Güvenceli esneklik sömürüsü: Çalışıyorum, öyleyse yokum!

İşçi sınıfı, sermayenin tahakkümü kurduğu mevcut düzende kamunun bir parçası değildir. Sermaye sınıfının gözünde işçiler, kendi zenginliklerinin müzmin icracıları konumundadır. İşçiler bu yüzdendir ki adil bir ücret hakkına asla sahip olamaz, güvenceli bir çalışma hakkına erişemez

Güvenceli esneklik sömürüsü: Çalışıyorum, öyleyse yokum!

“İşçi tabanı kavranılmadığı ve örgütlenilmediği için işçilerin çeşitli sorunlar karşısındaki eğilim ve düşünceleri kararlara yansıtılmamakta ve kaçınılmaz olarak demokratiklik kaybolmakta, işleyişte sadece merkeziyetçilik kalmaktadır. Yalnız,bu merkeziyetçiliğin tabandaki dinamikler örgütlendirilmediği için yaptırım gücü olmamaktadır ve çoğu kez kararlar sorunlara çözüm bulmaktan uzak olmaktadır.”

(Devrimci Yol – Devrimci İşçiler Mücadeleye Broşürü)

Çalışma hakkı, bireyin kendi iradesi ve taleplerinden ziyade sermayenin talep ve istekleri ile şekillenmektedir. Günümüzde çalışma bu haliyle devamlı olarak sermayeyi büyüten bir işleve sahiptir. Sermayenin çalışma ilişkilerini kimi zaman yasalarla kimi zaman da yasalara ihtiyaç duymadan zor yolu ile baskı altında tutması, emeğin kamusal alandan tasfiyesi sürecini beraberinde getirir. Sadece saldırlar karşısında tavır almakla yetinmek karşıt bir iktidar alanı yaratamamakta, topyekûn tasfiye sürecinde sermayenin elini güçlendirmektedir.

Sınırsız esneklik, sınırsız kölelik

Malum, Türkiye bir ücretliler toplumuna dönüştürülmüş durumda. Dolayısıyla ücret ve ücrete bağımlılık meselesi işçilerin en önemli gündemi. Zira işçiler, ekonomik yıkıntının ve derin yoksulluğun yarattığı etkilerinden korunmak adına ilk taleplerini ücretlerinin yükseltilmesi olarak belirler. Bu durumda hoşnutsuzluğun en önemli nedeni ekonomik gerekçelerdir. Çok değil, daha bir yıl öncesinde ortaya çıkan ve ülke geneline yayılan işçi eylemlerinde ilk talep ücret zamları olarak ortaya çıkmıştı. Bunu işten atılmalar ve sendikal baskılara karşı talepler izledi.

Devletin ve mevcut iktidar yapısının bir şirket mantığı ile işlediğini düşündüğümüzde ilk başvurdukları yol, ücretlerin baskı altında tutulmasıdır. Daha sonra ise çalışmanın kendisi, kusursuzca işleyen bir makinenin dişlilerine uygun olarak yeniden dizayn edilir.

Örnek vermek gerekirse, TİSK yönetiminin çalışma yaşamında esnekliği sürekli ve ısrarlı bir şekilde vurgulamasının nedeni budur. İşletmelerin geleceği, istihdamın devamı, ücret ödemelerinde devlet desteği gibi söylemler, süreklileşen bir tehdidin talepleridir.

Sermaye işçiyi, ücret hakkı üzerinde sürekli gözdağı vererek kontrol eder. Bununla yetinmekle de kalmaz, işçinin nasıl ve hangi şartlarda çalışması gerektiğini ısrarla vurgular, bu ısrarının hayata geçmesi için çaba harcar. Bu çabanın sonucu olarak emeğin sömürüsü üzerinden de sürekli servetine servet katar.

Sonuç; düşük ücretlerle ve yarın nasıl çalışacağını bilemeyen işçiler üzerinde klasik sömürü süreci işler. Yoksulluk, sadece ücret ve işsizlik baskısı ile değil, aynı zamanda güvenceli çalışma hakkının ortadan kaldırılmasıyla da derinleşir. İşçiler çalıştıkça kendi benliğini yitirir.

İşçi sınıfı mücadelesinde politik temsiliyet merkezi ve kamuculuk

İşçi sınıfı, sermayenin tahakkümü kurduğu mevcut düzende kamunun bir parçası değildir. Sermaye sınıfının gözünde işçiler, kendi zenginliklerinin müzmin icracıları konumundadır. İşçiler bu yüzdendir ki adil bir ücret hakkına asla sahip olamaz, güvenceli bir çalışma hakkına erişemez. Bir diğer yalın ifadeyle; sendika hakkı işçiler için sadece kâğıt üstünde kalmış bir haktır. Buna ek olarak grev hakkı ise her an yasaklanma tehdidi ile karşı karşıyadır.

Patronlar ile işçiler arasında doğal bir eşitsizlik vardır. Bu durumda işçileri patronlara karşı koruyan bir iş hukuku yoktur. Türkiye’de mevcut iş hukuku alabildiğince liberalleşmiş bir içtihada ve işçiden çok işvereni koruyan bir içeriğe sahiptir.

Güvenceden yoksun ve açlık ücreti altında çalıştırılmaya mecbur bırakılan işçiler, bir de ölüm riski ile karşı karşıyadır. Kısacası güvenceden, örgütlülükten ve can güvenliğinden yoksun olarak çalıştırılan işçi sınıfının doğal olarak erişmeye çalıştığı ve mücadele ettiği en temel talepler de bunlardır.

Mesele, işçi sınıfının bu üç temel hak üzerinden ne kadar örgütlenebildiğidir. Geçen yılın hemen başında ortaya çıkan ve Türkiye’nin birçok bölgesine yayılan işçi eylemlerinde heyecan duyan sol, bu iradenin de sönümlenmesinde sorumluluk sahibidir.

İşçi sınıfı ile kurulan temenni ilişkisi, bir diğer ifadeyle sınıftan kopuk sınıfsız bir siyaset tercihi, solu ve solun etkilediği emek örgütlerini de sınıfın çıkarlarını esas alan siyasetten yoksun bırakmaktadır.

Türkiye’de mevcut sol hareket bu can alıcı sorunlar etrafında dahi işçi sınıfını bir arada tutan bir programa tam anlamıyla sahip değildir. Eğer aksi gerçekleşmiş olsaydı kendiliğinden ortaya çıkan ve daha sonrasında sönümlenen eylemler bir adım ilerisine taşınabilirdi.

Gündelik sınıf çelişkilerinin yaşandığı her bir işyeri aynı zamanda bir mücadele ve örgütlenme alanıdır. Buna ek olarak işçi sınıfının politik temsil merkezlerinin oluşmasında, derinleşip kök salmasında en verimli sahalardır.

Neoliberal devlet aklının yarattığı eşitsizliğe ve güvencesizliğe karşı işçilerin hem kendini güvenceye alması hem de karşıt bir iktidar alternatifi yaratması, sermayenin karşısına örgütlü bir güç olarak çıkması ile mümkündür. Bu gücün merkezi piyasalaşmaya karşı kamucu bir iradeyi ve bu iradenin politik temsil merkezlerini inşa etmekten geçmektedir.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur