Bak işte orada, Gezi Parkı tarihçesinden Köy Enstitüleri’ne, şurada Şeyh Bedrettin Destanı’ndan Paris Komünü’ne, biraz ileride Bekle Bizi İstanbul’dan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’e kadar her şey yolunuzu gözlemekte. Rodrigo’nun Gitar Konçertosu uzatıyor başını bir yerde, Che Guevara sesleniyor az ileride
Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları
Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne
En bereketli yağmurları
Hep kendi soluğumuzla yarattık
Adnan Yücel
Sabahın köründe kahvaltısını bile yapmadan çıkmıştı evden; elinde sıkı sıkıya tuttuğu paketi, Zeliha ananın evinin yoluna düşmüştü. Niğde Cezaevi’nde yatan bir arkadaşının annesiydi Zeliha ana. Oğlunu canı gibi sever, başına yeni belalar gelsin istemezdi. Bu nedenle günlerce oyalamıştı ya kendisini, ama allem etmiş kallem etmiş, olmadık diller dökmüş, sonunda ikna etmişti işte yaşlı kadını, bu görüş gününde götürecekti artık özenle hazırladığı paketi cezaevine.
Sabaha kadar çalışmıştı o gün, illegal çıkardıkları gazeteyi, hazırladığı bir yazıyla birlikte kâğıt mendillere geçmiş, sonra da gömleklerin yakalarına özenle yerleştirmişti. Kim bilir nasıl sevinecekti arkadaşları bu hediyeyi görünce.
Ama o da ne? Büyük bir heyecanla çaldığı kapıyı açan Zeliha ana, “hadi oradan pis dilenci, defol buradan” demekle kalmamış, kapıyı da büyük bir hışımla yüzüne kapamıştı.
Allak bullak olmuştu birden, kadın kendisini tanımamış mıydı yoksa tanıdığı halde çok ısrarcı olduğu için kendisine dilenci muamelesi mi yapıyordu? Öylesine burkulmuştu ki içi, aklına bile gelmemişti bu yaşlı kadının evine karakol kurulmuş olabileceği. Hem şaşırmış hem de sevinmişti durumu bir arkadaşından öğrenince. Nereden bilsin bir arkadaşının çözülüp Zeliha ananın evine gideceğini bile söyleyeceğini; neyse ki ucuz atlatmış, direkten dönmüştü yine. Hadi bu seferlik de kurtuldum ellerine düşmekten diye sevinmişti, Selma ile birlikte kaldığı Kanal Köprü’deki evden kaçarken de benzer şekilde kurtulmamış mıydı ölümden.
Çekirge gibiydi işte yaşantısı, gerçi o üçüncüyü çoktan atlatmıştı da bakalım kaçıncı sıçrayışta kaptıracaktı o yakayı.
Şimdiye kadar kaç karakoldan kurtulmuş, kaç defa atlatmıştı ölümü. Ama o kadar dikkate rağmen sonunda olan olmuştu işte.
***
Aslında bir sıkıntı vardı içinde o gün, hissetmiş gibiydi sanki yakalanacağını, yine de gitmişti o son randevuya. Dışarıyı şöyle bir kolaçan ettikten sonra girmişti kahveye; bir masada tek başına oturmuş kendisini bekleyen arkadaşının yanına. Tam sandalyeye oturacağı sırada yapışıvermişlerdi koluna, gerisi karga tulumba. Ve şimdi, gelmiş geçmiş bütün o “çekirge”liklerin hesabı soruluyordu kendisine. Hem de ne sorma ama.
“O evden nasıl kaçtın ulan?” diye höykürüyordu sorgucu, “Ya hemen bir bir anlatacaksın bana ya da ölün çıkacak buradan!”
Haklı da. Düşündükçe içine işliyor, bir türlü hazmedemiyordu “atlatılmış” olma duygusunu. Nasıl hazmetsin ki, Zeliha ananın evine karakol kuran ekibin komiseriydi o. Öyle, sıradan bir komiser de değildi, “altın kabzalı” bir tabanca ile ödüllendirilmişti göstermiş olduğu üstün başarılar nedeniyle, hem de bizzat eli kanlı Kenan Evren tarafından. O sormayıp da kim soracaktı, elini kolunu bağlayıp işkence tezgâhına yatırdığı, yıllarca peşinden koştuğu bu adamdan.
Önceleri ciddiye almamış, nasıl olsa dayanamaz konuşur diye beklemişti sabırla. Ama günler geçip de durumda bir değişiklik olmayınca sinirleri gerilmeye başlamıştı başkomiserimizin; ne altın kabzalı tabancası işe yarıyordu bu sefer ne kaba dayak, falaka, elektrik, soğuk su banyosu, cop sokma ya da Filistin askısı. Bildiği bütün yolları deniyordu, nafile. Neydi bu başına gelen böyle ya, çetin ceviz mi? Olacak şey miydi bu hele de bugünlerde. Durmadan artırıyordu işkencenin dozunu.
“İndirin askıdan” dedi umutsuzca “baksanıza askıda bile gülümsüyor bu ibne.”
Askı mı? Filistin askısında mıydı o? Çoktan inmemiş miydi oradan? Tam gücü tükendiği anda yetişivermişti ya “Mavi” imdadına. Yanında her zamanki gibi Fatih ile birlikte. Tüm işkencecileri teslim alıp Fatih’e seslenmişti muzaffer bir eda ile “İndir onu askıdan Fatih, dinlensin biraz!” İndirmişlerdi de. Hayret kimse görmemiş miydi onların gelişini?
Rüya mı hayal mi? Yok, hayır, gerçekti yaşadığı. Bir defasında Fatih bile girmişti kendi yerine Filistin askısına, nasıl da tüy gibi hafif hissetmişti kendi yerine “harcını karan ustası”nı görüverince askıda. Burada bile yalnız bırakmıyordu ustası onu, “biraz daha, biraz daha dayan diye sesiyle; bayılmasını bile engelliyordu duyduğu onca acıya rağmen. Bundan büyük onur olur muydu?
Ya Ataman’a ne demeli? Nasıl da tam zamanında dalıveriyordu hücresine ikirciklenmeye başladığı anda. İkirciklenmemek mümkün muydu onca işkenceden sonra? Orta yolu bulalım diyordu sorgucu. Orta yol dediği neydi? Sadece polisin hakkında bildiklerini kabul etmesi. Daha fazla bir bilgi istemiyorlardı ki. O kadar da olacaktı hani, sonuçta cami avlusundan getirilmemişti ya. Canının bağışlanması için, polislerin hazırladıkları ifadenin altına imzasını atması yeterdi. Atar mıydı gerçekten? Mavi, Fatih, Ataman ve diğerleri olmasaydı belki de… Kim bilir?
İstanbul’un Kara Murat’ı, Adana’nın Sürmelisi’ydi Ataman. Aynı teklif, teklifler ona da yapılmamış mıydı, işkence tezgahlarında ser vermeden önce. Ona da denmemiş miydi, hakkında söylenenleri kabul et, tatlı canını kurtar, çık git buradan diye. Ah Ataman ahhh! Nasıl da biliyordu onun tam da iki dünya arasında bocalamaya başladığı anı? Nasıl da eziyordu, hücresinin karanlık köşelerine sinmiş ihanet yılanlarını büyük bir öfkeyle, ayaklarının altında? Sadece ezmekle de kalmıyordu onları, ağzını sımsıkı bağladığı çuvala doldurup sırtına atıp çıkıp gidiyordu hücreden gönül rahatlığıyla. Tertemiz oluyordu hücre birden, ne ölüm korkusu kalıyordu geride ne ikirciklenme ne hayıflanma.
Gel de çözül sen çözülebilirsen onu öyle karşında capcanlı, kararlı, direngen görünce…
***
12 Eylül dönemindeki, sıradan bir işkence sahnesiyle başlıyor kitabımız ama bir sorgu ya da cezaevi kitabı değil Mavi. Güzel kurgulanmış bir “iki dönem” romanı diyeyim ben, “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” anlayın siz.
12 Eylül günlerinde, bir kitap dağıtım şirketinde tanışmış Adnan Yücel ile; yüzünden eksik olmayan tebessümü ve dal gibi boyuyla o çocuk ruhlu, o insan güzeli, o tepeden tırnağa devrim sevdalısı şairle.
Ne kendisi doymuş Mavi’yi, Fatih’i, İsmail’i ve Ataman’ı ona anlatmaya, ne de o doymuş onları yazmaya. “Mutlaka yazılmalı bunların şiirleri” diyormuş, “Mutlaka ama!”
Bir ay gibi kısa sürede baskıya hazır hale getirmiş kitabı.
Çıkar çıkmaz cezaevleri koğuşlarının olmazsa olmazı olur tabii, o kadar sevilir, o kadar aranır bu buram buram direniş, buram buram kavga, buram buram aşk kokan kitabı.
Çok geçmeden, dışardakilerin de başucu kitabıdır artık, ezbere söylenir miting meydanlarında, toplantılarda, dost sohbetlerinde.
Besteleri dilden dile.
İşte yıllar sonra şimdi de Gezi Parkı’nda, zifiri karanlığa tutulan el feneri gibi yol göstermeye devam ediyor hala.
Matruşkalar uçuştu benim gözlerimin önünde kitabın sayfalarını her çevirdiğimde; Rus yapımı ahşap oyuncak bebek matruşka. Bir bebeği ortadan açıyorsun içinden başka bir bebek çıkıyor, onu da açıyorsun, bir başka bebek. Yazarımız da iç içe geçirmiş anlatılarını, tam birini bitiriyorsun diğeri başlıyor, diğerine yoğunlaşırken öbürü boy veriyor, hani laf lafı açtı derler ya, sohbet tadında, güzel bir dil yakalamış kendince. Tarihin arka odalarında gezinip duruyorsunuz siz de onunla birlikte.
Bak işte orada, Gezi Parkı tarihçesinden Köy Enstitüleri’ne, şurada Şeyh Bedrettin Destanı’ndan Paris Komünü’ne, biraz ileride Bekle Bizi İstanbul’dan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’e kadar her şey yolunuzu gözlemekte. Rodrigo’nun Gitar Konçertosu uzatıyor başını bir yerde, Che Guevara sesleniyor az ileride. Che olur da onun intikamını alan kadın olarak ünlenen Monika Ertl olmaz mı hiç, elbette onun hikayesi de var kitapta. Saymakla bitmez daha niceleri.
***
Adana Köprüköy Askeri Cezaevi’nde tanışmış olduğunu öğreniyoruz Remzi Basalak ile, daha 17 yaşında imiş o zamanlar. Ve o yaşta başlamış destanını ilmik ilmik yazmaya.
Cezaevi sonrası da hep aynı evlerde kalmışlar, o zor yıllarda gelişen, sımsıcak bir dostluk, yoldaşlık. “Mangal gibi bir yüreğe, deli fişek bir ruha sahipti” diyerek başlıyor anlatmaya o uzun hikâyeyi.
Remzi’nin canları, ciğerlerini tanıyoruz sonra, Şaban, Murat, Kıvırcık ve diğerleri, her biri bir devrim neferi. Her birinin dillere destan hikayeleri.
Elbette tüm ayrıntılarıyla Sefaköy Direnişi ve İsmail Cüneyt. Ne zaman aklıma düşse, İsmail Cüneyt adı, derin bir sızı kaplar yüreğimi diye başlıyor o bölüme ama belirtmemiş olsa bile ta içinizde hissediyorsunuz siz de o yürek yangınını.
Bunca olay ve isim söz konusu olur da yer yer adrese teslim eleştiriler olmaz mı? Elbette var tabii, adı geçenlerin cevap hakları bakidir deyip geçiyorum oraları.
Her ne kadar erkek isimleri ön plana çıksa da bir “erkek” romanı gibi değil Mavi, yani “esas oğlanlar”la “yardımcı kadın oyuncular” yok karşınızda. Kadınlar da bütün varlıklarıyla atılıyorlar mücadeleye o zor yıllarda; her biri olağanüstü bir çaba içinde. Selma’yı, Zilan’ı, Elif’i, Emine’yi, Gülümser’i ve diğerlerini o kadar yakından tanıyıp seviyorsunuz ki. İşin güzel yanı, sadece iktidar mücadelesi de değil dertleri, erkek yoldaşlarıyla birlikte ilerlerken el ele, omuz omuza o güzel günlere kadın olma bilincini unutmuyorlar bir kere bile. Hele bir kaynar su dökme olayları var ki yazarımızın başına, insana ‘böyle yoldaşlar bütün dostların başına” dedirtmekte. Arandıkları dönemde, sığındıkları bir evde geçer olay. Ev sahiplerine uydurdukları senaryo gereği feodal bir erkeği oynaması gerekmektedir ve rolüne biraz fazla kaptırınca kendisini olanlar oluverir. Gerçekten en severek okuduğum bölümlerden biri idi o bölüm.
Hani diyor ya şair “Binlerce ihanet çirkinliğinde, Bir avuç direnci güzellediler”, o direnci güzelleyenler anlatılıyor bu romanda; “bağbozumundan arta kalan hasadı kaldırmak zorunda olan” kahramanlarımızın ağzından hem de. Tek tek topluyorlar dökülen, sağa sola saçılan taneleri, bir iken iki, iki iken üç, beş, on oluyorlar çekirdek kadro. Çekirdek sağlam ama, bir “aması” var yine de.
Polis takibi atlatılması konusunda küçük bir el kitabı gibi hazırlanmış kitap. Soluk soluğa kalıyorsunuz siz de kahramanlarımızla polis kovalamacasında ya da evlerin açığa çıkıp çıkmadığı sorusunun cevaplanmasında. Hele de içlerindeki “ajan” sızıntısını açığa çıkarma olayında. Onlarla yatıp, onlarla kalkıyor, aynı soruları siz de soruyorsunuz kafanızda. Kitap bittiğinde “ajan” denilerek öldürülen onlarca isimsiz insan geçiyor gözlerinizin önünden. Acaba kaçı kitapta olduğu gibi iğneyle kuyu kazma misali, ince eleyip sık dokumalarla açığa çıkarılmıştı? Ajan mıydılar sahiden? Sahi kim çiziyordu “yoldaş katilliği” ile “ajan cezalandırma” arasındaki sınırı? Yoksa biz yaptık oldu, minare kılıfa sığdı mıydı sergilenenler.
***
Kitabın bir diğer güzel yanı da anlatımın şiirlerle tamamlanıyor olması. Sadece Nazım Hikmet, Vedat Türkali ya da Adnan Yücel’den dizeler değil, kendi şiirlerini de kullanıyor yeri ve zamanı geldiğinde. Yazarımızın aynı zamanda bir şair olduğuna da tanık oluyoruz sayfalar arasında ilerledikçe.
“Yağız delikanlının bakışı / Sana benziyordu usta” diye sesleniyor şiirlerinin birinde Yılmaz Güney’e.
Dayanamayıp sormuş da sen Yılmaz Güney’i tanır mısın diye?
Önce şaka yapıyor sanmış cevabı duyunca, sonra vurgun yemiş gibi çökmüş kalmış olduğu yerde. Yılmaz Güney’i bile bilmeyenler nereden bilecek Mavi’yi, Fatih’i, Ataman’ı ve İsmail Cüneyt’i diye.
“Sadece yazmakla kalmıyor, okuyor da tabii şiiri, hele de “Bekle bizi İstanbul”u:
“Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın”
Sadece şiir mi? Müzik de çok belirgin bir yer tutuyor kitapta; hele de sanat müziğinin Kürdilihicazkar makamı. Yazarımızın en sevdiği makammış zaten, neredeyse tüm hikayeleriyle biliyor bütün şarkıları. Mesela hiç beklemediğiniz bir anda fısıldayıveriyor kulağınıza fırtınalı Selahattin Pınar-Afife Jale aşkını. Yoksa nasıl yazardı “Nereden sevdim o zalim kadını” şarkısını.
“Hoca Nasreddin’in torunlarıydı bunlar…” diye anlatıyor Gezi direnişçilerini. “Mevlâna ve Yunus’un soyundan geliyorlardı, Bektaşi fıkralarıyla büyütülmüşlerdi. Hiçbir yasak umurlarında olmuyor, hepsini teker teker çiğneyip geçiyorlardı. Fakat kandil gecesi ağızlarına bir gram dahi içki koymamışlar, iftar akşamlarında her yere metrelerce uzayan ‘Yeryüzü Sofraları’ kurmuşlardı.”
Bir de kitaba adını veren tabii…
“Hiç abartmadan söylüyorum içimizdeki yaşayan Che’ydi diye başlıyor söze Mavi’yi anlatabilmek için. Kelle koltukta usta bir yeraltı savaşçısı ve örgütçüsü. Bir gizlilik dehası. Varlığı bile saflarda başlı başına bir güven kaynağı. Her türlü teknik sorunda müthiş bir profesyonel. Ve kısacık ömrüne sığdırdığı olağanüstü işler ve eylemler. Hangi birini anlatayım ki size” diyerek başlıyor anlatmaya.
“Başarılamaz denilen işlerde bile çıtayı her zaman en yükseğe koyar, tereyağından kıl çeker gibi en zor eylemlerin üstesinden rahatlıkla gelirdi. Bireysel tüm hırs ve ihtiraslarından arınmış, makam ve mevki peşinde asla koşmayan, sadece yapacağı işlere ve eylemlere odaklanan, sanki rütbesiz bir ‘devrim generali’ydi.”
Onun kitabında arkada olmak yoktu, her zaman en önde olmalıydı.
12 Eylül’ü de “Hücummmm” ruhuyla karşılamıştı.
Daha bir ay bile geçmemişken askeri faşist darbenin üzerinden, 29 Eylül 1980 günü, yanına her zamanki gibi Fatih’i alarak geçmişti çalıntı arabanın direksiyonuna, günler öncesinden planladıkları eylemi gerçekleştirmeye.
Duracakmış gibi yavaşlar, karşıda dur işareti yapan askeri görünce, tam aynı hizaya gelince basıverir gaza; bakakalır askerler ok gibi fırlayan arabanın ardı sıra.
Gerisi korkunç bir kovalamaca.
Pes peşe polis arabaları, siren sesleri, silah tarrakaları.
Önce Fatih yaralanır kolundan, yarasının farkında bile değil, gözleri fellik fellik Mavi’yi aramada.
Mavi, Fatih’i kurtarabilirim umuduyla sokak içlerinde ölümüne çatışmakta.
En son, çatışa çatışa çekildiği inşaatta görürüz onu.
Bir inşaat değil burçlarına direniş bayrağı çekilmiş bir kaledir artık “soluğu rüzgâr” olana.
“Bir tek kaya doruklaşmıştı o gün
Al bir mendil sancaklaşmıştı o gün
Elinde yüreği silah bir adam
Halk burcunda bayraklaşmıştı o gün”
***
Bir solukta okunan upuzun bir hikâye MAVİ.
Kitap bittiğinde tanığı olduğunuz kâbus çoktan bitmiş, Gezi Parkı’nın ortasında yeni bir güne merhaba derken buluveriyorsunuz kendinizi.
Halbuki sadece bir gün geçmiş aradan.
Koskoca bir dönemi, bir güne sığdırıvermiş MAVİ.
Ceylan Yayınları’ndan çıktı kitap, geçtiğimiz ayda.
Mahmut Gürsel Kuş imzasıyla.
1955 Mersin doğumlu kendisi. Köy Enstitülü bir babanın Hacettepe Tıp Fakültesi’nde okuyan oğlu.
1974 yılında okulu bırakıp işçi sınıfı içinde çalışmaya başlamış.
1976 yılında Halkın Kurtuluşu gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği, ardından cezaevleri ile tanışmış.
Sonrası, bir güne sığdırılan bir uzun hikâye işte.
Bir günde Devr-i Alem tadında.
“Bir gün dediğimiz de zaten neydi ki?” diye soruyor son sayfada.
“Onlarca yılın, koskoca tarihin sadece bir toplamı değil miydi?”
Emeklerine, yüreğine, kalemine sağlık Mahmut Gürsel Kuş.
Okyanuslara doğru akmaya devam etsin hep MAVİ.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.