Hayvancılık sektörünün girdileri için tüm tarım arazilerinin yüzde 80’inden fazlası kullanılıyor. Toplamda 100 kalori tahıl yemiyle 17-30 kalori et elde ediliyor
Gıda en temel ihtiyacımız ve yaşamamızın temelidir. İklim krizinden kaynaklı gıda krizi gıdaya erişimimizi yıldan yıla zorlaştırıyor ve gittikçe imkansız bir hale getiriyor. Endüstriyel tarımın ‘daha fazla gıda üretmek, açlığı azaltmak’ yalanlarını öne sürerek egemen olduğu gıda üretim sistemi bizleri doyurmak değil, daha fazla kâr etmek gayesini taşıyor. Gıdaya erişim ulaşabildiğimiz en temel haklarımızdan birisi olması gerekirken kapitalist üretim biçimleri ile birlikte bu temel ihtiyacımız metalaşmış oluyor. Belki ‘daha fazla’ gıda üretiliyor olsa dahi endüstriyel tarım, yerel tarım üretimlerini yok ediyor, gıda dağıtımını eşitsiz bir şekilde yapıyor ve sözde verimli üretim ile birlikte topraklarımız geri dönüşü çok zor olacak şekilde her yıl kayboluyor, tekrar ekilemez hale geliyor. Bu sistem insanlarla birlikte insan dışı hayvanların da sömürüsü üzerinde inşaa ediliyor.
Gıda sisteminde tekelleşme süreci
Modern gıda sistemi son beş yüz yıl içerisinde aşamalı olarak ortaya çıktı. Kapitalist üretim tarzı ile birlikte geleneksel, yerel tarım tekniklerinin yerini yüksek verimli ve daha çok kârı amaçlayan endüstriyel tarıma bıraktı. 1980 yılından itibaren neoliberal politikaların uygulanmaya başlaması ile birlikte çiftçileri destekleyen kurumlar dağıtıldı. (Çaykur’un Varlık Fonu’na devri, Fiskobirlik’in işlevsiz hale getirilmesi vb.) Bunun sonucunda çiftçiler üretim tarzı, üretim için gereken girdilerin pahalılığı gibi sebeplerden borçlandırıldı ve topraklarını kaybetti. Böylece üretim tekelleşmeye başladı.
Çokuluslu şirketlerin piyasada hakimiyeti artarken küçük ve orta ölçekteki üreticiler girdi ve gıdanın tüketiciye ulaşımındaki yüksek maliyetler sonucu rekabet edemez hale getirildi.
Modern gıda sistemi içinde önemli bir yeri olan endüstriyel hayvancılık da bu tekelleşme sürecinden geçti. Kanada’da et kesiminde iki egemen şirket var ve kesimhanelerin yüzde 95’i ABD’li tohum şirketi Cargill’in elinde. Yine sektöre egemen şirketlerden JBS her gün milyonlarca hayvanı kesip 150 ülkeye ihraç ediyor. (JBS’nin değeri 55-60 milyar dolar) Gıda üretimi bu kadar tekelleşmişken bu şirketlerin ülkelerin gıda politikalarını belirleyecek güce sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Hayvancılık sektöründe egemen şirketlerin oluşması birçok sorunu doğuruyor. Milyar dolarlık değerleri ile piyasaya hakim olan şirketler doğal olarak tüm propaganda araçları ile insanların tercih ettiği gıdaları/beslenme biçimini etkileyebilecek konumda.
Tarım sistemindeki üretimi niceliksel olarak arttırmaya yarayan ticari gübreler, hayvanlarda kullanılan antibiyotikler, pestisistler ve birçok kimyasal beraberinde uzun vadede görülen hastalıklara ve besinlerin değerinin niteliksel olarak düşmesine sebep oluyor. Yoğun kimyasal kullanımına dayanıklı tohumlar üreten şirketler tohumların patentini alıyor. DTÖ’nün Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Haklan Anlaşması“ tohum saklama ve tohum paylaşmayı suç haline getiriyor. Böylece çiftçiler kendi tohumlarını üretmek yerine her yıl yeniden tohum satın almak zorunda bırakılıyor.
Ancak bu üretim tarzıyla toprak gibi oluşumu binlerce yıl süren varlık çoraklaşıyor, her yıl milyarlarca toprak kayboluyor. Yerel üretimlerin azalması ve tekelleşen gıda üretimi gıda tedarik zincirlerindeki kayıp ve israfı doğuruyor ve yılda 1 milyar tondan fazla gıda israf oluyor.
Sistem sadece tedarik ağlarındaki kırılganlıkla gıda israfına değil, başka şeylere de yol açıyor. İnsan dışı hayvanların yaşam alanlarına kadar ilerleyen hayvancılık üretimi ve bu üretimlerin tekelleşen ve bunun sonucunda belli bir alan içinde hayvanların ve çalışanların sayısının yoğunlaştığı şekilde olması salgınların önünü açıyor. Kâr maksimizasyonu için milyonlarca hayvan dar alanlara hapsediliyor. Hayvanların direnci ve üzerlerinden elde edilen verimin arttırılması için verilen antibiyotikler hayvanlarda ilaç direncine yol açıyor. Bunların sonucu salgınlar kaçınılmaz hale geliyor.
Birçok açıdan sürdürülebilirliği mümkün olmayan bu sistem gıda krizini ve iklim krizini derinleştiriyor.
Hayvancılık nerede duruyor?
Güncel üretim biçimleri çevresine zehir saçarak bu üretimleri gerçekleştirirken hayvancılık sektörü bunun neresinde bulunuyor? Metan salınımının yüzde 37’si, azot oksitlerinin yüzde 65’i, amonyağın yüzde 64’ü hayvancılık kaynaklı. Yine pestisis kullanımının yüzde 37’si, antibiyotik kullanımının yüzde 80’i yine hayvancılıktan kaynaklanıyor. Peki bu ne demek? Hayvancılık sektörü diğer gıda üretim çeşitlerinden çok daha fazla bizleri ve gezegeni zehirliyor; iklime geri dönülemez şekilde zarar veriyor. Hayvancılık sektörünün girdileri için tüm tarım arazilerinin yüzde 80’inden fazlası kullanılıyor. Toplamda 100 kalori tahıl yemiyle 17-30 kalori et elde ediliyor.[1] Yani insanları beslemek için daha az tarım arazisi yeterli olabilecekken hayvancılık sektörü yüzünden daha fazla tarım arazisi için ormanlar katlediliyor, salımlarla birlikte çevre daha çok kirleniyor ve iklim krizi daha da derinleşiyor. Tüm bu bilgilerin ışığında hayvancılık sektörünün ve hayvansal gıdanın insanları nitelikli, sağlıklı ve daha ucuz bir şekilde doyuruyor olduğu iddiası da boşa düşüyor.
Hayvansal gıda şart mı?
Burada tüketimimizi belirleyen şeyleri sorgulamanın önemi ortaya çıkıyor. Gıda sektörü tüm tüketim alışkanlıklarımızı etkileyecek bir şekilde propaganda yapıyor. Sermayenin derdi insanların sağlıklı gıdaya nasıl eriştiği değil, üretim aşamalarının her birinde bunun üzerinden nasıl daha fazla kâr elde edeceğidir. Hayvancılık sektörünün bu kadar yayılmış[2] durumda iken bu sektörün sağladığı kârı görmezden gelmek mümkün olmaz. Sorun sadece yerel üretimlerin azalması ve tekelleşmiş üretim sistemlerinin piyasaya egemen olması değil. Hayvancılık başlı başına üretim sürecinde girdilerin artmasına ve ulaştığımız birim gıda için çok daha fazla tarım arazisinin kullanımına, çok daha fazla su tüketilmesine, çevreye daha fazla zarar verilmesine sebep oluyor. Eldeki veriler ile hayvancılık sektörünün hayvanların ve insanların üzerinden daha fazla kâr elde edilmesi için sürdürülmeye devam ettiği açıkken sektörün sahip olduğu tüm aygıtların – medya, şirketler tarafından fonlanan belli tıp kuruluşları ve bilimsel dergiler – ‘hayvansal gıdaların ihtiyacımız olduğu’ propagandasını yapması şaşırtıcı değil. Bilginin tekelini elinde bulunduranlar hayvansal gıdaların beslenmemiz için olmazsa olmaz olduğunu ve hayvancılık sektörünün de milyarların beslenmesi için şart olduğunu söylüyor. Aksine bu üretim sistemi milyonların açlıktan ölmesini on milyonların ise gıdaya erişmekte güçlük çekmesini doğuruyor.
Proteine erişimimiz ne olacak?
Bizlere söylenilen ‘İnsan vücudunun hayvansal proteine ihtiyacı vardır’ söylemi gerçek değil. Çünkü aslında hayvansal protein ile bitkisel protein ile hiçbir fark yok. İnsan vücudu proteini hayvansal ve bitkisel olarak ayırt edemez. Protein proteindir. Farkı yaratan proteini içeren gıdanın protein dışında ne içerdiğidir. Bitkisel protein kaynakları, hayvansal protein kaynakları gibi vücudumuza zararlı trans yağları, doymuş yağları ve toksinleri içermez.[3]
Suat Erus, Murat Kınıkoğlu gibi doktorların çalışmalarından bu konuya dair detaylı bilgiler bulabilirsiniz.
Türcü sistem, anti-türcü mücadele, çözüm önerileri
Türcü sistem birçok kanalı ile birlikte bizlere insanların çıkarlarının insan dışı hayvanların çıkarlarından daha önemli olduğunu öğretti. Gıdadan kozmetiğe, tekstilden diğer birçok sektöre insan dışı hayvanlar acımasız bir şekilde kullanılıyor. Etik veya hayvan hakkı temelli savunu üzerinden neden hayvanların sömürülmemesi gerektiğine dair sayfalarca söz söylenebilir, ki anti-türcü hareket hali hazırda bunu yapıyor. Ancak bu sadece ahlaki bir durum değil. İnsandışı hayvanların insanların çıkarı için sömürülmemesini istemek sadece onlara acımaktan doğan bir savunu üzerinden değil, hayvan hakkı temelli politika ile birlikte sömürünün maddi yönünü de ele alarak bir sistem tahayyülüdür aynı zamanda. Tüm bu bilgilerin ışığında anti türcü bir gıda sistemi değil, asıl hayvancılığın olduğu bir gıda sistemi sürdürülemez.
Başka bir yol var
Tüm dünya iklim değişikliğine bağlı gıda krizi riski altındayken bu gidişatı tersine çevirmek mümkün. Kâr amacına odaklanmış sistem içerisinde halk sağlığından bahsedebilmek mümkün değil. Gıdaların niteliğindeki düşüş, beraberinde getirdiği hastalıklar ve milyonların gıdaya erişememesi ve salgınlar bize bunun gerekliliğini gösteriyor.
Peki tüm türlerin ve insanların sömürüsü, aç kalması üzerine inşaa edilmeyen bir gıda sistemi mümkün mü?
Mümkün. Aslında asıl sürdürülemez olan insanların ve insan dışı hayvanların bu denli sömürüldüğü, aç bırakıldığı bu gıda politikaları. Hayvancılık sektörü için ormanların katledilmesini sermaye odaklı gıda sisteminin karşısında insan ve insan dışı hayvanların çıkarlarının birlikte gözetildiği bir gıda politikası ile engellemek imkansız değil. Tüm türlerin ve insanların kurtuluşu için bir gıda üretim sistemi inşaa etmek küresel gıda soygununa ve türcülüğe karşı mücadele ederek mümkün.
Dipnotlar:
[1] https://birartibir.org/hayati-tehdit-eden-gida-sistemi/
[2] Küresel olarak hayvancılık üretimi şu anda tarımsal üretimin brüt değerinin yaklaşık yüzden 40’ını oluşturuyor. Sanayileşmiş ülkelerde bu pay yarıdan fazla. Üçte birini oluşturduğu ülkelerde payı hızla artıyor.
https://www.fao.org/3/y4252e/y4252e07.htm