İktidar yaşadığımız bu çok boyutlu felaketi “kader” diye tarif ederek siyasi sorumluluğundan kaçmak istiyor. Siyasi sorumluluğu üstlenmeyip bu felaketi kadere indirgemekle siyasal iktidar aynı zamanda hukuki yaptırımları da bertaraf etmiş oluyor
Deprem bir doğa olayıdır ancak birçok yönüyle de siyasetin temel konusudur. Deprem neden ve sonuç itibariyle siyaset üstü denilebilecek bir olgu değildir, insanın yaşamını, ilişkilerini, kültürünü, yaşam alanlarını etkileme boyutuyla sosyolojik, ekolojik ve aynı zamanda siyasidir ve siyasetin temel konusudur. Çünkü, risklerin ekolojik ve toplumsal yan etkileri siyasal otoritenin sorumluluk alanına dahildir.
Diğer yandan mühendisler, müteahhitler, bina yapımına izin veren belediye yöneticileri, devlet kurumları, depremin sonuçlarının ağırlaşmasında rolü olan devlet veya siyasal iktidar asıl faillerdir. Halk, devleti veya siyasal iktidarı sorumlu ve temel aktör olarak görürken siyasal iktidar kendisini mağdur olarak gösterip sorumluluk yüklenmekten sürekli kaçınmaya çalışıyor. Dikkat edilirse 20 yıldan fazladır parti devletinin başındakiler ve memurları kendilerini fail olarak değil, tam aksine mağdur olarak gösteriyorlar. Führer sürekli mağdurdur; çünkü koltuğunun bekâsı tehlikededir.
Deprem, sonuçları itibariyle orada yaşananlar üzerinde büyük tahribatlara yol açmıştır. Ekonomik çöküntü, psikolojik bunalım, can kaybı, eylem gücünü yitirme, yerleşim yerlerinin terk edilmesi, onlarca insanın depremden sonra başka illere göç etmesi ve buralarda da zor şartlarda yaşamaya başlamaları depremin sonuçlarındandır. Bu sonuçların ağırlaşmasında ya da hafifletilmesinde izlenen politikalar da önemli rol oynamıştır.
Böylece doğal bir olayın büyük bir toplumsal felakete dönüşmesi siyasi anlayışın ve siyasi iktidarın izlediği yol yöntem ve politikasının temel bir sonucudur ve bu felaketin asıl sorumlularındandır. Çünkü siyaset kontrol edemediği bir şeyden sorumludur. İstanbul, Van, Elazığ depremlerinde olduğu gibi yeni yaşadığımız ve çok ağır toplumsal sonuçları olan bu depremde de insanlar “nerede bu devlet” diye haykırdılar.
“Nerede bu devlet” haykırışı insanların siyasal otoriteye duydukları ihtiyaç olduğu kadar yaşanan bu tablonun oluşmaması için görev yükledikleri ve temsil edildiklerini düşündükleri kurtarıcı devlet özlemidir. Bu haykırış aynı zamanda devletin görevini yerine getirmediği ve suçlu olduğu haykırışıdır. Ancak ne yazık ki genel olarak adalet, hukuk, savcılar bu haykırışı duyup harekete geçmek yerine führerin “kaderdir” sözünü dinleyip kulaklarını tıkamayı tercih ettiler.
“Nerede bu devlet” feryadı yaşanan bu felaketin failinin kim olduğunu gösteriyor.
Bu anlamda da depremin yarattığı sonuçlara siyasi olarak bakılması ve bunun hesabının da siyaseten sorulması gerekir. Sadece parti devleti, diktatör değil; führerin belirlemiş olduğu siyasal sınırlar içinde hareket eden, alternatif üretme becerisi ortaya koyamayan muhalefet de en az bunlar kadar suçludur. Bu büyük felaketin oluşmasında siyaseten işlevsiz olan, führerin kılıfına uydurarak “devletin bekası” üzerinden icra ettiği siyaset ve hukuk normlarına bağlı ve hatta çoğu zaman bu normları koruyan muhalefet de siyaseten gerekli cevabı halktan almalıdır.
Muhalefet yardım kampanyaları yaparak bu ağır bilançonun sorumluluğundan kurtulamaz. “Biz uyarmıştık”, “Biz söylemiştik” demekle ne kadar işlevsiz bir muhalefet siyaseti yaptıklarını da gösteriyor. Bu anlamda bu oluşan tablonun ağır siyasi sonuçları olmalıdır. (Gelişmiş bir toplumda olurdu)
Bir eylemin ya da olayın siyasi veya gayri siyasi olarak belirlenmesi ifade edilen eylem ya da olay hakkında hukuk kurallarına göre mi yoksa iktidarın keyfi iradesine göre mi hüküm verileceği de belirlenmiş olur. O yüzden yaşanan bu felaketin boyutlarının siyaseten sorgulanması ve siyasi hesabının sorulması gerekir. İktidar yaşadığımız bu çok boyutlu felaketi “kader” diye tarif ederek siyasi sorumluluğundan kaçmak istiyor. Siyasi sorumluluğu üstlenmeyip bu felaketi kadere indirgemekle siyasal iktidar aynı zamanda hukuki yaptırımları da bertaraf etmiş oluyor.
Dini fetva çıkarmak için elinin altında Diyanet İşleri gibi bir kurum var ve bu kurum siyasi iktidarın, diğer bir ifadesiyle parti devletinin siyasal çizgisinin devamı için çalışır. Hukukun ve adaletin değil, parti devlet başkanı olan führerin ne dediği onlar için daha bağlayıcıdır.
Parti devletinin führere bağlı olan memurları da (bakan, milletvekili, belediye başkanları, vali, kaymakam, diyanet vb.) kader diyerek tek failin tanrı olduğunu, tanrıdan da hesap sorulamayacağını dolaylı olarak ifade etmiş oluyorlar.
Çünkü bu kadar kişinin geleceği führere bağlıdır. Bu yüzden partiye, siyasi amaçlarına zarar verebilecek, çıkarlarını zedeleyecek her şey onlar için bertaraf edilmesi gereken hedeflerdir. Hukuku inşa etmek, adaleti sağlamak değil, führerin diktatörlüğünü sağlama alacak, onun yasasına biat edecek bir siyasi amaçla hareket ederler.
Çünkü bağımsız hukuka tabi olan ve anayasal düzene uyan bir devletin olmadığı, ortada otoriter ve yasaları kendi amaç ve hareket alanına göre biçimlendiren bir parti devleti vardır. Varolan, hukuku özellikle kendi siyasi amaçları için kullanan ve bu vesileyle de tüm yargı süreçlerine müdahale etmekten kaçınmayan bir olağanüstü parti devletidir. Hakimlerin ve genel olarak devlet idaresinin bağlı oldukları yasa da “führer”in fiili iradesidir. Devletin güçlü olması yani führerin iradesinin tam olarak sağlanması toplumun ve bireyin özgürlüğünden önce gelir.
Siyasi, ticari, etnik, kültürel ve genel olarak toplumsal gelişmeler veya yaşanan olaylar devletin bekâ problemiyle açıklandığından hukuk normları da işlevsiz hale geliyor. Bu durumda hukuk genel olarak parti devletinin, diğer bir ifadeyle führer iradesini “devletin bekâsı” üzerinden güvenceye alır ve böylece toplum açısından işlevsiz kılınan hukuk, parti devletinin genel işleyiş mantığının ve siyasi sınırlarının koruyucu kılıfı haline getirilmiş oluyor. Dolayısıyla her toplumsal, siyasal, ekolojik veya sağlık gibi gelişmelerde “devletin bekâsı” söylemine sarılmaları demek aynı zamanda hukuk normlarının askıya alınması demektir. Olağanüstü hal ilanı da başlı başına “beka” söylemi üzerinden hukukun askıya alınması ve iktidarlarına gelebilecek herhangi bir eleştiri, protesto veya eylemin önünün alınması anlamını taşır. Bu durumda artık karşımızda olağanüstü bir devlet veya olağanüstü bir iktidar söz konusudur. Ortaya çıkan bu olağanüstü iktidar diğer bir ifadeyle bu diktatörlük anayasal tüm hakları da hiçe sayar. Adaletin ve hukukun artık toplum için işlemediği, hukukun yalnızca parti devletinin sopasına indirgendiği bir devlet de artık çete ve mafya devletidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.