Elbette deprem için de edebî, sanatsal üretim yapılacak. Bu uğraşılar kişinin duygularını dışa vurması ve bu duygular etrafında bir hissiyat çemberi yaratması için var. Ama işte bu meşgale eğer böyle ağır konular üzerine bir işlemse, cam kırıklarıyla dolu bir zeminde yürüyorsunuz anlamına gelir bu. Dikkatli, özenli olmanız gerekiyor
Kafka, “bir kitap, içimizdeki donmuş denizi kıran balta gibi olmalıdır” demiş.
Grup Yorum’un “Madenciden” şarkısını bilirsiniz. Daha ilk tınısından itibaren insanı bir duygunun içine çeken büyük bir eserdir. 1990-91’de iktidarı Zonguldak’tan sarsan büyük madenci yürüyüşü ve maden katliamları için yazılan bu şarkıyı dinlerken sadece hüzünlenmez öfkelenirsiniz de.
Şarkı, bir bilincin, ideolojinin içinden, geçişken hissiyatlarla konuşur. Fakat duygular arasında en çok öne çıkan isyandır. Bence bu şarkının patlama noktası ilki bir tespit, ikincisi ise grev çağrısı yapan nakaratları değil. Zaten ikinci nakarat bir şiir olarak okunduğunda düz, ajitatif bile sayılabilir. Fakat hep olduğu gibi burada da iyi ezgi ve icra sözü galebe çalar ve bu “düz anlatı”dan rahatsızlık duymayız, sözler kulak tırmalamaz. Bizi coşturur.
Şarkının bana göre patlama noktası ya da “telin koptuğu” yerine gelirsek burası şarkının hemen başındaki sözlerin son bölümüdür (arkada dramatik[1] bir ahenkle akan bas gitarla birlikte):
“Yıllar boyu kazma salladım suskunca bu zindanda
Çocuklarım gülsün diye dost
Oysa bizim evde gülen yok”
Yorum burada şalteri attırır. O dakikadan itibaren şarkıyı düğümlenen bir kursak ve sıkılı bir yumrukla dinlemeye başlarsınız. Artık Yorum’un örgütlü olduğu yapıya yakınlığınızın falan bir önemi yoktur, yoksulların kalbi -bir anlığına da olsa- bir intikam için harekete geçme duygusuyla dolar.
Yani sanat eseri istediğini bizden almıştır. Bize bir şey anlatmaya, o şeyi incelikle, ezgisiyle, düzenlemesiyle, icrasıyla Süryani telkârisi gibi işleyerek iletmiş, dinleyenleri bir sanat eseri olarak etkisi altına almıştır. Bir mesele etrafında duyarlılık ve hafıza bir şarkıyla böylece örgütlenir.
Sanat, neyin sanat olduğu özellikle de edebiyat, poetika, şiir meselesi üzerine bir dergide değerlendirilebilecek oylumda “Neden hâlâ şiir yazılıyor?” başlıklı bir yazı yazma fikri aklımda epeydir dönmekteydi. Ne yazık ki depremden sonra, meseleyi sanat tarafına daha çok bükerek bir yazma durumu kendini dayatmış oldu. Tahmin edilebilir, malum sebeplerden. Depremin şoku daha taptazeyken bir gazetede bazı tanınmış edebiyatçıların deprem fotoğrafları üzerine birkaç edebî söz çiziktirme mevzuu gündemin bir tarafını işgal etti, hâliyle de bu büyük bir tepkiyle karşılaştı. Kibirli bir yazarın kendini çok bağırarak meseleyi uzatması ise kızgınlığı daha bir derinleştirmekten başka bir işe yaramadı.
Peki burada tepki çeken neydi? Dümdüz bir edebiyat düşmanlığı mı? Ya da sanatın -en azından belli anlarda- işe yaramazlığına dair bir refleks, bir tutum mu? Kesinlikle hayır. Bir kere ilk elden ve en yoğun tepki gösterenler zaten edebiyatla, sanatla uğraşan kişilerdi. İş bu meselde tartışma, eleştiri, suçlama konusu olan şey edebiyat değil, neyin edebiyat olduğu ve edebiyatın ne işe yaradığıydı.
Upuzun bir geçmişi olan ve bugüne gelene kadar daha bir keskinleşmiş, tarafları sivrilmiş, birbirinden tecrit olmuş bir polemik, saflaşma bu. Son dönemde daha keskin; çünkü bugün sanat ve edebiyat resmen, apaçık bir çiğliğin işgali altındadır.
Yoksa elbette deprem için de edebî, sanatsal üretim yapılacak. Bu uğraşılar kişinin duygularını dışa vurması ve bu duygular etrafında bir hissiyat çemberi yaratması için var. Ama işte bu meşgale eğer böyle ağır konular üzerine bir işlemse, cam kırıklarıyla dolu bir zeminde yürüyorsunuz anlamına gelir bu. Dikkatli, özenli olmanız gerekiyor. Hüznü hikayeleştirirken hüzün pornografisine bulaşma düşkünlüğü çokça karşımıza çıkıyor. Sorun burada. Ve mesele zaten yerli yerinde kaya gibi duran hüznü terennüm etmek değil -aşk şiiri yazmıyoruz-, hüznü bir silaha dönüştürmek. Hüzünden, acıdan öfkeyi bulmak, yıkımı derleyecek bir güç keşfine çıkmak, çıkabilmek mesele. Politik bir iş böyle olur. Zira toplumsal bir meselede acı politikanın konusudur. Sanat eseri de eğer buraya eğilecekse devrimci olmak zorunda. Ağlaklara, acı tüccarlarına, sâkil uzun uzun hüzünlü bakışlara yer yok. Arabesk yapmıyoruz, etimizde sigara söndürmüyoruz. Acıdan, trajediden bir gürz edinme derdi olmalı, kâtilin, düzenbazın kafasına kafasına çarpacak.
Bu da elbette ideolojiktir. Hüzün pornografisinin de ideolojik bir tercih olması gibi tıpkı.
Enkazın kendisini çizerseniz, bu da bir sanattır ama bununla sadece kendi hünerinizi göstermiş olursunuz. Peki bu ne işe yarar? Akıl, vicdan, empati ve isyan nerede? O enkazda başka bir şey görme becerisi, uyanıklığı ve bunu gösterme yönelimi, ihtiyacı nerede?
Resim çizebilen arkadaşlarımızın hakkını yemeyelim yine de o kadar, onların en azından bir yeteneği var. Günümüzde sanat, edebiyatı, özellikle şiiri de kapsayacak biçimde bir mânâsızlık buhranıyla çetin bir imtihanda. Anlamdan ıramak resmen bir hedef olmuş. Sahte, sâkil bir “avangart” her yanı sardı. Bir içerik boşaltma heyulası dolanıyor.
Görsel sanata bakıyoruz. Sanatçının yaptığı ve elbette küratörce de onaylanmış her şeye “sanat” demek gibi bir saçmalık epeydir moda. Sanatçı bir konserve kutusuna pisleyip bunu “sanatçının boku” diye sergilerse bile bu bir sanat. Neden? Çünkü sanatçı öyle buyurdu. Biz fanilerle kendisi arasında derin bir yarık icat etti ve biz cahiller öte tarafta kaldık. Anlamıyoruz sanattan. Anlamadığımız için de sanatçının ve küratörün dediğine tabi olmaya mahkumuz.
Adam duvara muzu bantlıyor, haydi bakalım sanat…
Bu tip işler daha çok burjuvaziye satılmak için pazarlandığı, yeni bir burjuva zevki yaratmak için ya da onlara yeni bir algı dayatmak için yapıldığı bu alanı neyse ki bayağı uzaktan izlemekteyiz. Ama peki ya şiir? Yani günümüzde en az satan ama yine de hâlâ en geniş kalabalıklarla temasta olan yahut bu kuvvete haiz olan sanat?
Postmodern mânâsızlık akımının dalgaları bu kıyılara da vurdu. Bilhassa 2000’lerden sonra gerçekten farklı olmak değil, âsi olma anlamında değişik olmak değil farklı gibi olmayı performe etmeye dayanan bir şey gelişiyor buralarda. Evet “gibi”. Her şey “gibi”lerden ibaret: Cümle gibi, icat gibi, farklı gibi, şiir gibi.
Arka arkaya dizilmiş, birbiriyle bağlantısı olmayan kelimeler, anlamın gizlendiği değil düpedüz anlamın olmadığı “random” şiirler. Bilinç akışı da değil söz konusu olan, bilinç kaybı. Herkesin on dakikada bir yazabileceği, üretebileceği “şey”ler şiir diye sunuluyor.
Dümdüz, imge, icat, ahenk yoksunu şiirin karşısına ondan daha beter bir şeyle çıkılıyor. Düz şiirde kötü aktarılmış, şiir diliyle ustalıksız kotarılmış olsa da en azından bir anlam aktarma kaygısı var. “Random” şiirde ise hem şiir yok, hem anlamın ilgası var.
Politik şiirin bittiği gibi yanlış bir algıyı da besliyor bu vaziyet. Yukarıda andığımız şiir anlayışının görünürlüğü sebebiyle bir genelleme yapılıyor. Hâlbuki politik şiir bitmiş falan değil. Tüketilen şey ajitatif, imgeye, şiir işçiliğine pek özenmeyen şiir. Yoksa Türkiye’de hâlâ, yeni isimler de dâhil politik şiir damarı gayet güçlü. Şairler bağırmıyorlar sadece, şiirin neliğine ve kendisine de önem atfediyorlar. Yeni ifade biçimlerine de, hatta şiirde biçimin kendisine de.
Buradan zor gündemimiz olan deprem ve oradaki acının, bununla koşut öfkenin sanatla aktarılması hususuna dönüp yazıyı artık sonlandıralım.
Edebiyat ve sanat hayata içkindir, dolayısıyla hayat akıp giderken şahit olunan, maruz kalınan, yaşanan her şey de onun konusudur. Sanatçı ya da edebiyatçı bir gözlemci değil, bir aktaran, bir hissiyat ve hafıza işçisidir. Bu kişiler, adları üstünde birer müelliftir. Dolayısıyla onlardan beklenen de onlara özgü olan bir üslûp ve içerikle, bir anlama ve inceliğe haiz telif eserlerdir. Hâliyle “buluntu” sanat olamaz. Sanat, hüner demek, emekle ilişkili bir kavram: Kafa emeği.
Emeğin olmadığı sözde, eserde sanat aramak boşa bir meşguliyet olur. Bir enkaz fotoğrafına hisli bir iki çift söz yazmak, acı yerli yerinde tüm azameti ve korkunçluğuyla hâlihazırda zaten dururken, o acının başka bir şeye dönüşmesine bir katkı sunmayacaktır.
Söz, yapıt dönüştürmeyecekse, etkilemeyecekse, bir farkındalık yaratıp hafızalara yarına saklanacak bir dert, sıkılı yumruğa biraz daha güç, dirayet vermeyecekse… Sanat çarpmayacaksa, titretmeyecekse, düşündürmeyecekse… depremin edebiyatını yapmaya gerek yoktur. Susmak ya da edebiyat yapmadan dümdüz konuşmak çok daha iyidir.
[1] Şarkının en coşkulu bölümünde de fonda bas gitarın dramatik akışı devam eder. İç içe geçmiş duyguları (acı ve öfke) ifade için yerinde bir düzenleme.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.