Varsayalım ki yüz kadar berduş, sorumsuz, göçmen, yerli vb. kanalı kirletiyorlar. Öte yandan gelirleri 4 milyar insanın toplam gelirini aşan dünyanın tepesindeki bir başka yüz insan, kişisel hijyenlerine, çöp atma kurallarına titizlikle riayet eden sorumlu yurttaşlar olarak yaşıyorlar. Bu bir avuç sermaye oligarkının yaptıkları “yatırımlar” ile yeryüzünde daha önce görülmemiş şekilde canlı yaşamını toptan tehdit eden eşiğe varılması, bazı “duyarlılıkların” gözüne kanaldaki çöpler kadar batmaz
Venedik gibi kanallarıyla ünlü değildir ama Berlin de bir kanallar kentidir. Bir kaynağa göre üzerlerindeki 1.700 köprü, kanalların uzunluğu hakkında fikir verir. Yüz yıllar içinde yavaş yavaş inşa edilen kanallar, bataklık bir arazi üzerine kurulu olan kent için drenaj işlevi görür, zeminin sağlamlaşmasına katkı sağlar. Şimdilerde pek ihtiyaç kalmasa da yüz yıllar boyu ulaşım, ticaret ve sanayi için can damarı olmuşlar. İnsan aklı, emeği, iradesi ve sabrının sesiz, gösterişsiz anıtları sayılır kanallar.
Yaz aylarında cıvıl cıvıldır kanal boyları. Gezintiye çıkanlar, çocuk cıvıltıları, sevgililer, güneşlenen ihtiyarlar, kuğulara, martılara ekmek atanlar, koşuya çıkıp spor yapanlar, bütün kıtalardan insanlar, yerlileşmiş göçmenler, turistler, kano ve teknelerle kanal gezisine çıkanlar, sokak müzisyenleri, dans edenler, öğrenciler, boş bira şişesi toplayanlar, gürültülü, neşeli gençlik grupları… Parklar gibi kanallar da kentin nefes borularıdır, güneş olduğu sürece bitmeyen bir karnavalı andırır kıyıları.
Kış geldi mi ıssızlaşır kanal. Gri Berlin göğünün altında son yaprak kalıntılarını çiğnerken hüzünden kasvete doğru yol alırsınız. Bir iki hafta önce olduğu gibi sular donduğunda ise kanalın bir başka yüzüyle karşılaşırsınız. İnsanlar (hangi insanlar?) bilinmeyen bir kuvvetin etkisine kapılmışçasına ellerine ne geçerse kanala atmaya başlarlar. Sanki buzun sağlamlığını denemek istiyor gibidirler. Halbuki iki yıl önce patenle, kızaklarla kayarak, bisiklet sürerek, hatta memleket usulü mangal yelleyerek de test etmişlerdi buzun sağlamlığını. Evet kış yaman, buz sağlam, kaldırıyor her şeyi. Her şeyi mi, nereye kadar?..
Mezbul miktarda taş ve ağaç dalları, bira şişeleri, bisiklet, alışveriş arabası, rengarenk poşetler, televizyon ölüsü, otomobil lastikleri, pantolon, gömlek, don, masa, sandalye kırıkları, terk edilip gidilmiş bir mangal, yataklar (tek veya çift kişilik), akla gelecek-gelmeyecek daha nice şey: Buz tutan kanalın üzeri kıyamet sonrası grotesk bir pazar yerini andırır…
Bir köprünün korkuluklarına yaslanıp dikkatli bakarsanız, “çalınan dikkatimizi” de görebilirsiniz çöp yığınlarının arasında, Z kuşağının üç dakikadan fazla hiçbir şeye odaklanamama “hasletini” de. Yanınızdan geçen neşeli gençler, arkalarına buzdaki çöp yığınlarını alıp selfi çekerler bazen, “hey dostum, bak ne kadar çılgın bir kentte yaşıyoruz!” dercesine.
Eh, sosyal eleştiri de ister tabii çöp yığınları, klişeler ne güne duruyor: “Göçmenler yapıyola… yaşanmaz oldu buralar da… dünya çok bozuldu çook…” Hemen ardından bir sosyal sorumluluk projesi edasıyla izci gruplarını andıran çevreciler sökün eder yeşil çöp poşetleri, önlükleri, eldivenleri, çöp tutan maşalarıyla. Etraftaki kayıtsızlara “utanın” dercesine toplarlar çöpleri manalı yüz ifadeleriyle. Kanala kim bir sigara izmariti dahi atmışsa utanmalı elbette, ama keşke mesele bununla bitse… Etraftaki mezbelelik toplanıp götürüldüğünde geriye kalan ana fikir, “insanlar dünyayı kirletiyor”dur. Merak edilmesin eline geçirdiğini kanala atan sorumsuzluğu aklama yazısı değildir okuduğunuz, tam da onu tartışacağız, az sabır. Önce basit bir kıyaslamadan yola çıkalım, varsayalım ki yüz kadar berduş, sorumsuz, göçmen, yerli vb. kanalı kirletiyorlar. Öte yandan gelirleri 4 milyar insanın toplam gelirini aşan dünyanın tepesindeki bir başka yüz insan, kişisel hijyenlerine, çöp atma kurallarına titizlikle riayet eden sorumlu yurttaşlar olarak yaşıyorlar. Bu bir avuç sermaye oligarkının fosil yakıtlara, silahlara, savaşlara yaptıkları “yatırımlar”, bio-enerji adına Amazon ormanlarını yok eden kıyımları, genetiğiyle oynanmış hormonlu gıdalar, kanserojen ve caniyane hayvan mezbahaları, okyanusları dolduran plastik yığınları, yağmalanan ırmaklar, ormanlar, nesli tükenen canlılar, küresel ısınma ve nihayet yeryüzünde daha önce görülmemiş şekilde canlı yaşamını toptan tehdit eden eşiğe varılması, bazı “duyarlılıkların” gözüne kanaldaki çöpler kadar batmaz. Bu kapitalist oligarkların ürettiği -kendini iki yılda imha etmeye programlanmış- yüksek teknoloji ürünlerinin marifetlerinden büyülenmiş halde, “dünya nereye varmış, bir de şu kanalın haline bakın!” diye hayıflanırlar. Ceplerindeki son model aletlerle, evdeki herkesin altına çekilen otomobillerle kanaldaki çöpler, hatta o çöpleri atan -çöp kadar kıymetsizleştirilmiş- insanlar arasındaki bağları göremeyen, bütün öfkesini önüne çıkan ilk göçmene/yoksula kusan “sosyal eleştiriden”, “kibar duyarlılıktan” yüce Zeus cümlemizi korusun. Ve sokaklardan, kanallardan çöp toplayan yeşil duyarlılık, o çöpleri sermaye baronlarının malikanelerinin, parlamentoların, insanların akıllarını ve ruhlarını oyun hamuru gibi yoğuran medya tekellerinin kapılarının önüne dökmedikleri sürece “atışları isabetsiz” olacaktır. Neye niyet neye kısmet; kanaldaki çöpler toplanıp, insanların sorumsuzluğu -haklı olarak- kınanırken, “hepimiz suçluyuz” ağlak argümanının sis perdesi ardında dünyanın canına okuyan sermaye baronları gözden kayboluveriyor, hatta “yeşil ekonomiye” yatırım yaparak kanala çöp atan sorumsuzlara “çevre bilinci” aşılıyorlar. Ne güzel dünya…
Çöpler ve göçmenler… Kurulan ilk bağıntı bu genellikle. Bir bağıntı var elbette ama kendini allame sanan ortalama aklın kavrayışının epeyce ötesinde. Göçmenler buraya neden, nasıl geldi ya da neden bir başka zaman değil de özellikle son 10-20-30 yılda milyonlarca insan ülkelerini terk edip Avrupa’ya aktı sorularını şimdilik bir tarafa bırakalım. Kestirmeden şu söylenebilir: Göçmen, yerli fark etmez, ayaklar altına alınan en alttaki insan(lık) çöp haline getirilirse, dünya zaten kirlenmiş demektir ve kirin bulaşmadığı hiçbir yer ka-la-maz. İçinden kanal geçen şu Kreuzberg semtini alalım. Bir zamanlar Türkiyeli göçmen işçilerin mahallesiydi, hala da öyle sayılır. Doğu Almanya’nın içinde bir adacık halinde kalan Berlin’in batısında, içinden duvar geçen semtti. O kadar terkedilmişti ki, anlatıldığına göre savaş yıkıntılarına rastlanabiliyormuş ilk zamanlar hala sağda solda. Bu köhne mahalleye hayat veren Türkiyeli gastarbeiter/misafir işçilere teşekkür plaketleri bile verildiği olmuş zamanında. Duvar yıkılınca Berlin başkent, kıyıdaki Kreuzberg de birdenbire merkezin komşusu oluveriyor. Kentin siyasi-ekonomik coğrafyası, değeri, kaderi, rantı değişti ama insanlar oldukları yerde, evlerinde, mahallerinde kaldılar. Olacak iş mi!? Türkiye usulü konduya dozerle de giremezsiniz buralarda. Başka yollar bulmak gerek. Rutubet nasıl duvara işlerse, nem gibi görünmez iki şey de mahalleye öyle işlemeye başlıyor yavaş yavaş: Büyük sermaye ve suç/kir. Başta Amerikan emlak tekelleri olmak üzere uçuk servetlere sahip sermaye grupları yüzlerce binayı -muhtemelen düşük fiyatla- kapatmaya başlıyor. Kiosklar (bayi dükkânı diyelim), küçük esnaf başta olmak üzere, çok sayıda kiracının sözleşmesi yenilenmeyerek kapı dışarı ediliyorlar. Tadilat görüntüsü altında yalapşap dış cephe makyajının ardından ev sahipleri kiraları artırma “hakkını” kullanıyor ve en alttakiler kapı dışarı ediliyor. Her boş arsaya dikilen lüks binalar mahallenin emlak-kira değerini artırıyor, yoksullara yavaş yavaş kapılar kapanıyor. Anarşist-solcu gençlerin konakladığı işgal evleri polis sürüleriyle, direniş ve çatışmalarla boşaltılıyor yavaş yavaş… Özgürlükçü liberalizmin arz-talep kanunu bu: 20 milyon insan ziyaret ediyor kenti yılda, yeniden başkent burası, üniversiteler, müzeler, kültür-sanat, eğlence, turizm merkezi; öyle eski kiracıyım, hayatım burada geçti, her köşe başında anılarım var, buraya değer kattım, bir zamanlar plaket bile aldım diyerek kıçını devirip oturamazsın artık Kreuzbeg’de, geçti o günler! Her şeye rağmen direniş varsa -Berlin’de ciddi bir kiracılar direnişi var, Kreuzberg’deki “Gecekondu” grubu direnişin odaklarından biri- Kreuzberg gibi yerler, sonrasında “temizlenmek” için kasten “kirletilir”. Mahallenin merkezi nasıl olduğu anlaşılmaz şekilde kriminalize olmaya başlar. Ot/esrar/hap satıcıları ortalığı kaplar, gasp, hırsızlık patlar, U-Bahn (metro) özellikle geceleri tekinsiz hale gelir, tecavüzler yaşanır, yer yer çetelerin silahlı çatışmaları başlar, ölenler olur, kapı önlerine işenir-sıçılır (lafın gelişi değil), çöp dağları sokakları, parkları, güzelim kanalı kaplamaya başlar. Her şey polisin gözü önünde olur. Kritik cümle budur, komplo teorilerine hiç gerek yok, düzenek gayet basittir: Güvenlik ağını birazcık gevşetirsiniz suç ekonomisi sokulmaya başlar açtığınız boşluğa. Sokağa salınan -tohumuna para verilmeyen- garibanlardan devşirme torbacılar, birkaç deneme-sınamanın ardından burada “piyasanın” uygun/güvenli olduğunu anladıktan sonra para parayı çeker, suç suçu, kir kiri. “Zabaha kadar dans dans” mekanları Berlin gecelerine hayran bütün uluslardan gençlerle dolup taşmaya başlar, “enerji veren haplar” peynir ekmek gibi gider vb. vb. Mahalle artık hem eğlence/cazibe merkezidir hem de kir, pislik, suç; sermayenin/kapitalin başka tarihi var mıdır ki, burada temiz bir sayfa açsın?
Hikâyenin sonunda mahallenin eski sakinleri “buralar yaşanmaz oldu” diyerek yavaş yavaş çekilmeye başlar, boşalan evleri eski gelir gruplarının kiralaması imkânsızlaşır. Sermaye ve suç/pislik, doğaçlama görünen dinamiklerin önünü açarak ve fakat tek merkezden güdülerek ele geçirmeye başlar mahalleyi. Eski yoksulları kovmak için yeni gelen en alttaki yoksullar suç ekonomisinin elemanları olarak sokaklara salınır, mahalle, yerli yoksullardan arındırılmak için yeni gelen yoksullara kirlettirilir; bir adım sonrasında sermaye tarafından zapt edilerek “soylulaştırılmak” için soysuzlaştırılır. Bir de siyasi “yan ürünü” var tabii olan bitenin: İnsanlar güvenlik aramaya başlarlar, “nerde bu polis, nerde bu devlet”in Almancası karikatürlerdeki düşünce baloncukları gibi kafaların üzerinde belirir. Birkaç adım sonrasında “sokakları temizlemek için” yerli ve milli rap rap rap neo-bilmemnelerin sokaklarda boy göstermesi neden şaşırtıcı olsun ki, alkışlanmazlarsa öpüp başınıza koyun!
Sermaye düzeni (kapitalizm), bırakalım “üçüncü dünyayı”, en Avrupai halinde dahi insanı ve insani olan her şeyi çürütür. “Çalınan dikkatinizi” geri alın, “üç dakikadan fazla odaklanamama” saçmalığını çöpe atın, durup üç dakika düşünün: bakalım size ne söyleyecek kanaldaki çöpler?
“Kapitalizm böyledir işte” diyerek kanala, sokağa çöp atanları aklama, mazur gösterme yazısı değildir bu; yaşanan insani yıkımın yanında kanaldaki çöpler pir-u pak kalır, ki asıl mevzu budur, sonraki yazıya kalsın.
Sürecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.