Deprem günü enkaz altında kalan 15 milyon, devletin halka karşı sorumluluklarını yerine getirmediğini, devletin başındaki şahsın ve hükümetinin iktidarın güvenliğinden başkasını dert etmediğini, ortada halkın ihtiyaçlarını bilen ve halkın feryadını duyan bir devlet bulunmadığını gördü. “Devlet yok” derken de bunu tarif etti. “Ses var, devlet yok” diye ses veren bu halk başka bir devlet istiyor artık. Bekledikleri devlet enkazın altında, geri kalanlarımızı da enkaz altında bırakmasını istemiyorsak bir halka mezar olan bu enkazın üstünde sırıtan devlet de yıkılmalı, yenisi kurulmalı
Fotoğraf: Vecih Cuzdan
Bazı kentleri deyim yerindeyse haritadan silen, milyonları enkaz altında, açıkta ve göç yollarında bırakan yıkım, tarihe unutulmaz devlet ve toplum dersleri bıraktı. Bu dersler uzun süre ve detaylıca konuşulacak. Sıcağı sıcağına kaleme alınan bu yazı dizisindeyse depremin ardından geçen bir haftada Hatay’da gözlemleyebildiklerimiz üzerinden notlar düşeceğiz. İlk notumuz “devlet dersi” üzerine.
Deprem haberini aldıktan sonra telefona sarılıp bölgedeki tanıdıklarımızdan ulaşabildiklerimize ne durumda olduklarını sorduğumuzda ilk aldığımız yanıt, “Burada AFAD yok, itfaiye yok, kurtarma ekibi yok, ambulans yok, polis yok…” diye başlayan sonra da “devlet yok” diye biten, bu ve benzeri cümlelerdi. “Devlet yok” sözü, muhalefet örgütleri tarafından üretilmiş bir siyasi propaganda söylemi değildi. Yaşam alanları enkaza dönen 15 milyon insanın çıplak gözle gördüğü ve en sade dille ifade ettiği gerçeğin ta kendisiydi. Tayyip Erdoğan iktidarını fazlasıyla rahatsız eden, küçük ortak Devlet Bahçeli’nin de ancak 8 gün sonra açabildiği ağzıyla hedef aldığı bu iki sözcüklük sade ve derin tespit, Türkiye siyasetinin kaçınılmaz yeniden inşasına da yön verecek.
Depremin ilk günü gece ilerleyen saatlerinde, alevler ve duman içindeki İskenderun’u geride bırakıp yıkıntılar arasındaki Belen yollarından geçerek şehre doğru inmeye başladık. Kent karanlığa gömülmüştü ve hava yağışlıydı. Hatay Havalimanı kullanılamaz hale geldiği için Adana Havalimanı’na inen TTK’li madenciler gibi görev almayı bekleyen ekipler, diğer gönüllüler, belediyeler hâlâ bekletiliyordu ve sınırlı sayıda aracın yolda ilerlediğini görebiliyorduk.
Hatay’ın merkez ilçesi Antakya’ya vardığımızda kentin büyük ölçüde yıkıldığını, yollarda yer yer çatlaklar oluştuğunu, bu çatlakların yanı başında kaza geçirmiş araçlar bulunduğunu gördük. Antakya içinde yollar yıkıntılarla kapatıldığı için binek araçlarıyla dolaşmak, bu yollardan geçerek diğer yerleşimlere ulaşmak çok zordu. Yardıma gelen sivil araçlar da kent içinde bir noktaya kadar ilerleyebiliyor ve bir noktada mahsur kalıyordu. Buralara profesyonel ekiplerin, yıkıntılar üzerinde ilerleyebilecek iş makinelerinin ve zırhlıların ulaştırılması gerekirdi ancak sonradan öğrenecektik ki devletin başı henüz bu yönde bir talimat vermemişti. O, bütün süreci kendi kontrolü altında tutmak istediği için harekete geçilmiyor, harekete geçmesi gerekenler de ayrı bir inisiyatif almaktan imtina ediyordu. Sahada AFAD yoktu, daha önceki depremlerde sahada görmeye alışık olduğumuz ordu yoktu… On binlerce insan enkaz altında sesini duyurmaya çalışırken devlet bu sese yanıt vermiyordu.
Gece yarısına doğru çevre yolundan dolaşarak Hatay’ın diğer merkez ilçesi Defne ilçesine, Aşağıokçular Mahallesi’ne geçtik. Antakya kadar olmasa da yine bu bölgede de büyük bir yıkım vardı ve canını sokağa atan insanlar araçlarında, evlerinin önüne kurabildikleri derme çatma tente ve çadırlarda, otobüs duraklarında, tek katlı depolarda ya da dükkanlarda bekliyordu. Herhangi bir resmi ya da görevli ekip görmek mümkün değildi. Depremin üzerinden 20 saat geçmişti. Enkaz altındaki yakınlarının, hemşerilerinin kurtarılmayı beklediğini bilen insanlar zaman zaman şiddetlenen ve doluya çeviren yağış altında, eksi derecelerdeki soğuk havada çaresizlik içinde bekliyordu. Su yoktu, ekmek yoktu, sıcak bir içecek yoktu, ilaç yoktu, elektrik yoktu, pek çok insanın ısınma imkânı yoktu, elektrik şebekesinin ve telefon hatlarının çökmesi iletişimi de büyük ölçüde engellemişti, acil ihtiyaç duyanlara ses verecek bir kurtarma ekibi ya da ambulans olmadığı gibi “ne olacak” diye bekleyen insanlara ses verecek tek bir yetkili ya da kanal da yoktu. Sivil araçlar bölgeye ulaşabildiyse bu iş için hazır olması gereken, emir bekleyen devlet kurumları da, bir yönlendirme bekleyen ekipler de bölgeye ulaşabilirdi ama yoktu.
Sabah saatlerinde, yani depremin ertesi günü kentin en merkezi mahallelerinden Sümerler Mahallesi’ne yöneldik. Bir marketin çevresinde içeri girip çıkarak acil ihtiyaç duyulan su, gıda, temizlik ve kişisel hijyen malzemelerini alan insanlar gördük. Alışverişin olmadığı, marketlerin çalışmadığı ve insanların kaderine terk edildiği bir anda bu bir yaşamsal zorunluluktu. Yıkıntıların başında gözyaşları içinde çaresizce bekleyen insanların arasından geçtik ve yine bir enkazın başında beton parçalarının arasına seslenen insanları gördüğümüzde, telefonumuzun kamerasını çevirip “Ses var mı?” diye sormuş bulunduk. Daha sonra televizyonlarda da çokça dönen, pankartlara ve duvar yazılarına yansıyan “Ses var, devlet yok!” sözünü ilk olarak oradaki bir depremzede sarf etti.
Defne’nin en büyük mahallesi Sümerler. Hatay’ın göbeği. Büyük bir enkaz başında kendi başına halk. Kolonların altından seslenen yakınlarına ulaşmaya çalışıyor.
– Ses var mı?
– Ses var, devlet yok! pic.twitter.com/zApVXLapEM— Ali Ergin Demirhan (@ali_ergind) February 7, 2023
Valilik binasına 1,5 kilometre mesafedeki bu binada yıkıntıların altında kalan yaşlı bir kadın betonların arasında dışarı sesini duyurmaya çalışıyor, yakınları da ona seslenerek dayanma gücü vermeye çalışıyordu. Ancak orada bir kurtarma ekibi yoktu.
Oradan önce Valilik, sonra Belediye binalarına doğru ilerledik. Tarihi bir bina olan Hatay Valiliği binası ayaktaydı ancak taşları dökülmüş, hasar almıştı. Az ileride Hatay’ın İstiklal Caddesi olan Saray Caddesi yakınındaki Protestan Kilisesi yıkılmış, Rum Ortodoks Kilisesi dahil tarihi binalarla çevrili Saray Caddesi bütünüyle enkaz altında kalmış, caddenin diğer ucundaki tarihi Ulu Camii de çevresindeki künefeci dükkanları ile birlikte yerle bir olmuştu. Yukarı tarafta tarihi Kurtuluş Caddesi, cadde üzerindeki tarihi Habibi Neccar Camii de yıkılmış, dış duvarları ayakta kalabilen Antakya Sinagogu’nun da içi tahrip olmuştu. Karşıda Hatay’ın bağımsız bir cumhuriyet olduğu 1938-1939 dönemindeki Hatay Meclisi’nin tarihi binası da yıkılmış, yine yakınlardaki Büyükşehir Belediyesi binalarının yeni olanı yıkılmış yanındaki eski bina ise hasar alsa da ayakta kalabilmişti. Tarihi ve resmi binaları ve hastaneleri ile Hatay merkezi bütünüyle yıkılmıştı.
Kentteki devlet kurumları kelimenin sözlük anlamıyla da enkaz altındaydı ancak “Devlet yok” sözü başka bir şeyi anlatıyordu. Tayyip Erdoğan’ın ağzını açmadığı ilk günün akşam saatlerinde dört bakan Hatay’da açıklama yapıp depremzedelerin yardımına yetiştiklerinden söz ediyor, her yerde olduklarını söylüyordu ancak Hataylıların gördüğü bir şey yoktu. Dört bakanla sergilenen TV şovu aslında bu ayıbı perdelemek içindi.
Halk gündelik dilde teorik cümlelerle tarif etmez ama devletin ne olduğunu bilir. Yönetenlerin öncelikle egemen sınıfların çıkarlarını savunduğunu bilir ancak vergi verirken, askere giderken, yasalara uymayı kabullenirken eğreti de olsa kendince bir sözleşmesi vardır devletle; herkes eşit ve adil bir yaşam süremese de en azından can güvenliğinin sağlanmasını, gündelik hayatı sürdürecek kamusal hizmetlerin düzenlenmesini bekler. İşte deprem günü enkaz altında kalan 15 milyon, devletin bu anlaşmada kendi üstüne düşeni yerine getirmediğini, devletin başındaki şahsın ve hükümetinin iktidarın güvenliğinden başkasını dert etmediğini, ortada halkın ihtiyaçlarını bilen ve halkın feryadını duyan bir devlet bulunmadığını gördü. “Devlet yok” derken de bunu tarif etti.
Peki ne olmuştu o devlete? 12 Eylül 1980 darbesiyle önü açılan ve 20 yıllık AKP iktidarıyla nihayete erdirilen neoliberal yeniden yapılanma ile birlikte “kamu” adına ne varsa tasfiye edilmiş, tek belirleyen olarak sermayenin çıkarlarına hizmet benimsenmiş, toplumsal ilişkiler piyasa ilişkilerine hapsedilmiş, devlet kamusal sorumluluklarından sıyrılıp çıplak bir zor aygıtına dönüşmüştü. Devlet aslında yok değildi, buydu.
Bu iktidar bir müteahhitler iktidarıydı. Müteahhitlerin canını sıkacak denetimlerden uzak durdu. Deprem geliyor diye uyaran bilim insanlarını, deprem planı yapalım diyen yerel yönetimleri, sağlıklı ve ucuz koşullarda barınma sorunu yaşayan halkı değil ihale alma, beton satma telaşındaki müteahhitleri dert etti. Kâr etmeyen ve kâr etmeyi engelleyen ne varsa yok saydı, ezip geçti.
Neoliberal devlet halkı piyasaya terk etti. Bir ihtiyacın varsa, gider pazardan paran yettiği kadar alırsın dedi. İşte bu devlet pazarın işlemediği, paranın geçmediği bir olağanüstü anda halkın suya, gıdaya, ilaca, enerjiye, neye ne kadar ihtiyacı olduğunu umursamayan, halkın sesini duymayan bir devlet olarak kendini gösterdi. Kamusal olanakları bir avuç sermayedarı zengin etmek için seferber eden, her biri birer çete olan sermaye gruplarının ihtiyaçlarını çok iyi bilen devlet halkın ihtiyaçlarından bihaberdi. O nedenle de bir hafta geçti, koordinasyon kurulamadı. Devletin kuramadığı koordinasyonu halkla temas halindeki sosyalist örgütler ve yardım dernekleri kurabildi.
Ordunun elindeki imkânların, yani olağanüstü şartlardaki hareket kapasitesinin 72 saat boyunca depremzedeler için kullanılmaması da çok eleştiri konusu oldu. Oysa nasıl ki halkın dilindeki “devlet yok” sözü kamusal ne varsa yok eden neoliberal devletin varlığı ile yan yana anlam kazanıyorsa, Hatay’daki “ordu sahada yok” sözü de yine neoliberal bir dönüşüm geçirmiş, bir yönüyle güçlü ve seferber bir ordunun sahadaki varlığı ile yan yana anlam kazanıyordu.
Ordu da neoliberal dönüşüm yaşadı ve eski kamusal kapasitesinden sıyrılıp çıplak bir şiddet aygıtına dönüşmüş durumda. Bu bir yana, 15 Temmuz 2016’dan beri sürekli sınır ötesi operasyonlara sürülen ve en büyük hareketliliği de Hatay çevresinde yaşayan, Hataylıların 10 yıldır katar katar gidiş gelişlerini yakından seyrettiği bir ordu var. Hatay’ın çevresi TSK birlikleri ile dolu. AKP’nin emriyle, İdlip’te ve Afrin’de Türkiye’nin terör örgütü listesindeki Heyet-i Tahrir’uş Şam dahil cihatçı örgütleri Suriye’den ve Rusya’dan koruyor ordu.
Devlet yok değil, neoliberal bir devlet var işte. Bir günü aşkın süre sonra çıkıp konuşan, OHAL ilan eden, üniversiteleri kapatan, bu felaketimizi de Allah’ın lütfuna çevirmeye çalışan, devletin başı Tayyip Erdoğan var. 8 gün sonra dili çözülüp, depremzedelere el uzatmak yerine el uzatan gönüllülerin seferberliğini hedef gösteren Devlet Bahçeli var. 72 saat sonra sahaya indirilen, ölen ölüp canla birlikte mal da gittikten sonra, elde silah sokakları dolaşan ve bu iktidar tarafından ileride nasıl değerlendirileceği şüpheli olan askeri güçler var.
Sahada can pazarı sürer, devletin yokluğu ve gönüllülerin seferberliği tüm sıcaklığı ile hissedilirken, iktidarın ayıplarını örtüp toplumsal seferberliği parçalamak için mülteci karşıtı yalan ve demagoji ile sürdürülen psikolojik harp var. Anayasa’yı çiğneyip seçimleri erteleyerek Erdoğan’a seçimsiz iktidar yolu açmaya çalışan Bülent Arınç’ın açığa vurduğu darbe niyetleri var.
“Ses var, devlet yok” diye ses veren bu halk başka bir devlet istiyor artık. Bekledikleri devlet enkazın altında, geri kalanlarımızı da enkaz altında bırakmasını istemiyorsak bir halka mezar olan bu enkazın üstünde sırıtan devlet de yıkılmalı, yenisi kurulmalı. Türkiye’de siyaset, bundan sonra faşist bir iktidarın ayakta durma çabası karşısında devleti onarma ya da bu toplumsal seferberliği temel alan yeni bir devlet kurma tartışmaları ile ilerleyecek.
Sonraki yazılar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.