Örneğin sosyalizmin etkili olduğu bir dünyada kanala yatak atılmasına kakara kikiri gülünmez, ayıp karşılanırdı, atanı bile dizginleyebilecek büyük ayıp! Bu değerler toplumların ruhuna nüfuz eder, etkiler, hadi sokak diliyle konuşalım, “ayar çeker”; yoksa kanalı/dünyayı temiz tutmak “devrimci zabıtanın” işi değildir
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e…
Peru-Aydınlık Yol lideri A. Guzman, izi çöpten sürülerek yakalandı 1992’de. Sedef ilaçları kullanıyordu ve kullandığı sigara biliniyordu, çemberi daraltıp çöpleri mercek altına alan polis Guzman’ı yakaladı. Berlin kanallarındaki çöpler de “faillerinin” profilini ele veriyor aslında, fakat üzerinde durmaya değmez. Örneğin belli ki eski yatağını, modelinden bıktığı masa sandalyesini, televizyonunu “hediye edip” kurtulamayan birileri gecenin ıssız bir vaktinde kanala atıvermiş; çünkü bunları evinin çöpüne bırakamaz, araba kiralayıp ilgili çöp merkezine götürmek zorunda, kanaldan kolayı mı var! Otomobil lastikleri hergelelik olsun diye, bira şişeleri eğlence için ya da sadece kolayına geldiğinden fırlatılıvermiş kanala…
Yapanların profilini kestirmek zor değil de, insanlar bunu neden yaparlar; asıl mesele bu.
Bu ve benzeri pek çok davranış, faillerinin şahsında toplum olarak yaşamanın asgari kurallarının, edebinin, adabının, yaşadığımız çevreye, doğaya, topluma, dünyaya karşı en ufak bir sorumluluk duygusunun/etiğinin kalmadığının işaretidir; tek cümleyle mikro ölçekte toplumsalın yıkımıdır. Derin bir yabancılaşmadır bu. Altında hangi iktisadi, politik, kültürel dinamiklerin olduğunu kestirmek güç değil. Krizler, gelecekten ümitsizlik, çaresizlikten doğan hınç ya da boş vermişlik, “küçük insanı” ayaklar altına alan, çöp kadar değersizleştiren bu “aleme” karşı hiçbir sorumluluk duymama vb., dünyanın her yerinde toplumsalın yıkımının feci manzaralarını üretiyor. Burada kanala atılan yatak oluyor, Türkiye’de çocuk tecavüzünü meşrulaştıran aşağılık maslahat, İsrail’de doktorların “dini inançlarına uygun bulmadıkları hastaları tedavi etmeme hakkı” (bkz. Ergin Yıldızoğlu’nun son yazısı), Avusturya’da bir lokantanın kapısına “Arap, vegan, hippi ve çevrecilere hizmet vermiyoruz” tabelası asması vb. vb. (bkz. artı-gerçek – 4.1.2023)
Bunlar aşağıda, bir zamanların moda tabiriyle “sivil toplum” katındaki tezahürler; peki ya “yukarılarda”, devletler ve sermaye baronları locasında neler oluyor?
1991’deki ilk Irak savaşından başlayarak son 30 yılda milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşların -daha öncekilerden- belirgin farkı, neredeyse “kitabına/hukuka uydurma” gereği bile duymayan bir kuralsızlıkla, “yapıyorum, çünkü yapabiliyorum” emperyalist pervasızlığıyla başlatılmalarıdır. Elon Musk daha dün hiçbir endişe duymadan, “Latin Amerika’da darbe yapma hakkımız var” diyebildi. Bir zamanlar sosyalizme alternatif olarak pazarlanan İsveç demokrasisi, bütün uluslararası anlaşmaları ve iç hukukunu ayaklar altına alarak Tayyip Erdoğan’ın istediği Kürt mültecileri Türkiye’ye teslim etti, kimyasal silah kullanımı bazı devletlere yasak değil vb…
Örnekleri çoğaltmaya gerek yok, “yukarıdaki” orman kanununa “aşağıda” toplumsalın yıkımı eşlik ediyor; nereden yola çıkarsanız çıkın (ister kanaldaki çöpten ister E. Musk’ın sözlerinden) varılan yer burası. Kapitalizmin krizi (sadece neoliberalizmin değil!), savaşlar, göçler, iklim, gıda ve enerji krizi, bir yanda açlık isyanlarının diğer tarafta faşizmlerin yükselişi tüm dünyayı sarsan ağır bir kriz sürecinde olduğumuzun altını çiziyor; toplumsal, siyasal, kültürel, hayatın kılcal damarlarından tutun ana arterlerine kadar her yerde, her şeyde bu krizin izlerine/tezahürlerine rastlamak mümkün. Ve gerekli soyutlama-dolayımlamaları gözetmek koşuluyla her görüngü, krizin içsel mantığı/bağlarıyla birbirine bağlı. İşaret ettiğimiz pek çok görüngü kapitalizme içkin, her zaman rastlanabilecek şeyler olsa da, bu defa durum farklı. Hastalıklı görüngüler afaki, arızi olmaktan çıkıyor, adeta “yeni normalin” sıradan görünümlerine dönüşüyor, ezelden beri -elbette- sorunlara rağmen belli bir akışla, alışkanlıkla süren yaşam, eskisi gibi sür(dürüle)mez hale geliyor. Ve ne sistemin içinden ne de dışından etkili bir alternatif ortalıkta görünüyor. Sermayenin (isterseniz her bir ulusal sermayenin deyin) kendini gerçekleştirmesinin, emeği zapturapt altına almasının, rakipleriyle salt ekonomik değil, askeri olarak da başa çıkabilmesinin -krizin kamçıladığı koşullarda- “programı” bellidir: Emekçilerin askeri disiplin altına alınarak bir tür “emek ordusu” yaratılması, ekonominin militarizasyonu, dünyanın yeniden -ve “başka araçlarla”- paylaşılmasının bir kez daha gündemleşmesi. Yani “içerdeki” faşizmin “dışardaki” doğal uzantısı-tamamlayıcısı savaştır.
Ve kara bulutlar bir kez toplanmaya başladı mı, Wilhelm Reich’in “dinle küçük adam” dediklerine birtakım “düşmanlar” göstermek gerekir: dün Yahudiler, komünistler, Çingeneler işaret edildi, bugün neden göçmenler, “etrafı pisletenler”, eşcinseller ve her ülkenin kendine göre tanımladığı “ötekiler” olmasın bu? Ve emin olun ki, değersizleştirilen hayatında toplumsal ve ahlaki bütün hasletlerin yıkımını cisimleştiren, öfke ve hınçla dolu orta sınıf unsurlardan, Marx’ın “paralı oyunların gerici aleti olabilecek tehlikeli toplumsal tortu” diye andığı lümpenlerin en müptezel tabakalarına uzanan kategoriler, çakı gibi neo-SS’ler (ülkücü mafya tetikçileri, tarikat mücahitleri vb.) olarak bugünün “Yahudilerinin” üzerine çullanmakta gecikmeyeceklerdir. Yani bugün kanalın, sokağın, hayatın içine etmekte en küçük bir beis görmeyenlerin bir kısmını, birkaç adım sonrasında “etrafı göçmenlerden, sokakları pislikten temizlemek” için uygun adım yürüyen faşist milisler olarak görebiliriz; onların hayattaki anlam-güç-kudret arayışı ile sermayenin ve devletlerin “sokaktan milis/asker devşirme” arayışının kesiştiği kavşak/vasat böyle bir şeydir çünkü… Bu vasatın zehirli meyveleri her gün bir yerlerden sahneye fırlıyor. Hasan Ferit Gedik’i katleden, düzenin muteber adamı olarak Suriye-Türkmendağı’na giden, uyuşturucu-çek-senet-vatan-millet-sakarya-cukka işlerine bakan, şimdi de ÜO. eski başkanı Sinan Ateş’i öldüren Gülsuyu devşirmesi Doğukan Cep (dodo) bu vasatın ürünüdür örneğin; tıpkı Paris’te Ahmet Kaya Kültür Merkezi’nde üç Kürdü katleden ırkçılıktan gözü dönmüş, MİT’in ya da herhangi bir ırkçı-faşist yapının aleti olabilecek tıynetteki William Mallet gibi.
Birkaç yıl önce güneşli bir yaz günü balık ölüleriyle kaplandı kanalın üzeri. Aşağıda ne kadar çeşitli ve güçlü bir yaşamın olduğunu balık ölüleri suyun üstüne vurunca anlayabildik. Suya atılan sigara izmaritleriyle, bira şişeleriyle vs. olacak iş değildi bu, mutlaka ırmaktan kanala ulaşan sanayi atıkları türü bir zehirlenmenin ürünüydü. Bu üzücü manzarayı daha da katlanılmaz kılan şey ise insanların kayıtsızlığıydı: kimsenin neşesi bozulmadı, müzik, dans, gençlik şamataları berdevam, spor yapanlar, bisikletliler, köpeklerini gezdirenler, yüzlerce, binlerce insan kayıtsızca geçip gitti balık ölülerinin yanından… Bir şeyler yapıldı da farkına varmadıysak bu bizim ayıbımız olsun, ama cıvıl cıvıl kanal boylarında kimse istifini bozmadı gördüğümüz. (“Batılıların -bazen de haklı olarak- burun kıvırdığı memleketimizde olsa, çevreci, sosyalist, köylü, aydın vb. inisiyatifler bir yerlerin kapısına dayanmıştı çoktan”, diye düşünmeden edemiyor insan bazen.)
Peki biz ne yaptık: Hayıflanmak ve hayret etmek dışında hiçbir şey!
Bayrak açıp ateşli sloganlarla yola çıkmak her durumda uygun ya da etkili midir, tartışılır. Ama hiç olmazsa bir mahalle komitemiz/meclisimiz olsaydı, sıkı bir çalışmayla geniş bir mahalle toplantısı örgütleyebilseydik, orada tartışsaydık konuyu. Kim bilir ne saçma, ne değerli fikirler çarpışır, kolektif akıl ne güzel, yaratıcı eylem önerileri üretirdi. Şu mahallede, kanal kıyılarında kayıtsızlığın, vur patlasın çal oynasın hedonizminin (kanal kıyılarında eğlenmek hedonizm değildir, binlerce balık ölüsü önünüzden akıp geçerken eğlencenin hız kesmemesi hedonizmdir), benden ve “an”dan sonrası tufan bencilliğinin ötesinde hayatına, çevresine, yaşadığı yere/topluma, yeryüzünü paylaştığı diğer canlılara sahip çıkan bir iradenin kıvılcımlanması anlamsız mıdır? Hiç mi işe yaramaz? Yarar. En başta hiç olmazsa bu işin katılımcıları “herkesin kendi hücresinde müebbet hapse mahkûm yaşadığı” yalnızlaşma/yabancılaşma zindanının duvarında bir gedik açabilirler bu sayede. Dayanışma, beraberce anlamlı bir şeyler üretme, yanlışa tavır alma, taş üstüne taş koyarak hayatı(mızı) iyileştirme az şey midir? Ve buradan çıkacak eylemli enerji sadece “yetkilileri” sıkıştırıp bir şeyler yapmaya zorlamakla kalmayacak, çok muhtemeldir ki kanal kıyısındaki “kayıtsızlığı” da sarsacak, içlerinde bir şeyler kıpırdatacaktır, bu mümkündür. İnsanları daha ilk adımda bayrak sallayarak seferber edemeyiz belki -belki değil, kesin!-; ama ilmek ilmek örülen böylesi süreçlerin sonunda samimi gayretimizi, emekçiliğimizi gören/sınayan insanlar komünistlerin iyi çocuklar olduklarına, hayata iyi şeyler kattıklarına içtenlikle inanmaya başlayacaklardır. Ve bu iyi bir başlangıçtır. Ha bir de samimiyet gerekir tabii, “burdan (bizim partiye) ne çıkar” kurnazlığı, hesapçılığı değil, el attığımız dertle dertlenmek; hesapçılığın kaybettireceğini, içtenliğin, hakikiliğin kazandıracağını bilmek… Tabii böylesi yönelimlere girebilmek için “yüksek/klişe siyaset” katından hayatın kılcal damarlarında, her anında, her veçhesinde tevazu ve emekle yeni tarz bir siyaseti örebilmek gerekiyor; ki, kelimenin hakiki anlamında yüksek/etkili siyaset, gereksindiği maddi kuvvetlere ilmek ilmek örülen böylesi süreçler sayesinde kavuşabilir ancak.
Kanalda yüzen balık ölüleri mi, buzdaki çöp yığınları mı? Ohoo, onlara gelene dek… Alman yoldaşların kendi gündemleri var, ilgilendikleri yok kanalla manalla. Bizim ise memleketteki saldırıları protesto etme, örgütlerimize bağış toplama, gazete-dergi satma, parti-dernek geceleri tertip etme, önemli günlerde grubumuzu “güçlü biçimde” alana çıkarma gibi önemli işlerimiz varken, bırakalım kanal vs. meseleleri, Alman sol ve emek hareketinin önemli gündemleri bile kapsama alanımıza girmiyor; ama onların bizim etkinliklere gelmesi iyi tabii: “Hoch die internationale solidaritet!” / Yaşasın enternasyonal dayanışma!
Belli şerhlerle ele alınmazsa kaderci, hatta teslimiyetçi bir sözdür yukarıdaki. Tarihte rüzgârın döndüğü zamanlar bir vakıadır; ancak yakından bakılırsa anlaşılacaktır ki, görünür-görünmez mücadele ve birikimlerin bir eşikten itibaren sıçrama yapmasıdır rüzgârın dönmesi. Yani rüzgâr döndürülür ve döner, o andan itibaren de gülümüz şenlenir, yelkenlerimiz dalgalanır. Nasılını bir yana bırakarak rüzgârın döndüğü süreçlere bakalım: o zamanlarda yukarıda tariflenen orman kanunu da toplumsalın yıkımı da güçlü insani bariyerlerle dizginlenir. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki burada tasvir ettiğimiz manzaralar sosyalizmin etkili olduğu bir dünyada, bugünkü pervasızlıklarıyla sahnelenemezdi; komünizmsiz bir dünya çöldür, orman kanununun hüküm sürdüğü kurtlar alemidir. Dünyada Nazizm rüzgarlarının estiği zamanlarda bile yıkımın yanı sıra umut da vardı, insanlığın bir dayanağı/tutamağı vardı. Bugünün kahredici eksikliği budur, aşağıdan-yukarıdan birbirini azdırarak yol alan çürüme ve çöküş bu sayede mümkün oluyor.
Rüzgârın başka türlü estiği zamanlardan birkaç örnek verelim. (Kolay anlaşılabilmesi için bizden.) 1970’lerin devrimci atmosferinde Orhan Gencebay gibi bir adam “elbet bir gün insanlık sizden hesap soracak” diye şarkılar yapıyor, gecekondu direnişlerini işleyen filmler yapıyordu. Kemal Sunal filmlerinde sendikayı işliyor, duvarlara faşo ağa yazıyordu. Yeşilçam’ın tanınmış oyuncuları 1977 1 Mayıs’ında derneklerinin pankartıyla alanda yerlerini alıyorlardı. Bugün aynı Gencebay Tayyip’in eteklerini öpüyor. Demek ki yapana değil yaptırana bakacaksınız; rüzgâr/zamanın ruhu böyle bir şeydir işte. Kültürel iktidar fukarası kabızların, bugün hala 1990’ların devrimci marşlarını araklayarak seçim kampanyaları yürütmesi bize ne söylüyor? Ya da AKP’nin Kürdistan teşkilatlarının Kürt sorununa “duyarlı” olmak zorunda kalmaları? Kadın hareketinin, onca saldırıya rağmen popüler kültürü bile kayıtsız kalamamaya zorlayan etkileri? Ya da tersine olarak son 7-8 yılda devrimci ve insani olan her şeyin ezilmesiyle içine yuvarlandığımız boğucu çöl iklimi? Zamanın ruhu, hava gibi, rüzgâr gibi bir şeydir elle tutulmaz, gözle görülmez ama hissedilir, sonuçları da göz çıkarırcasına apaçıktır. Örneğin sosyalizmin etkili olduğu bir dünyada kanala yatak atılmasına kakara kikiri gülünmez, ayıp karşılanırdı, atanı bile dizginleyebilecek büyük ayıp! Bu değerler toplumların ruhuna nüfuz eder, etkiler, hadi sokak diliyle konuşalım, “ayar çeker”; yoksa kanalı/dünyayı temiz tutmak “devrimci zabıtanın” işi değildir.
Böyle cümleler kurduğunuz anda, postmodern itiraz kenardan beliriverir: Ama sosyalizmi de gördük, Çernobil, Aral gölü… Gına geldi artık plastik cerrahi sonrasında her şeye hep aynı bön hayret ifadesiyle bakan postmodern surattan. Aklı kamçılamayıp kötürümleştiren kuşkuculuktan, Gayya kuyusundan beter karamsarlıktan. Ve yol arkadaşı “afili isyancı” Nihilizm’den. İnsan bu ikiliyle kanal kıyısında karşılaşsa, her şeye kahredip elindeki bira şişesini kanala fırlatası gelir!
Yahu siz nasıl bir dünyada yaşadığımızın farkında mısınız? Eğer sosyalizm -bırakalım eksikli gedikli halini- hiç bilinmeseydi bile, bir an olsun gecikmeden, hemen bugün icat edilmesi gerekirdi! Merak etmeyin Çernobillerin kirinden arındırmak için biz de çırpınıyoruz sosyalizme dair yeni dönem kavrayışımızı. Ama sizin tutumunuzun saikleri bizimkiyle bambaşka: Biz insanlığın büyük rüyasını lekesiz kılmak için geçmiş tecrübeleri eleştiriyoruz, siz o rüyayı insanlığın elinden almak için, “yaşam sonsuz bir kabustur, ötesi de yoktur” demek için. Bu tutumunuzun sonuçlarının -niyetlerinizden bağımsız- ne olduğunu, kime yaradığını düşünmez misiniz bir an durup? Örneğin, binlerce balık ölüsünün akıp geçtiği kanalın kıyısında şenliğin sürmesinde hiç mi payınız yok? Sorumlusunuz demiyoruz, payınız olabilir mi, düşünmeye değmez mi diye soruyoruz. Kendi payımıza çaresizlik içinde tıkanıp kalmayı dert ediniyoruz, ne yapabilirdik diye kendimizi sorguluyoruz, ya siz? Kayıtsızlığı dürtükleyip rahatını bozmayı geçtik bir kalem, o kayıtsızlık ikliminin oluşmasında hiç mi payınız yok? Ya da mesela bu yazıdaki türden kavrayışımızı, eylemimizi derinleştirmeyi/zenginleştirmeyi hedefleyen arayışlar -kuşkusuz dünyanın her yerinde ve daha yetkin örneklerle sürüyor bu arayışlar- modası geçmiş bir akımın saçmalıkları mı sizce?
Yanılıyorsunuz ve lafın gelişi değil içtenlikle “yanılmayı çok istemelisiniz”.
O kanalda, kayıtsız eğlencenin, buzdaki çöp yığınlarının, balık ölülerinin yanında dahi sessiz sedasız çoban ateşleri yanıyor, zifiri karanlığa inat. Berlin-Potsdamlı Michael Panser, Berlinli Sarah Handelmann, Duisburglu İvana Hoffman şarkılar söylediler bir zamanlar bu kanalın kıyılarında. Sonra kayıtsız kalamadılar yaşadıkları dünyaya, Rojava’ya, yeni bir hayatı savunmaya gittiler, yıldızlara karıştılar… Arkadaşları onlar adına bir plaket diktiler şarkılar söyledikleri yere, güllerle donattılar. Her yıl toplanıp anıyorlar yoldaşlarını, Türkiyeli enternasyonalist devrimci Doktor Ceren Güneş’in fotoğrafını da koymuşlar plaketin yanına.
Şarkıları hala yankılanıyor kanal boylarında…
Ve onların az ötesinde, 104 yıl önce soğuk bir Ocak gecesinde aynı kanala atılan Rosa Luxemburg, haykırmaya devam ediyor hala:
“Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz.’ Devrim daha yarın olmadan; zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır! Ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir:
Vardım, varım, var olacağım!”
“Ya barbarlık ya sosyalizm!”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.