İnsanlık, uluslararası kapitalizmin yayılmacı genişleme eğilimindeki eşik ile yaşanabilir bir gezegen eşiği arasında bir tercihle karşı karşıyadır; bu yanıyla “sınıfa karşı sınıf” karşıtlığı, “insanlığa/yaşama karşı sınıf” karşıtlığına bürünmüş durumdadır. Bu temel çelişkinin politik iması, “ya sosyalizm ya yok oluştur”
Halkevleri’nin 22 Ocak’ta düzenlediği “Yok oluştan yeniden inşaya kamusallık sempozumu”nun ilk oturumu Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Metin Özuğurlu’nun “Neoliberal krizin muhasebesi ve bugün” başlıklı sunumuyla başladı.
“Bir geri alma mücadelesi olarak kamulaştırma: Hayat sosyalizmi çağırıyor” dosyamızın ilk metni de Özuğurlu’nun sempozyumda yaptığı sunum olacak.
Yok oluştan yeniden inşaya kamusallık sempozyumu’nda sunum yapan Metin Özuğurlu
Merhaba arkadaşlar, yok oluştan yeniden inşaya kamusallık sempozyumunun başlangıç sunuşu için karşınızdayım. Ömrümüzü yiyen bir mevzuda konuşacağım. Hemen anlaşıldığı gibi neoliberalizm hakkında konuşacağım. Sınıflar mücadelesine analiz önceliği vererek neoliberalizmin muhasebesini yapacak ve böylece mutlak yoksulluk ve açlık tehdidi altındaki emekçi sınıfların mücadele programının zeminine yönelik kimi saptamalar yapmaya çalışacağım.
Neoliberalizm, uluslararası sermayenin genişleyen yeniden üretimindeki tıkanıkları aşmak için yürürlüğe konan emperyalist bir sermaye stratejisi olarak 1970’lerin sonlarından 2010’lu yıllara kadar hükmünü sürdürmüştür.
Bu süre zarfında işçi sınıfının uluslararası düzlemde uzun ve kanlı mücadelelerle edindiği kazanımların tamamı hedef tahtasına yatırılmıştır; kazanımlar listesinde, işçi sınıfı devleti, çeşitli seviyede örgütleri ve bugün kamusallık üst başlığı altında konuşacağımız meta-dışı biçimlere kavuşmuş ihtiyaç alanları başta gelmekteydi.
Toplumsal ihtiyaçların meta-dışı biçimlerle karşılanması, basit bir sosyal politika gündemi değildir; bu husus emek ve sermaye arasındaki temel çelişkinin gerçekleşme alanlarının başında gelir. Dolayısıyla bu sempozyumun başarısı, kapitalizmin temel çelişkisini işçi sınıfı lehine siyasallaştırma perspektifini hangi ölçüde geliştireceği ile ilgili olacaktır
Emeğin meta biçimi, tüm diğer metalardan farklı olarak her an yeniden meta dışına çıkabilme kapasitesini kendinde taşıyan bir metadır; tam da bu nedenle işçinin üretken kapasitesi yani emek-gücü, her gün yeniden ele geçirilen bir meta olma özelliğini taşır. Zira emeğin tarihsel eğilimi, üretken kapasitesini meta dışılaştırma yönündedir. Sermayenin tarihsel eğilimi ise, emeği fiyatını ödeyerek ele geçirdiği herhangi bir üretim girdisinden ibaret kılmak yönündedir. Uzlaşmaz karşıtlık içindeki bu tarihsel eğilimler, üretim ve yeniden üretim alanlarında günbegün farklı biçimler altında gerçekleşir.
Tarihsel kapitalizmin neoliberal evresinde dünyamız muazzam bir proleterleşme dalgasıyla sarsılmıştır. Kapitalizmin dört asırlık serüveni içerisinde görülmeyen bir hızda ve zaman dilimi içerisinde büyük çaplı bir proleterleşme dalgasından söz ediyoruz. ILO’nun verilerine göre 1991’den 2022’e ücretli ve maaşlı çalışanlar dünya çapında 1,3 milyar artarak –Çin ve Hindistan’ın da uluslararası ücretli havuzuna dahil olması da bunda etkendir- 3,3 milyar seviyesine çıkmıştır. Dünya nüfusu 8 milyara yaklaştı, bunun 4 milyardan biraz aşkını işgücünü, yani iktisaden faal nüfusu oluşturuyor. Ücretli çalışan sayısı işgücünün yüzde 80’ine yakın bir oranı teşkil etmektedir; bu gösterge Türkiye’de de yüzde 70’ler seviyesindedir. Ez cümle; dünya proleterleşmektedir.
Neoliberal evrede geleneksel ve modern-kamusal meta-dışı alan ve olanaklar tasfiye edilmiş; yaşamsallar da dahil olmak üzere tüm ihtiyaçlar meta biçimi altında ancak parayla erişilebilir hale getirilmiş, öte yandan parayı elde etmenin en meşru yolu olan ücretli istihdam hem daraltılmış hem de güvencesiz bir hale getirilmiştir. Kapitalizmin bu çağda insanlığı hem ücrete muhtaç kılmış hem de ücret geliri elde edebilecek olanaktan mahrum kılmıştır. Muhtaç olduğundan mahrum olmak duygusu, bir duygu durumu olmaktan çıkmış, pandeminin de ivmelendirdiği bir biçimde gerçek bir yaşam pratiği haline dönüşmüş durumdadır.
Şurası açıktır ki neoliberal yıllar boyunca maddi yaşamın toplumsal sınıf karakteri çok daha belirginleşmiş, temel sınıflar eksenindeki kutuplaşma derinleşmiş, sermayenin gerçek tahakkümü yaygınlaşarak genişlemiştir. Öyle ki 21. yüzyılın ilk çeyreğinde emek ve sermaye arasındaki temel çelişki, sermaye birikim gerekleri ile yaşam formlarının sürdürülebilir varlığı arasındaki bir çelişki mahiyeti de kazanmıştır. İnsanlık, uluslararası kapitalizmin yayılmacı genişleme eğilimindeki eşik ile yaşanabilir bir gezegen eşiği arasında bir tercihle karşı karşıyadır; bu yanıyla “sınıfa karşı sınıf” karşıtlığı, “insanlığa/yaşama karşı sınıf” karşıtlığına bürünmüş durumdadır. Bu temel çelişkinin politik iması, “ya sosyalizm ya yok oluştur”.
Tarihsel kapitalizmin neoliberal evresi kapanırken, uluslararası sermaye bilgi teknolojileri aracılığıyla dijitalleşme, yapay zeka ve robotlar yoluyla yeni bir yola koyulmuş, vasıfsız, yarı-vasıflı ve sabit işlemlere dayalı vasıflı işgücünü mutlak işsizliğe sevk edecek kapıyı ardına kadar açmış bulunmaktadır. Şimdi hedef tahtasında yurttaşlık statüsü yer almaktadır, bir adım ilerisinde de Lübnanlı profesör Hariri’nin önceki Davos toplantılarında dile getirdiği gibi düşünen yaratık –homo sapiens- olarak insan türü yer almaktadır. Neoliberalizm sosyal yurttaşlığın, ki o tarihsel bakımdan yurttaşlık formunun en olgun biçimiydi, sosyal boyutunu tahrip etti; dijital kapitalizm ise ‘büyük insanlığa’ düşkün statüsünü, yardıma muhtaç statüsünü sunuyor, mekanizmasının adı da üstelik evrensel yurttaşlık geliri.
Sermaye birikim gereklerinin edilgen bir şekilde sadece sonuçlarını yaşamak, sermayenin kâr ve rekabet arzusuna uyum göstermekle mükellef bir hayat yaşamak ‘büyük insanlığın’ kitabında yazmaz. Mal, hizmet, ürün ve bilgi üretenlerin birleşik bir sınıf hareketini geliştirmek için nesnel koşullar son derece uygundur. Kendi sınıf çıkarını, hem içinde yaşadığı toplumun ortak çıkarı hem de insanlık çıkarı olarak örgütleyebilecek biricik sınıf işçi sınıfıdır. Sermayenin, bu bakımdan sermayesi kalmamıştır; tamamına yakını da işçi sınıfı mücadelelerinin eseri olan demokratik mekanizmalar aracılığıyla sermaye kendi sınıf çıkarını ulusun çıkarı ve insanlığın çıkarı olarak genelleştirebilmişti. Artık bu kapasitesi kalmadı, insanlığa vaat ettiklerine bakınız.
Hem yaşadığı toprakların çocukları olup hem de insanlığın ortak değerlerine ait olmak şeklindeki bir kimliğe bugün sadece sosyalizm bayrağını taşıyan devrimciler sahiptir.
Türkiye bugün; iktisaden üretken kapasitesi tahrip edilmiş, kamusal varlıkları talan edilmiş, toplumsal bakımdan parçalanmış, siyasal bakımdan kamplaşmış, kültürel bakımdan ise ırki, dini ve cinsiyetçi kod ve sembollerle paralize olmuş bir ülke konumundadır. Bu tablo, Türkiye’nin “uluslararası piyasalara yeniden ve derin entegrasyonunu” tesis etmek maksadıyla uygulamaya konan neoliberal stratejinin dolaysız bir ürünüdür. AKP, sözü edilen sermaye programını ödünsüz uygulayıcısı olarak, mevcut tablonun yerli sorumlusudur.
Türkiye, küresel salgının da derinleştirdiği şekliyle, büyük bir iktisadi buhranın içindedir; istihdam, barınma, eğitim, sağlık, beslenme gibi yaşamsal alanlardaki büyük tahribat, iktisadi buhranın sosyal bir afet boyutu kazandığını da göstermektedir.
Hükümet sistemi değişikliği ile devletin merkez ve taşra örgütlenmesi paralize olmuş, AKP-devlet özdeşliği ile devlet idaresi dini örgütlerin kapalı av alanına dönüşmüş durumdadır. Yıllardır Türkiye devletine sızmaya çalışan dini örgütler, Kemalist devlet örgütlenmesinden geriye kalan koridor ve koltuklardaki varlıkları ile “devlet olduk” şımarıklığı içindedirler. Mevcut hükümet sistemi ile de hâkimiyet ve idare, tek bir elde, oligarşik bir kastın terkesindedir. Böylesi bir devlet örgütlenmesi, acil ve yaşamsal önlemleri gerçekleştirecek idari kapasiteye sahip değildir.
Türkiye’deki bunalım dünya kapitalist sistemindeki buhranın bir parçası olduğu gibi, Türkiye devrimi de dünya devriminin bir parçası olarak kavranmak durumundadır. İktisadi buhran ve sosyal afetle mücadele programı hazırlamak ve bunu hayata geçirmek, Türkiye’nin acil ve öncelikli meselesidir. Türkiye’nin emekçi Cumhuriyeti olarak yeniden kuruluşu, bu çabanın içinde filizlenecektir. 21. yüzyılın parolası belki de ilk kez bu kadim topraklardan duyulacaktır: Özgür, eşit, kardeşçe yaşam için egemenlik ve iktidar halka!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.