ para kokusu üzerine belediye zabıtası gelirse yandın!.. Ya inşaat mühürlenir ya çabuk olun der görmezlikten gelinir ya da bir miktar para ile işleri çözmeye çalışırsın…
İnşaatta çalışmak yorucu ve risklidir. Bir de çok sert/ dik/ korkusuz/ çalışkan bir baba var karşınızda. Ufağız ama aklımız yerinde ablamla benim. Çevremizde yapılan daha başka evleri, binaları gözlemliyoruz. Babama çekinerek de olsa yol gösteriyoruz, “teknik” bilgi-akıl vermeye çalışıyoruz ama nafile: Baba, direklerin aralarındaki mesafeyi biraz kısaltsak!… Baba daha çok direk atsak!.. Baba mühendis getirsek, bir baksa yaptıklarımıza! İki kat bize yeter de üçüncü kata hiç başlamasak, yeni yük bindirmesek direklere!.. Dinlenmiyoruz tabii ki!.. Yok çünkü ha baba ha devlet çok da fark yok aralarında!..
Uzatmayayım Nazım’ın şiiri gibi “Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.” Çocukluğumuz, ilk gençliğimiz bu ev yapma stresi ile geçti. Sonrası da “acaba yaptığımız ev sağlam mıdır?” korkusuyla. İstanbul’da yaşayanların çoğunluğu deprem olarak yalnızca 1999’daki Gölcük ve Düzce depremini bilir, ben ve ablam ise daha önceki küçük depremleri bildiğimiz gibi yoldan geçen eski tip dozer ve diğer ağır araçların yarattığı sarsıntılarını da fark edecek hassasiyete ulaşmıştık o evde yaşarken. Annem ve babam hiç umursamazlardı bizim evle ilgili çekincelerimizi/ korkularımızı. Onların doğayla, ölümle, hayatla ilişkileri ben ve ablamdan çok farklı idi sonuçta… Böylece herhalde yaklaşık bir yirmibeş yıl geçmiştir.
1999 depreminden sonra evi yıkmayı kafamıza koyduk ama babamın engelleri ve maddi yetersizlikler yüzünden hemen yıkamadık. Geçici bir çözüm olarak zayıf olduğunu düşündüğümüz altı kolonu (direği) babamla kavga döğüş ederek güç bela güçlendirdik (sardırdık). Gel zaman git zaman babam 2003’te vefat etti. Evde oturuyoruz, altta bir dükkan var, oraya gelen insanlar var.
Belli etmiyoruz ama diken üstündeyiz. O dükkana gelen insanlara, yoldan geçenlere karşı kendimizi sorumlu hissediyoruz. Sonuçta deprem öldürmüyor binalar öldürüyor. Binaları da insanlar yaptığına göre deprem ve binalar da öldürmüyor insanları. Diğer insanların/ hepimizin yaptıkları/ ettikleri öldürüyor bizi ve diğer insanları.
2005 gibi evi yıkmaya başlayayım diyorum, hesap kitap yapıyoruz. Çünkü günler/ yıllar geçiyor, İstanbul ciddi bir deprem riski taşıyor. Babamın yaptığı evin 1999’daki iki büyük depremden sonra yeni ve daha büyük bir depremi kaldıramayacağını düşünüyorum. Evi yıkıp yapacağım bir şekilde artık: borç, harç, eş dost, kredi… Fakat tam bir engeli aşıyorum yeni bir problem çıkıyor. Ben acele ettikçe korkulu bir kabus gibi bir türlü başlayamıyoruz inşaata. 2005-2013 arası ayrı bir mikro Türkiye tarihi. İçinde elli yıllık tapu kadastro hataları, Ermeni Sorunu, Osanna Hanımın temiz kalbi var… Çok uzatmayayım! Ancak 2012-13 gibi babamdan kalan eski evi çürük raporu alıp kentsel dönüşüme sokarak yıkıp yapabildik. Ve hala bugün itibariyle kredi borcunu ödemeye devam ediyoruz. Ha çok mu sağlam oldu onu bilmiyorum ama eski yapıdan daha sağlam olduğunu düşünüyorum. En azından bu konuda elimden geleni yaptım. Hatta mimar Osman Abiye kolonları daha sık koyalım, giriş katını da bodrum gibi yekpare perde beton yapalım, kolonlardaki demir adedini artıralım dedikçe, isteklerime şaşırır, “gerek yok ama sen bilirsin” derdi. Ben de olsun derdim Mimar Osman Abiye; benimki biraz kişisel tarihle ilgili, psikolojik derdim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim size: Biraz daha sağlam bina yapmanın yaratacağı ek maliyet, toplam bina maliyetinin ancak yüzde yirmisi oranında artırır toplam maliyeti.
Dedim ya büyük bir çoğunluk gibi ben de konunun uzmanı değilim ama bireysel olarak elimden bundan fazlası gelemezdi. Bu konuda en azından küçük bir parselde, yönetmeliklere uygun, imarlı, iskanlı bir yapı yaparak üstüme düşeni yaptım diye düşünüyorum. Bundan dolayı da daha rahat konuşabilirim.
2.
Ülkede bazı mesleklerde/ bazı bilim dallarında ciddi sayıda yetişmiş uzman/akademisyen/ bilim insanı var. Hatta alanlarında dünya çapındaki bu uzman/bilim insanı/ akademisyenler çoğunlukla fen bilimleri/ tıp/ mühendislik ve benzeri alanlarda çalışmaktadır. Bu insanların bilimsel emeklerine/ çalışmalarına, bilimsel uyarılarına; düşünsel faaliyetlerin ne kadar meşakkatli bir çalışma süreci sonunda ortaya çıktığını tahmin eden birileri olarak minnettarlık duyuyoruz. Fakat bazı hallerde bu uzman/ hoca/ bilim insanların kamuoyu önünde yaptıkları televizyon konuşmaları, sosyal medyadaki paylaşımları o kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak kanımca yeni sorunlara yol açıyor, ciddi çarpıtmalara sebep oluyor. Maraş ilindeki iki depremin ardından bazı üniversite hocalarının kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yaptıkları/ yapmaya devam ettikleri açıklamalar benzeri ciddi sorunlara neden oluyor, yeni zihinsel tahribatlara yol açıyor.
Şöyleki: Bunu artık kendilerinin de kabul ettiği gibi depremin ilk yirmi dört saatinde hiçbir şey yapamayan/ kıpırdayamayan bir devlet/ hükümet var. İlk gün, ilk otuz altı saat devlet, bir tehlike karşısında “savaş, kaç, don” tepkilerinden “donup” hareketsiz ölü gibi kalmayı seçmiştir. Depremin ilk günü akşamı devlet Maraş depremlerini Erzincan depreminden sonraki en büyük felaket ilan etti. Fakat ortadaki yıkım, insan kaybı, müdahale etmedeki gecikme ve başarısızlık o kadar büyüktü ki devlet zevahiri kurtarabilmek için yeni bir yol bulmaya çalışıyordu. Depremin ikinci günü Maraş depremlerinin 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden daha şiddetli ve büyük olduğu öne çıkarıldı. Depremin üçüncü ve dördüncü günü yürek burkan kareler, hızla artan ölü sayısı, deprem yerinden yükselen yardım çağrılarına karşı devlet en iyi yaptığı şeyi yani gerçeği eğip bükmenin, aradan sıyrılmanın yeni senaryolarını yazdı: Maraş depremleri yalnızca Türkiye tarihinin değil dünya tarihinin de en büyük depremlerinden biri olarak anlatılmaya başlandı hep bir ağızdan. Büyük yalan korosu, devletin “arazi” olmasını “sahada” görülmemesini, müdahaledeki acizliğini devletin halkı umursamayan/önemsemeyen niteliklerine değil de depremin dünya tarihinin sayılı depremlerinden birisi olmasına bağlayabilirlerdi. Devlet yalanına uygun gevşek zemin bulunmuştu: Depremi büyült, başarısızlık küçülsün, makul kabul edilebilir bir hale gelsin. Çok ilginçtir depremin ilk iki günü sağlam bir yalan/ hikaye bulamadıkları zaman deprem hakkında AFAD yetkilileri konuşur, bilgilendirmeler yaparken televizyonlarda, “yüzyılın depremi” mazereti üretilince devletin o bildik yüzleri “yerinde incelemeler” yapmak için bir bir kameralar karşısında görünür oldular.
Bazı yer bilimciler/ deprem uzmanları/ hocalar da kamuoyunu aydınlatıyorum diyerek, depremin büyüklüğünü anlatırken kantarın topuzunu iyice kaçırdılar. Mesleki deformasyon mu, disipliner hezeyan mı, kamuoyunu aydınlatmak için paylaşımlar yapıyorum derken bilim dünyası içinde başka bir hoca arkadaşına/meslektaşına laf çakmamı, bilmiyoruz tabii ki!.. Bu Maraş’taki depremin yıkıcı etkisini anlatırken yok Japonya’daki depremler çok daha derinde ve kısa sürmüştür. Yok iki depremin zaman aralığı çok azdır… Yok bilmem kaç atom bombası kadar enerji açığa çıkmıştır… Yok ünlü İtalyan yer bilimci bile şaşırdı bu depremlere. Yok Anadolu kaç metre Arap Yarımadasına kaydı… Yok bu depremler Grönland ve Danimarka’dan hissedildi.. “Hocam bir dursanız artık!” diyesi geliyor insanın. Grönland’dan hissedilen deprem nedense Ankara’dan hiç hissedilmedi hocam, yoksa aynı hatta mı değiller?
Diyelim ki bu depremler tarihin en büyük depremlerinden olsun. Gerçekten yıkıcı olsun, büyük bir enerji açığa çıkarsın ve haydi diyelim devletin yapılabileceklerin bir kısmını kısıtlasın. Ama şu da çok açık değil mi, hala yıkılmayan çok sayıda bina var, kasabalar, mahalleler var. Çöken yollar olduğu gibi çökmeyen yollar da var. Demek ki eski/ yeni çok ev tarihin en büyük iki depremine dayanabiliyorlarsa diğerleri de dayanabilirlermiş değil mi? En azından yıkılan binaların bu kadar kötü bir şekilde yıkılmadan, makul bir hasarla bu depremi savuşturabilir olduğunu da göstermez mi bizlere? Yüzyılın en büyük depremine dayanan çok daha eski tarihli ve daha eski malzeme ile yapılmış yapılar/ binalar varsa, depremden çok daha az kayıpla çıkmamızın mümkün olduğunu bize gösteriyorsa, aynı zamanda yapılmayanları/ ihmallerin büyüklüğünü de sergilemiyor mu ortadaki feci durum? Demek ki en büyük depremde bile hayatta kalmak mümkünse, depreme göre bir şehirleşme/ yapılaşma/ organizasyonla bu felaketleri atlatabilirmişiz gerçeğini bize hatırlatmaz mı?
Yer bilimci Hoca belki başka şeyler anlatmak istiyor ama doğal olaylar saf doğal olaylar olarak kalmazlar, toplumsal bir zeminde gerçekleşirler/ anlam kazanırlar. Hiçbir insanın yaşamadığı büyük bir kıta hayal edin, orada her Allah’ın günü deprem olsa mesela bunun insani/ toplumsal bir anlamı olur muydu? Olmazdı. Eğer Maraş’taki son depremlerde hiç bina yıkılmasa, hiç insan ölmese biz depremle bu kadar ilgilenir miydik? İlgilenmezdik. Milyonlarca ışık yılı uzaklıkta doğmakta olan yeni galaksiler/ evrenler var; akşam sabah o galaksideki gelişmeleri izliyor muyuz? İzlemiyoruz doğal olarak.
Doğa olayları her zaman kendi dinamikleri içinde doğal süreçler olarak kendi başına gerçekleşir zaten. Doğanın bize güç gösterisi yapma, bize ders verme, bizi ıslah etme ya da bize bir şeyler anlatmak gibi bir derdi yok. Bizim ona göre hareket etme ve onu anlamak ve ona göre yaşamamız gibi bir derdimiz olabilir. Doğanın gücünü sıralayıp -bence en önemli yanı da burasıdır- hele Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaların gücüyle/ yıkıcılığıyla karşılaştırmalar yapmak, devletin yapmadıklarına/ birilerinin sorumluluktan kaçmalarına yol göstermek olur. Bilim adamının görevi mazeret/çarpıtma/yalan arayanlara kolaylık sağlamak, dolaylı da olsa yol açmak ve acizliği ortaya çıkmış hükümete/ devlete/ müteahhitlere “KOPYA” gerekçeler vermek/ bulmak değildir.
3.
Yer bilimcilerin/ Hocaların/ uzmanların
depremin büyüklüğüne/ doğanın ihtişamına/ depremin ortaya çıkardığı enerji gücüne yaptıkları abartılı ve yanlış vurgular, devletin arkasına saklanacağı argümanlar/bahaneler verdiği gibi, kendine güncel ve geçerli yalan arayan fırsatçı uyanıklara için de güzel, yeni gerekçeler sunmuştur/sunmaktadır. İşte size örneği:
En çok yıkımın yaşandığı illerden olan Hatay’da 2019’da tamamlanarak açılışı yapılan ve yerle bir olan Güçlü Bahçe City, müteahhidi merak edilen binalardan biri olarak gündem oldu. Açılışında Guinness rekoru için başvuru yaptıkları dev makası kullanmalarıyla da sosyal medyada konuşulan sitenin inşaatının Ser-Al İnşaat tarafından yapıldığı ortaya çıktı.
Firmanın sahibi olan Servet Altaş’a ulaşan gazeteciler, Altaş’a yeni yapılan binanın yerle bir olmasının nedenini sordu. Altaş, tepkili bir şekilde yanıt vererek, “Burada atom bombaları etkisinde deprem oldu, her yer yıkıldı, benim binam mı mesele. Bana binayı soramazsınız.”
Ne demiş yüzlerce insanın öldüğü sitenin müteahhitlik firmasının sahibi “BURADA ATOM BOMBALARI ETKİSİNDEKİ DEPREM OLDU, HER YER YIKILDI.” İşte bunu anlatmaya çalışıyorum. Çünkü siz yer bilimci/ Uzman/bilim adamı/ Hoca olarak; insanlar daha kolay anlayabilsinler, bilgi kirliği/ dezenformasyon olmasın diye atom bombalarının gücünün bu depremin gücü yanında sönük kaldığını söylerseniz sorumsuz liyakatsiz devlet/bakan/yönetici/ her türden yandaş/ devlete inanmaya hazır bir kesimi halkın/ ve en acısı da uyanık, paragöz müteahhit alır sizin verdiğiniz sağlam KOPYAYI kendini kurtarmak için kullanır. Kendisine soru soran gazetecilere sizin verdiğiniz argümanları kullanarak dalga geçer gibi cevaplar verir. Siz nötr bir bilim insanı kimliğinizle doğayı anlattığınızı sanırsınız ama bu bilgiyi/ kopyayı alır oradan Cumhurbaşkanı, alır kart siyasetçi, alır yandaş medyanın döküntüleri; göçük altında kurtarılmayı bekleyen insanların yakınlarına “BUNLAR KADER PLANININ İÇİNDEKİ ŞEYLER” diyerek cinayetleri doğal ölüme çevirir, bi güzel kaderci/ metafizik söylem olarak kullanır…
Sahip olduğunuz gerçekten kıymetli bilgiler nihai gerçekler olarak ancak toplumsal bir dolayımdan/ zeminden geçerek bir güce dönüşebilir. Şöyle düşünebilirsiniz misal: Bu son deprem konusunda depremden çok önce yapılan uyarıları hiç dinlenmedi/ kaale alınmadı yer bilimcilerin. Neredeyse gün/saat/ yer verircesine depremin geldiğini söylediler. Bu bilimsel bilgi değil mi? Bilimsel bilgi. Peki depremin gücü konusunda bazı yer bilimcilerin atom bombası gücü konusunda verdikleri de bilimsel bilgi mi? Cevap: evet, o da bilimsel bilgi. Pek o zaman devlet/ müteahhit/ yandaş medya niye ilk ve daha önemli olan “deprem göz göre geliyor” bilgisini es geçiyor/ unutturmaya çalışıyor da “deprem şu kadar atom bombası gücündedir” bilgisini hepimizin gözüne/ aklına sokacak bir şekilde öne çıkarıyor?.. Bize bir konu hakkında art arda sıralanmış nedenler, sonuçlar, izahlar, rakamlar oluşan kuru, ruhsuz, tarafsız bilgiler değil bunları içeren ama bunlarla yetinmeyen bir TOPLUMSAL KAVRAYIŞI artıran bir yaklaşım gerekiyor.
Not
1-Şunu da eklemek lazım atom bombaları ile depremler kıyaslaması yersizdir. Atom bombaları düştükten sonra çıkardıkları basınç ile insanları öldürür. Sizi ve eşyaları savurur. İç organlar ya basınçtan ya da savrulan eşyaların insanlara çarpmasından dolayı ölümler olur. Öldürme kastı vardır insan eliyle yapılmış atom ve benzeri bombalarda. Depremin bizi öldürmeye yönelik bir kastı yoktur. Deprem bize bombaların yapacaklarını yapmaz. Deprem insanların yaptıkları veya yapamadıklarının/ ihmallerinin geri dönüşüdür.
2- Halk elinden geleni yapıyor ve yapmaya devam ediyor Depremin ilk saatlerinden itibaren binlerce gönüllü deprem bölgesine gidebilmek için hava/ kara/ demiryolları üzerinde birikmiş ama devlet bu insan gücünü organize edememiştir. Halk ayni, nakdi ve fiziksel olarak elini taşın altına koymuş, göçüklerin içine girmiştir. Ama halk daha önce devletin yapması gereken elektrik/ barınma/ yol/ tuvalet/ toplanma/ organizasyon işlerini de yapamazdı değil mi? Halk elektrik santralini/ sağlam karayolunu/ şu şebekesini/ çantasına koyup deprem bölgesine götüremez ya. Neleri konuşuyoruz değil mi? Devlet halkın potansiyel gücü önünde bir engeldir artık. Toplum dayanışmasının önünde bir settir. Kaldırılacak en büyük enkaz devlettir insanın üzerinden.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.