Yeterince deneyimleyip öğrendiğimiz gibi yaratıcı bilincimiz ve yeteneğimizle inadımızı da alıp yanımıza her durum ve koşulda yeniden ve yeniden insanca bir yaşamı üretmenin yollarını üretmeyi de denemeliyiz. Sadece bir mühendis olarak değil halkın bir evladı olarak da onurlu bir yaşam adına bu sorumluluğu üzerimde hissediyorum
Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde derin bir memleket görüsüyle ve su geçirmez siyasetleri yara yara geçip yine de tüm o inceliği ve hassasiyetiyle dokunduğu gibi dokunuyor şimdi her şey içime; Malatya kokuyor bütün istasyonlar ve bir halk gülemiyorsa gülememenin o incelen, inceldikçe derinleşen sızısını koyuyor yüreğimin orta yerine. Kâğıt kesiği bir acı bu!
“Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı”
Ankara’da bir Malatyalı olarak, uzak tanıklıklarım ve gözlemlerimle beslenen bir yerinden anlatmak istiyorum bu süreci. Hem oraya hem buraya dair tanıklıklarım üzerinden.
Öncelikle uzaktan bile sevdiklerimin titreyen sesine, çığlığına, korkusuna, çaresizliğine dokunarak yaşadığım tanıklık çok ağır ve yıkıcıydı. Buraya dair tanıklıklarım ise bazen üzüp öfkelendiren bazen mutlu edip güçlendiren nitelikteydi.
Öncelikle insanlarda temkinlilik ve öylesine ağır bir felaketin ortasında bile orada yaşanan gerçeğin inkârı üzerine bir algı oluşturmaya çalışan devlet akıllılık vardı ilk başlarda; kendi acının içinde her şeyi spekülasyon olarak değerlendirip kendi yaşadığını yalanlıyordu sana. Fakat maalesef yıkım öyle büyüktü ve öyle bariz bir şekilde hiçbir şey yapılmıyordu ki, o akıl bir süre sonra susmaya başladı. Çadır yok, ilaç yok, ekmek yok, gönüllüler dışında kurtarma ekibi yok! Enkazlardan duyulan ve kaybolan sesler var, açlık var, çaresizlik var, korku var!
Kayıp duygusunun yarattığı kızgınlık ile “Can kaybı yoksa gerisi hallolur” diyenlere bile öfkelenip yüzlerine bağırmak istedim çünkü şuna gidiyordu mesele; var dediğimde kaç kişi diyeceklerdi, bir kişi desem neyse ona da şükür 3 kişi değil diyeceklerdi…
“Sadece evlerimizi kaybetmedik biz.” Fakat nasıl diyebilirdim, diyemedim. Gözlerim dola dola içimden yükselen öfkeye boğup hıncımı, “hallolur elbet!” diyerek içime gömmeyi de öğrendim bu iki haftada. Öyle ya nasıl der insan “ev önemli değil bizim geçmişimiz ve hikâyemiz enkaz altında kaldı” diye! Nasıl denir, günlerce çadırsız, karın içinde, ustura gibi kesen soğukta, aç, ilaçsız, ekmeksiz, susuz kaldılar; yalnız, kimsesiz, çaresiz kaldılar ama hepsi sağ salim çıktı ve sarıldık diye! Hâlâ enkaz başında canlarından bir parça bulmayı bekleyen insanlar varken, diyemedim. 4-5 gün belki bir hafta içinde ise bir şekilde hemen hemen hepsini farklı şehirlere bir şekilde çıkarmayı başardık veya bir imkân bulup çıkabildiler.
Ve Malatya koktu Trabzon, Antalya, Edirne, Bursa, Ordu, Çanakkale, Ankara… Malatya kokuyor bütün istasyonlar. Tek taşıyabildikleri korku ve çaresizliğe bürünmüş kokularını aldılar yanlarına, bir de hala tutabildiklerine şükrettikleri sevdiklerinin ellerini. Umutlarını, geçmişlerini, hikâyelerini, dostlarını, çay içmeyi en sevdikleri bardaklarını, salon takımına rengi uymadığı için balkona attıkları koltuklarını, bebeklerinin asla başkasından yemediği biberonlarını, iki ay sonra evlenecekleri nişanlılarını bıraktılar…
“Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket”
Dağıldık…
Pazar yerinin o sabah ışıltısı bitti. O güzel ve özenli dizilmiş elma portakal tezgâhlarından geriye akşamın loşluğu, tezgâhların boşluğu ve yerlere atılmış marul yapraklarının görünmez sitemi var üstümüzde. Bir de ne var biliyor musunuz, akşam o pazara gidip kalanları ucuza almak dışında çaresi olmayanın mahcubiyeti…
O kokularını taşıya taşıya dağıldıkları yerlere vardıklarında ilk defa yaşadıkları sığınma duygusunun verdiği mahcubiyet vurdu yüzlerine. Artık gidebilmek, bitmeyen çaresizlikten gitmek! Gitmek duygusu gidince ise yerini çok ağır bir duyguya bıraktı; mahcubiyet! Neden, çünkü aslında bu insanlar mahcup olmasın diye, yaşasınlar, iyi olsunlar diye, bir vatandaş olarak başlarının üstünde taşıdıkları devlet baba babalık yapsın diye beklediler. Devlet bence çoğunun tam da aşina olduğu gibi bir baba oldu; korktuğu için ağlayan çocuğu azarlayıp bir tokat atan, sonra artık ağlamıyor diye ödül veren baba. Oysa ne lazımdı; kucaklanma ve güvende hissetme duygusu…
Muhtemelen çoğu yetişkin Türk bireyi gibi Suriyeliler neden burada diyen yaşlı halamın, evi yıkılınca “kızım bu yaşta mülteci olduk” deyişini de unutmayacağım. Böyle mi öğrenmeliyiz insan ve haklar odaklı bir yaşamın mümkün olduğunu; dünya malının da toprağının da mülkiyetin dağılımındaki eşitsizliğin de bir gün gelip kapımızı çalmasını mı bekleyeceğiz adaletli bir hayatın var olduğunu anlamak için?
Evet, bizim tırnağımıza taş değmeden öğrenmiyoruz, şimdi on şehir yıkıldı. Bakalım kim ne öğrenmiş, kim ne çıkarmış olacak yolun sonunda. Nihayetinde felaketin yaşandığı bölgede çoğu terk edilen bölge Kürtlerin, Alevilerin, Arapların ve Suriyelilerin coğrafyası.
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer”
Evet, o kolektif gelişmiş benzerliklerimiz; ancak iki Malatyalının birbirini anlayacağı o torbadaki yılan hikâyesi gibi duygumuz, sevgimiz, özlemimiz, kurnazlığımız, bencilliğimiz; ekmeğimizin benzersiz kokusu, suyumuzun bulunmaz tadı… “Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi”miz avlulara. O işte tanıdık olan her şey artık gidilen ve belki artık hiç dönülemeyecek olan bir başka yerin suyuna ve toprağına karışacak. Yaşamak nasıl güzelsin sen ve nasıl zor, nasıl belirsiz, nasıl yorucu ve kibirli!
Göçler ve sürgünler coğrafyası olan bu topraklarda biz biliriz ki bu çok ağır ve netameli bir süreçtir. Özellikle Kürt, Alevi, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu bu deprem bölgesinden farklı bölgelere dağılmaya mecbur kalan insanlar gittikleri her yerde öteki olmaya daha ağır bir yerden devam edecekler. Bu pesimist bir yaklaşım değil bilakis onlarca yıllık devlet politikalarının öğrettiği şeyler. Mesela şimdiden Pazarcık’ta Kürt-Alevi halkın yaşadığı yerlerde demografik yapının değiştirilmesi için deprem adeta fırsata çevrildi. Cem evine kayyum atandı! Değişen ve değişecek olan demografik yapıyla birlikte sadece nüfus değişmeyecek sosyokültürel sosyoekonomik olarak birçok yerde ciddi değişimler yaşanacak ve hak kayıpları olacak açık bir şekilde. Depremin yarattığı mağduriyetten daha büyük ve kalıcı mağduriyetler yaşanmaması için hak odaklı bakma mecburiyetindeyiz.
“Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla”
Çocuğum beni bağışla… Bunu diyecek güç kimde var, ben diyemem. Çocuk kefeni dikene, katlayıp paketleyene de diyemem; orada dokunmak zoruna kalana da diyemem. Kimsesiz kalan, tarikat evlerine yerleştirilen kayıp çocuklara hiç diyemem. Pandemi süreciyle başlayıp küresel krizler ve enflasyonla iyice canımızı acıtan 3 yıllık gibi bir sürecin sonunda en görünür olan şey okulların kapatılması ve barınma imkânlarının önce sınırlanıp sonra tamamen ortadan kaldırılması oldu. KYK yurtlarında kalan öğrencilere akşam 3’e kadar boşaltın yurdu diyen yönetime “ben de depremzedeyim, gidecek evim yok artık” diyen genç kadın arkadaşımızın terk edilmişlik hüznüne bulanmış öfkesini de eklersek bizi kim bağışlayacak?
“Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır”
Tam da işte böyle yavaş yavaş hayata davet ettik herkesi. Sabırla ve incelikle. Ve hepsinden önemlisi dayanışmayla; hani o Galeano’nun dediği gibi, yatay olandan. Cenazeler daha enkazdayken televizyonda arsız ve merhametsizce şova çevrilen bağış kampanyalarından değil. Ne ölümüze saygı duyuldu ne dirimize. Ben anneannemin dedem ölünce 40 gün siyah giyip saçını taramadığını, giysilerini değiştirmediğini, yemek dahi neredeyse yemediğini bilirim. Yasın bile kapitalizmin çarklarında nasıl gayri insanı bir sürece evrildiğini zaten biliyoruz ama böyle bir felaketin içine bu kadar ayıbı ve saygısızlığı henüz havsalamız alamıyor. O her şey yolundayken tıkır tıkır işleyen ahlak mekanizmasının nasıl da çiğnendiğini gözlerimizle gördük, kulaklarımızla duyduk; nasıl birer birer çöktüklerini, değişip hızlıca uyumlandıklarını gördük. Kader planının aslında nasıl iştahla kapitalizmin çarklarını çevirdiğini gördük. Her şeyin ne kadar da sınıfsal olduğunu gördük. Her şeyin etnik ayrımcılık üzerinden plana nasıl dahil edildiğini de gördük. Armutlu o kader planının neresindeydi ki hala şu gün olmuş su yok içecek.
İrili ufaklı yandaş şirketlerin enkaz ihalelerinin etrafında sırtlan sürüsü gibi dolanması karşısında canımızdan, hikâyemizden, mahremimizden geriye kalan her şeyin nasıl talan edileceğini sezdik, bildik. Bunlar ki şimdiye kadar Artvin’de, Aydın’da, Diyarbakır’da, Mardin’de ortak mirasımıza, tarihimize, doğamıza, belleğimize kepçelerle dalıp yıka yara kimseyi ve hiçbir şeyi dinlemeden devletten ihale alanlar değiller mi? Havva Ana sormuştu ya Cerattepe’de; “Devlet kimdur?” diye karşısında evladı bildiği jandarmayı ilk defa gördüğünde. Afallamıştı ya. Haklıydı. Karadeniz insanı da işte böyle böyle tanıdı devlet kimdur. Şimdi soruyor zihnim durmadan, bizim yıkıntılarımızdan yeniden bir umut mekânı kuracak olanlar bunlar mı? Bunlar mı bizim hayatımızı yeşertecek olanlar?
“Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler”
Kapitalizm öldürür. Sadece insanı, hayvanı, börtü böceği değil umudu öldürür, iyimserliği öldürür, hevesi öldürür. Pandemiyle artan bir ivme kazanan yalnızlaştırma politikalarının en büyük götürüsü de güvencesizlik zemini yaratarak; rıza üretme biçimlerini de medyadan aldığı güçle hızlı bir şekilde şekillendirip esnek ve uzun çalışma saatlerine razı emekçiler ordusu kurmak oldu, bakınız kargo elemanları. Bu felaket sistemin sendikal haklar ve örgütlenme pratiklerinden yoksun ve kendisini işçi olarak tanımlamayan, prekarya diye tarif ettikleri ve ısrarla sınıfından koparıp güvencesizleştirilmiş emekçiler güruhu yaratma politikalarına da oldukça uygun zeminler oluşturulmaktadır. Milyonlarca insan işsiz, güvencesiz, evsiz, kimsesiz. Nitekim Doğu-Akdeniz halklarının (Kürt, Alevi, Arap, Suriyeli) zorunlu göçü ile sadece hayatta kalmak için güvencesiz çalışmaya zorlanacaklarını tahmin etmek hiç zor değil; Dersim sürgünlerinden, Maraş Katliamı’ndan kaçanların deneyimlerinden, 90’larda Kürtlerin sürülmesinden başlayan sürecin öğrettiği yeterince acı bir deneyime sahibiz zaten. Bütün istasyonlar Amed kokmuştu mesela. Polatlı’da bir fabrikada Amedli Mehmet’i, Kürt kokuyor diye küçümseyen Polatlılı Ahmet bir süre sonra meğer ter kokumuz çalıştıkça aynı oluyormuş diye itiraf edecekti!
“Travmatik olaylar ve toplumsal çöküşler radikal anlamda farklı anlayışlara çoğu durumda yol açmışlarsa da bunların hiçbiri radikal devrimci bir kopuş içinde gerçekleşemez. Uzun süreli bir devrim perspektifine ihtiyaç vardır. Ne var ki, bu devrimi inşa etmek için, değişim dürtü ve arzusunun kolektif hale getirilmesi gerekir. Hiç kimse yalnız başına çok yol kat edemez. Ama bazıları ütopik gelenekten türeyen birtakım kaynak ve arzularla donatılmış, bir adımını alternatif bir kampa sağlamca atmış asi bir mimar olarak ben, sistemin içindeki beşinci kol veya yıkıcı fail olabilirim” der David Harvey, Umut Mekanları kitabında.
Her koşulda Marksist bir bakış açısı kazanma ve geliştirme çabasına verdiğim elzem öncelikten aldığım güçle, yıkmak ve yeniden yapmak üzerinden yıkıcı fail olmak ve yapıcı gücü de aynı zamanda inşa eden tarafta bulunmayı da bir insanlık görevi sayıyorum, saymalıyız. Dönüşüme politik bir bilinçle yaklaşmanın tarihsel döngü içerisinde tüketmekten çok üretime yönelik ve doğaya saygılı ve doğaya uyumlu olarak hayat, yaşam odaklı, uzun ömürlü mekânların üretiminin yollarını aramakla da doğrudan ilişkisi var. İlk günden deprem bölgesine koşarak giden devrimciler ve gönüllülere enkaz altındaki insandan önce müdahale edilmesinin de sebebi budur. Yeterince deneyimleyip öğrendiğimiz gibi yaratıcı bilincimiz ve yeteneğimizle inadımızı da alıp yanımıza her durum ve koşulda yeniden ve yeniden insanca bir yaşamı üretmenin yollarını üretmeyi de denemeliyiz. Sadece bir mühendis olarak değil halkın bir evladı olarak da onurlu bir yaşam adına bu sorumluluğu üzerimde hissediyorum.
Şimdi ben o büyük çaresizliğin elinden tutup Malatya’ya gitmek istiyorum yeniden. Her gül kendi dalında büyür!
“Nasıl gitmeyelim mezarlarımız orada” diyor kardeşim. Hayatla kurduğumuz ilişkinin geçmişle bütünlüğünü daha iyi ne anlatabilir. Bir ev, bahçe, yol yıkılmasının meselenin kendisi olmadığını zaten hafıza mekânları konusunda çokça çalıştık, okuduk, yazdık. Şu soruyu sormuştum; her mekân üretimi bir yıkımı da beraberinde mi getirmeli diye. Şimdi tersini sormak istiyorum; yıkılmış mekânların yeniden inşası hafızayı da yerine koyabilecek mi? Yeniden yollarında yüründükçe, evlerden sokaklara düşen müzik seslerine asıldıkça, pencere önü çiçeklerinin kokusu düştükçe havaya belki yeniden giyinip kuşandıkça ancak yeniden hatırlayacak… Malatya Malatya bulunmaz eşin!
Dört duvar dikip bir kapı üç pencereli betondan barınaklar yetecek mi o kenti yeniden kurmaya? Yüksek eyvanlarında bülbüller ötecek mi yeniden Yeşilyurt’un?
Bir Malatya türküsü var, İlhan Erdost’un eşi Gül Erdost söylüyor bir ev kaydında, şöyle diyor türkü:
“O yapıyı yapan usta
İçindeki gelin hasta
Bir pencere de koymamış
Gül koyalım deste deste”
Şehirler giyinirken eteklerinden tutalım, tutalım ki insanca ve nefes alınabilir, hayatın yeşerip, kendi kokusunu yeniden yaratacağı insan odaklı yapılaşma için zorlayabilelim. Yoksa biliyoruz ki betonu döküp geçecekler üstümüzden.
*“Her gül kendi dalında büyür” – Grup Yorum / Yangınlar İçinde Vatanım – Söz: Sevgi Kılıç
Nihal Tanbay: Makine Mühendisi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.