Atı alan Üsküdar’ı geçebilecek mi?

Yoğunlaşmış, kararlı ve hırslı bir kötülükle yüzleşiyoruz; kendisinin bilincinde, ne olduğunu ne yaptığını biliyor, artık geri dönüşü olmadığının da farkında! “Ya kazanırız ya da kendimizle birlikte herkesi de yakarız” dengesizliğine savrulmuş durumdalar. Elbette, güçleri yeterse!

Atı alan Üsküdar’ı geçebilecek mi?

Seçim sürecinin, iktidar tarafından halka ve ülkeye açılmış bir örtülü savaş olarak planlandığını herkesin görebileceği açıklıkta günbegün yaşıyoruz.

Her an her şeyin olabileceği bir keyfilik hükmünü yürütüyor. İktidar, seçim gününü bile bir hile aracına dönüştürmüş durumda. Hukuk, kaotik zamanlara özgü bir yapıya büründü: Güçlü olanın borusu ötüyor; devleti işgal etmiş olan iktidarın iradesi kanun hükmünde!

İktidarın yancısı Perinçek çekinmeden söylüyor zaten: “Hukuk siyasetin köpeğidir!” Biraz daha derin konuşma ihtiyacı hissederse Hitler faşizminin hukuk alanındaki teorisyeni Carl Schmidt’ten süslü alıntılar da yapabilir!

İktidar, her türlü özerkliğini tasfiye ederek emir-komuta düzeyinde kendisine bağladığı devletin şiddet araçlarıyla halka karşı güç kullanmaktan çekinmiyor, üstelik şiddetin hızını ve yoğunluğunu sürekli arttırıyor, artık istenmediği halde kendisini topluma dayatıyor.

Şiddetle birlikte muazzam bir medya ordusu binbir biçime bürünerek ve günün her saatine hatta anına arsızca yayılarak bilinçleri esir almaya çalışıyor. Halkın içinde yaşadığımız gerçekliğe değil, iktidarın ihtiyaçlarına göre uydurulan yalanlardan oluşan bir sahte “gerçekliğe” inanmasını sağlamaya çalışıyor.

Şiddet ve yalan yetmiyor, binbir hile, tuzak ve oyun toplumsal ve siyasal yaşamın içine sürekli boca ediliyor.

İktidarın hedefi, kaybedeceği ortaya çıkan seçimi ne pahasına olursa olsun kazanmak! Öyle anlaşılıyor ki, güçleri yeter de planlarını uygulayabilir ve seçim sürecini istedikleri gibi yürütebilirlerse, seçimi kaybetseler bile ya kediler gene trafolara girecek ya da başka yollarla bir biçimde kazanacaklar: Malum deyimle “Atı alan Üsküdar’ı geçecek!”

Yoğunlaşmış, kararlı ve hırslı bir kötülükle yüzleşiyoruz; kendisinin bilincinde, ne olduğunu ne yaptığını biliyor, artık geri dönüşü olmadığının da farkında! “Ya kazanırız ya da kendimizle birlikte herkesi de yakarız” dengesizliğine savrulmuş durumdalar. Elbette, güçleri yeterse!

MHP çözülüyor mu?

Ülkü Ocakları eski başkanının öldürülmesi, MHP’nin içindeki gerilimi ve yakalananlardan ortaya dökülen ifşaatlar da içinde olduğu her türden pislikle kirlenmiş mafyöz menfaat ağını açığa çıkardı. Demek, iç gerilim o kadar yüksek ve kirli menfaatler o kadar büyük ki, parti içinde ağırlığı olan önemli militanlarından birisini “pürüz” çıkardığı için öldürebilecek bir çürüme ve panik içindeler!

Cinayet sonrasında, bir yandan zaten büyük oranda MHP’nin kontrolünde olan polis teşkilatı soruşturmayı güya yürütürken; öte yandan ortağı AKP polis içindeki kendisine bağlı güçler eliyle MHP’nin zaaflarını-suçlarını biriktiriyor.

Eh, çakalların ittifakı başka nasıl olur ki!

Öyle anlaşılıyor ki, MHP elitleri “hesaplarını” iyi yapamamış! Kendilerini olduğundan güçlü görmüş ve içinde olduğu kirli menfaat ağlarının riske girmesini engellemek paniğiyle, bilerek ya da bilmeyerek bu ağları zorlayarak kendisine iktidar alanı oluşturmaya çalıştığı anlaşılan Sinan Ateş’i ortadan kaldırmışlar! Cinayeti protesto eden ülkücü grupların öfkeli tepkileri sürerse MHP’nin işi zor!

MHP, devlet içinde hiç olmadığı kadar çok mevzi kazanmışken, kendi tarihinin en zayıf toplumsal desteği ve meşruiyetine sürüklenebilir.

Tıpkı Taksim patlamasında olduğu gibi, Sinan Ateş cinayetinde açığa çıkanlar da iktidar alanındaki güçlerin istediklerini yapmakta zorlandığını ve güç yetmezliği yaşadığını gösteriyor.

Bu durum, özellikle iktidar alanının bileşenleri ortaklaştıkları alandan ayrışıp sırf kendi özel çıkarları için davrandıkları zaman açığa çıkıyor. Evet, birbirlerine muhtaçlar ve kaybetme olasılığının yarattığı gerilimle zorlandıkları için ortalıklarını korumak zorundalar; ama aynı zamanda, faşist sürecin ilerleyişinde ortaya çıkan yeni durumlarda kendi özel inisiyatif alanlarını koruma ve mümkünse büyütme gerilimini de yüklenmiş durumundalar. Ortaklığa mecburlar, ama birbirlerine güvenmiyorlar ve dolayısıyla, ortaklaşma ve ayrışma dinamikleri aynı anda hareket halinde!

Öte yandan, iktidar alanında birleşen farklı güçler, ancak öyle kalıcı olabileceklerinin bilinciyle faşist süreci hızla hedefine ulaştırma telaşındalar.

Devlet krizi sürdükçe, kendi özel inisiyatifini güçlendirmeye çalışan farklı devlet fraksiyonlarının yırtıcı hamlelerinin ve devlet iradesindeki çatallanmaların arttığını görüyoruz.

Devletin çekirdeğinde biriken stres düzeyi, devletin bütününü zorlamaya başladı. Bu durum, hem kendisini oluşturan devlet krizini derinleştirme hem de merkezinde olduğu siyasal ve toplumsal yaşamın dengelerini ve işleyişini zorlama potansiyeli taşıyor.

Erdoğan’ın son hamlesi

Erdoğan’ın son hamlesi, Kılıçdaroğlu’na yaptığı ağır ithamları ordu komuta kademesine alkışlatmak oldu!

İktidar yürüyüşünün geçmişteki bir önemli eşiğinde Yüksek Mahkeme başkanlarıyla “çay toplama” gösterisi yaparak inisiyatif kazanan Erdoğan, şimdi de ordu komuta kademesine açıkça suç işleterek kendisiyle “suç ortağı” yapıyor ve muhaliflerine seçim öncesi ve sonrasıyla ilgili pek de örtülü olmayan mesaj veriyor: Ordu emrimde!

TC ordusu Erdoğan’ın ordusu haline mi geldi, içinde hiç direnç yok mu, olaylar gösterecek!

Evet, seçim sürecini halka karşı savaş halinde ve her türlü suçu rahatça işleyerek yürütmek isteyen bir iktidar ve iktidarın liderine biat etmiş komuta kademesine sahip olan bir ordu!

İşte, bir cinayet ve bir alkışlama, devlet krizinin “devleti çete-devlet haline dönüştürerek” aşılmaya çalışıldığını netçe gösteriyor. Üstelik, “çetenin” bulaştığı kirli ilişkiler, kontrolüne aldığı devleti mafya ile iç içe geçiriyor.

Pek de şaşırmamak lazım, Hitler ve Mussolini de kimi biçimsel farklılıklarla benzerini yaparak faşizmi bir devlet biçimi düzeyine yükseltmişlerdi.

Erdoğan, emrindeki orduyu kullanarak bölgedeki savaş hamlelerini süreklileştirmeyi, seçimler yaklaştıkça bu hamlelerin yoğunluğunu arttırmayı ve oluşacak ırkçı-şoven ortamda Kürtlere baskıyı arttırmayı hesaplıyor olmalıdır. Öylesi bir ortam sadece HDP’nin kapatılması sonucunu doğurmaz, 6’lı Masa’nın kendisiyle ortaklaştığı “Bölgesel Hegemonya” ve “Kürtlere baskı” tutumlarıyla oynama fırsatını yakalayan iktidar, onları da kendisini desteklemeye ve çözülmeye zorlayacaktır.

Fareli köyün kavalcısı

6’lı Masa’da toplanan sistem içi muhalefet partileri, ocak sonunda program hazırlıklarını bitireceklerini açıkladılar. Ekonomik krizin yarattığı ağır yoksullaşmanın halkta yarattığı öfke sonucunda pek de emek vermeden adeta kendiliğinden kazandıkları inisiyatifi Erdoğan’ın birbiri peşi sıra gelen hamleleriyle kaybeden bu güçlerin, hiç istiflerini bozmadan “seçimlere az kaldı, nasıl olsa kaybedecekler” hayalini yaymaya hala devam ettiklerini görüyoruz.

Sadece kürsülerde söylem üreterek faşist yürüyüşün önünü kesemeyecekleri ve ortada gözünü karartmış bir irade olduğu gerçeğine rağmen, en fazlasıyla esnaf ziyaretleriyle zamanı geçiştirerek seçimlerin gelmesini, sandıklardaki oyların sayılmasını ve iktidarın kendilerine devredilmesini bekliyorlar.

Nerede? En sıradan insanın bile iktidar bloğunun asla böyle bir devir yapmayacağını bildiği bir ülkede!

İktidar, süreklileşmiş devlet şiddetiyle önündeki engellere saldırarak ve “köpekleri” haline getirdiklerini hiç gizlemedikleri hukukla bütün muhaliflerini sürekli döverek “seçim faaliyeti” yapıyor ve büyük bir hırsla hedefine kitlenmiş halde, her türlü hile ve tuzağı meşru görerek seçime hazırlanıyor. Üstelik bütün bunları hiç gizlemeden açıkça yapıyor ve yaptıklarıyla da övünüyor; 6’lı Masa ise laf yarıştırmakla, hukuka uyma çağrılarıyla ve içi boş yargılama tehditleri yapmakla meşgul.

Erdoğan’ın en büyük şansı böylesi korkak bir muhalefete sahip olmasıdır.

Peki, sadece korkaklık mı? Hayır!

Millet İttifakı, neoliberal ekonomi politikalarının yürütülmesi, Kürtlerle yaşanan sorunun çözümsüz bırakılarak sürdürülmesi, yerel sermayenin çıkarları doğrultusunda yayılmacı savaş politikaları yoluyla emperyalizme bağımlı bir bölgesel hegemon devlet olma hedefi, devletin zaten halkın her türlü inisiyatifini kesen merkezi-bürokratik yapısının daha da oligarşik bir yapıda yeniden örgütlenmesi gibi belirleyici birçok konuda iktidarla ortaklaşmakta!

İşte, tam da bu yüzdendir ki, aslında sadece Erdoğan’ın “tek adamlık-reislik-vesayet” dayatmasına ve kimi marazi politikalarına karşı çıkmaktan öte bir farkları olmadığı içindir ki, Masa güçleri muhalefet yaparken yeni kurulan düzeni pek de bozmamaya özen gösteriyorlar.

Sadece bu değil, aynı zamanda, 6’lı Masa iktidara karşı halkta biriken öfkenin güç kazanmaması ve esas olarak da uysalca sönümlenerek kendisine tabi olmasını istediği için muhalefetinin yapısını halkı uysallaşmaya ve seçim gününü beklemeye teşvik eden özel bir zeminine yerleştiriyor.

Özellikle bir kez daha vurgulayacak olursak, 6’lı Masa’nın en büyük açmazı, neoliberal ekonomi, bölgesel savaş ve Kürt sorunundaki çözümsüzlük politikaları konusunda iktidarla aynı zeminde olmaları ve ilerleyen günlerde iktidarın bu konularda yapacağı hamlelerin kendilerini iktidarın yedeğine düşüreceği gerçeğidir! En büyük şansları ise, Erdoğan’ın halkı yoksullaştırma konusundaki kararlılığı ve kadınlar, Aleviler ve Kürtlere dönük düşmanca politikalarının yarattığı yığınsal öfkenin (eğer devrimci-demokrat bir güç alanı tarafından kontrole alınamazsa) çaresizce ve kendiliğinden akabileceği bir zeminde olmalarıdır.

Yetmez ama Millet İttifakı mı?

İmamoğlu’nun hiçbir yasaya uymayan keyfi bir mahkeme kararıyla ceza alması ve hem İstanbul belediye başkanlığından azledilme olasılığının doğması hem de Başkan adaylığının fiilen engellenmiş olması, iktidarın faşist yürüyüşünün önemli bir adımıydı. Hiçbir toplumsal meşruiyet kazanamayan bu karara tepki olarak Saraçhane’de toplanan kitle, bu adımın sonrasındaki adımı ya da adımları şimdilik durdurmuş görünüyor.

İmamoğlu olayı sırasında, sol içinde iki zaaflı tutum açığa çıktı: İlki, “egemenlerin arasındaki itiş kakış bizi ilgilendirmez” sekterliği üzerinden kendisini ifade etti.

Neden ilgilendirmesin, elbette ilgilendirir; hele ki taraflardan biri açıkça faşist bir diktatörlük inşasında yol alıyor ve hiç çekinmeden her türlü sistem içi yasayı çiğniyorsa! Hukuk dışılık ve faşist irade teşhir edilerek engellenmeye çalışılır ve faşist “kayyum” pratiğinin teşhiri üzerinden demokratik mücadele kanalları zorlanır. Bu şekilde, hem faşist yürüyüşün önemli bir hamlesi engellenerek onun ivmesi bozulur hem de oylarıyla seçtikleri belediye başkanına yapılan haksızlığa tepki duyan geniş kitleler içinde faşist iradeye karşı halkçı-demokratik bir duruşun inşası için adımlar atılabilir.

Daha geniş bir alana yayılan diğer önemli zaaf ise, Millet İttifakı’na yedeklenme eğilimidir.

Faşist iradeye karşı 6’lı Masa’ya fazladan misyon yükleyen ve onun paçalarından akan kirleri ve zayıflıkları yeteri derinlikte kavrayamayan bu tutum, şayet egemen olursa, hedeflediğinin aksine faşizmin önünü açma potansiyelini taşıyor. Halkın tepkilerini sönümlendirip içermeyi hedefleyen 6’lı Masa’ya eklemlenme, iktidara karşı sahici bir duruşu örgütleyip dayatma ve bu yolla 6’lı Masa’yı da sokağa çekme potansiyelini taşıyan halkçı-demokratik muhalefeti inmelendirecektir.

Halkçı demokratik muhalefet, 6’lı Masa’dan açıkça ayrı durmalı, farkını vurgulamalı, kendisine odaklanmalı, bunları başarabilmek için hareket halinde olan toplumsal güçlerle kaynaşarak güç toplamalı ve sürekli hareket halindeki bu güçle 6’lı Masa etkilenmeye çalışılmalıdır. Onun peşine takılarak değil, halkçı-demokratik bir pratikle ona moral üstünlük kurarak ve zora düştüğü zaman kendi bağımsız duruşuyla uyumlu tutumlarla yan yana gelip destek vererek!

Güç olacaksın ki, güç verebilesin; zayıfça 6’lı Masa’ya sığınarak hiçbir destek veremeyeceğin gibi, kişilik kaybına uğrayıp kaderini tümüyle o güçlerin zaaflarına teslim etmiş olursun! 6’lı Masa’nın bileşenlerinin iyi bilinen yapısı, masanın kuruluş amacı, kendisini inşa ettiği zemin ve hedefleri, onu özgün bir yapı yapar ve yapıyla kimi zorunlu yan yana gelişlerden ötesine geçerek ona eklemlenme, bataklığa girip siyaseten intihar etme anlamına gelir.

Evet, güncel tutumlardan uzak durup steril kalma hevesine düşmeyelim, ama her şeyiyle ne olduğu belli bir kirli ve çürük duvara sırtımızı dayamak ahmaklığına da düşmeyelim! Bu tür durumlar önümüzdeki kısa dönemde yaşanabilir, dikkatli olmak gerekiyor. Zorunlu yan yana gelmeye evet, ittifak düzeyinde bir ilişkilenmeye hayır! Küçükmüş gibi görülebilecek bu farklılık iki ayrı siyasal zemini ima eder: Faşizmin ilerleyişinden paniğe kapılarak sisteme doğru çözülme ya da sistem karşıtlığında kararlılık!

Buldan’ın açıklaması

HDP eş genel başkanı Buldan’ın “Kendi adayımızı göstereceğiz!” açıklaması, seçim sürecine birden düşen bir bomba etkisi yaptı.

Öyle ya, tıpkı İmamoğlu olayında olduğu gibi, HDP koşturup 6’lı Masa’nın adayının peşine düşecekti, mecburdu, zorunluydu, başka ne yapabilirdi ki? Millet İttifakının hesapları tümüyle bu sözümona zorunluluk üzerinden yapılıyordu. Buldan’ın açıklaması hesapları bozdu. İyi de oldu!

HDP aylar önce kendi “Tutum Belgesi”ni açıkladı ve Erdoğan’a karşı ortak aday göstermeye açık olduğunu, ancak kendisiyle görüşülmesi gerektiğini ve açıkladığı belgeyle uyumlu bir adayı destekleyeceğini belirtti. Görüşleri açıktı, hiçbir gölge yoktu, nitekim şimdi de kendisiyle hiçbir görüşme yapılmaması ve kendi şartlarının ciddiye bile alınmaması üzerine “Kendi adayımızı göstereceğiz” dedi.

Üstelik, HDP artık yalnız değil, bazı “ulusalcı” gevezelerin “AKP ile anlaşacaklar” yönündeki artık ekşimiş tatavalarını elinin tersiyle iterek sosyalist partilerle Emek ve Özgürlük ittifakını kurdu, İttifak kendisini bir asgari programla açıkladı. Evet, HDP ile tek başına konuşmaktan korkanlar için, şimdi başka bir olanak da söz konusudur, İttifak’la görüşebilirler. İttifak, 5 Ocak’da toplandı ve “ortak aday” eğilimini bu kez birlikte açıkladı!

Gelin görün ki, 6’lı Masa’dan gene ses yok!

İçinde oyları %1-3 arasında 4 parti olan Masa, kamuoyu yoklamalarında %12-15 arasında görünen HDP ve ittifak güçleriyle görüşmekten kaçınıyor. Ama sadece Erdoğan’dan korktukları için değil, aynı zamanda başta Kürt sorunu olmak üzere kendi siyasal duruşları da Erdoğan’la oldukça benzer olduğu için!

5 Ocak’ta, yani HDP bu sefer ittifak güçleriyle ortaklaşa bir kez daha “ortak aday” yöneliminin açıklandığı günde, kendi deyimleriyle tümüyle iktidarın “köpeği” olmuş hukuk yoluyla, HDP’nin hukuki hakkı olan maddi desteğin kesilmesine karar verilmesine 6’lı Masa bir kez daha “duymamış-görmemiş” gibi davrandı. Kim bilir, belki de sevinmişlerdir, ne de olsa işin içinde Kürtler var, vur gitsin!

İşte, Buldan’ın çok konuşulan “aday göstereceğiz” açıklaması da zaten 6 Ocak’ta yapıldı. Kim haksız ya da yanlış diyebilir, kim meşru değil diyebilir?

Bu açıklamayla top 6’lı Masa’ya atılmıştır, düşünme sırası onlarda!

HDP ve Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenleri 5 Ocak’ta yaptıkları açıklamayı iptal etmedi, o açıklama da orada duruyor; Buldan’ın yaptığı madalyonun öbür yüzünü göstermektir. Şayet “ortak aday” isteniyorsa, kapı arkasında gizli görüşmeler değil, açık kanallarla görüşülmeli ve gerçekten “ortak” bir aday gösterilmelidir; başka yollar kapatılmıştır!

Aslında 6’lı Masa’nın kaderini ve “ortak aday” olup olmayacağını İYİP belirleyecek. Kendi gücünün ötesinde bir hırsla Masa’nın zeminini (ırkçı-faşizan bir milliyetçilikle) belirlemeye, Başkan adayını saptamaya ve olası bir restorasyon hükümetinin lideri olmaya çalışan İYİP, bir sonuç alamayacağı belli olan bu tutumlarının yarattığı iç gerilimlerle Millet İttifakı’nın etki alanını zayıflatıyor ve Cumhur İttifakı’ndan kopup kendilerine yönelen kararsız kitleyi tekrar geriye döndürerek Erdoğan’ı güçlendiriyor. Kim bilir, belki de hızla zayıflayan MHP’yi dışlayan bir yeni ittifak için Erdoğan’a gül atıyor!

Evet, İYİP boyunu aşan hırsını gemlemeli ve kendisi sessiz kalmakla yetinerek Millet İttifakı’nın diğer güçlerinin HDP ile görüşmelerinin önündeki engelini kaldırmalıdır. Tabii, şayet Erdoğan’ın iktidardan düşürülmesini gerçekten istiyorsa!

HDP de Emek ve Özgürlük İttifakı da “ortak aday” kapısını hala açık tutmaktadır ve zaten en istenir durum da uygun bir “ortak aday” la ilk turda Erdoğan’ı yenmektir.

Seçim hangi zeminde yaşanıyor!

Seçimler yaklaştıkça seçimin kendisi ve etrafındaki manevralar öne çıksa da aslında seçim dahil bütün gelişmelerin üstünde/içinde yaşandığı toplumsal ve siyasal zemin gerçekliğinin hiç akıldan çıkarılmaması gerekiyor. Gerçeklik, hayli zengin ve hareket halindeki süreçleri içinde barındıran bir bütünsellik ve seçimler o süreçlerle iletişim halinde sivrilip yüzeyde beliren bir moment/an!

Gerçeklik, kapitalizmin küresel düzeyde yaşadığı ve başlıcaları ekonomi, küresel hegemonya ve ekoloji alanında yaşanan çok yönlü krizlerle sarsıldığı ve tarihsel sınırlarının ufukta görülüp gittikçe belirginleşmesinin günümüze yaptığı baskıyla gerildiği özel bir tarihsellikle damgalanıyor. Bu özgün tarihselliğin yarattığı anaforlar küresel gerçekliğin içinde sürekli hareket halinde ve elbette yerel coğrafyamızda da özgün biçimlere bürünerek kendilerini gerçekleştiriyor, içinde yaşadığımız toplumsal ve siyasal süreçlere damgalarını vuruyorlar.

Yerel coğrafyamızın gerçekliğinin ana gerilimi despotik devletin eski Kemalist biçiminin çözülmesi ama yerine yeni bir biçimin anayasal güvenceye kavuşmuş olarak henüz kendisini kuramamış olmasıdır. Bir özel geçiş sürecindeyiz ve buna özgü bir dizi anafor bütün toplumsal ve siyasal gelişmelere damgasını vuruyor.

Geçiş süreci, ağır bir ekonomik krizin yarattığı yoksullaşmanın, ekolojik yıkımın, kadınlara yönelik erkek şiddetinin iktidarca teşvik edilerek azgınlaşmasının yarattığı sarsıntılara, ülkemize özgü demokrasi problemlerinin eklenmesiyle oluşan, kaosa dönüşme potansiyelini taşıyan kaotik bir ortam içinde yaşanıyor.

Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere yaşanan etnik ve inanç kökenli ağır sorunlar, Cumhuriyet’in kurucu despotik yapısının Türklük ve Sünni-Hanefiliği kendisinin omurgası yaparak coğrafyamızın zengin gerçekliğini yok sayıp reddetmesinin sonucudur. Bu sorunlar günümüzde geldiği aşamada yarattığı gerilimlerle ülkenin bütününü saran, sarsan ve çözülmeye zorlayan gerilimler üretip, acil çözüm talep ediyor. Çözümsüz geçirilen her an özgün bir ulus krizini besleyip büyütüyor.

Geçiş sürecinin süreklileşmesi, yarattığı yoğun gerilimlerle devletin çekirdeğinde çatlaklar yarattı ve nihayet bir devlet krizi içine sürüklenildi. Neredeyse bütün alanlarda yaşanan olağanüstü gelişmeler, onları çözerek ya da dengeleyerek kontrole alması hatta mümkünse yumuşatıp sisteme içermesi gereken devletin kendisinin kriz içinde olduğu koşullarda yaşanıyor. Kendisi de zorlanan devletin çözüm gücü olma kapasitesinin zayıflaması ve çözümsüz kalan sorunlara sadece devlet şiddetiyle baskı kurarak yaklaşması yüzünden her alana yayılan çözümsüzlük, kaotik ortamı kaosa doğru iten anaforlar yaratıyor.

Sistemin egemeni sermaye, kişiliksizlik ve zayıf iradeli bir kurucu varoluşla damgalı olup, onca güçlenmelerine rağmen bu konumlarını aşamıyor; elleriyle paralarını sayarken bir gözleriyle emperyalist metropollerden diğer gözleriyle devletin karanlık dehlizlerinden çıkıp gelecek kurtarıcıyı gözlüyor. Bu açgözlü sefiller, en çok da olası bir çözülme/kaos durumunda paralarını nasıl kurtarabileceklerinin yollarını inşa etmekle meşguller. Sinsiler, korkaklar, zavallılar!

Devlet krizinin çözümü olarak faşizme yönelen egemenlerin bir kanadı, geçiş sürecini bir faşist cumhuriyetle sonlandırmak istiyorlar; ama yeterli güçleri yok, yapamıyorlar. Yapamasalar da, yapabilmek için bütün güçleriyle yüklenmekten vazgeçmiyor, devlet şiddetini süreklileştirip yükselterek sonuç almak istiyorlar. Bu güçler, netçe görmeliyiz ki, seçim sürecini ve seçim anını sonuç almanın aracına çevirmek istiyorlar, tabii güçleri yeterse!

Halkın özneleşmesi

Faşizmin kendisini anayasal koruma altına alarak sadece hükümet olmaktan devlet biçimi haline dönüşmesinin önünde birçok engel olmakla birlikte devrimci komünistleri özellikle ilgilendiren engel, halk güçlerinin faşist kurumsallaşma sürecinin ilerlemesinin önünde kurduğu direnişçi barajdır.

Faşizm başta işçi sınıfı olmak üzere bütün toplumsal güçlere yoksullaşmadan dışlanmaya kadar uzanan bir alanda birçok yıkımın dayatılmasıdır, itiraz edenin kafasının ezilmesidir ve elbette faşizmin kurucu süreci de aynı yapının inşası ve güç kazanması sürecidir; halk yoksullaşıyor, kadınlar öldürülüyor, Aleviler asimile olarak Sünnileşmeye ya da dışlanmaya sürükleniyor, Kürtler düşman olarak görülüyor, bölgede sürekli olarak yayılmacı askeri hamleler yapılıyor…vd.

Evet, faşist irade hareket halinde, kararlı ve devlet gücüne güvenerek sürekli hamle yapıyor, ama önündeki barajı aşamıyor.

Faşizmin ilerleyişine engel olan güçlerin içinde başkalarını dışlayıp özellikle halkın barajına odaklandığımız zaman, orada sistemin çok yönlü krizleri tarafından yoksullaştırılan, dışlanan, ezilen, yok sayılan, düşmanlaştırılan farklı toplumsal güçlerin değişik biçimlere bürünerek süren direnişlerini görürüz.

İşçiler, kadınlar, gençler, Kürtler, Aleviler, doğa savunucuları vd. birbirinden kopuk ve inip çıkan dalgalar halinde süreklileşmiş bir direniş içinde, faşizmin ellerinden koparıp almak istediklerini korumak ve kendilerini var etmek istiyorlar; faşist iktidarlaşma girişimiyle halk güçleri örtülü bir savaş içindeler. Faşizm, halkla savaş yürütüyor, halk kendisini savunuyor!

Halkın savunması, Kürtler haricinde kalıcı ve net bir siyasal bir zemine sıçrayamıyor, farklı alanlarda yaşanan direnişler birbirleriyle ilişkilenmekte tutukluk yaşayıp sırf kendi ihtiyaçlarıyla sınırlı kalıyor ve süreklilik kazanmakta sorun yaşanıyor. Süreklilik ve siyasallaşma sağlanamayınca, daha yüksek bir zemine sıçrayarak halkın kendisini savunması konumundan iktidar olma yönünde hamle yapan bir konuma yükselemiyor.

Devrimci-komünist hareketin güncel temel sorunu, esas olarak savunma yapan ya da kimi günlük kazanımlara odaklanan halkın barajını oluşturan toplumsal güçlerin hareketi ve bilincinin, iktidarlaşma yönünde hamle yaptığı bir konuma yükseltilmesidir: Henüz açık bir bilinç ve öylesi bir bilinçle donanmış pratikle değil, bulanık bir bilinç ve yaşayabilmek için en temel ihtiyaçlarını kazanma zorunluluğuyla kendiliğinden hareket halinde olan toplumsal güçler, içlerinde konumlanıp birlikte hareket ederek ve elbette gerektiğinde ön açarak, en meşru ihtiyaçlarını ele geçirmenin ancak ne olduğuna ve ne yaptığına dair açık bir bilinçle ve ortaklaşmayla mümkün olabileceğini öğrenmelidir.

Mücadele süreci, günlük küçük hareketlerden büyük sokak gösterilerine kadar yayılan zengin biçimleriyle, en iyi eğitmendir. Bütün toplumsal güçler, kendi özgün durumları ve ihtiyaçlarını ele geçirebilmek için hareket ettikçe, hem kendisini hem de elindeki ekmeğine-işine hatta hayatına göz koyan karşısındaki düşmanı tanır; öyle sıradan bir haksızlıkla değil, kendisini köleleştirmek isteyen bir sistemle ve onun iktidarıyla yüzleştiğini kavrar; içinde çırpındığı sorunların gerçek çözümünün iktidarı ele geçirerek kendi ihtiyaçlarını esas alan bir sistem kurmaktan geçtiğini anlar.

Halkın ihtiyaçlarının anayasal güvence altına alındığı bir demokratik cumhuriyet halkın iktidarlaşması sürecinin hedefidir ve o hedef seçimler dahil bütün güncel faaliyetlerimizin yapısını ve yönünü belirlemelidir.

Süreç çift yönlü işler; halkın barajı farklı toplumsal güçlerin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için faşist iradeyle yaşadığı iti-kakış tarafından inşa ediliyor ve barajın hareket eden güçlerinin ihtiyaçlarının anayasal güvenceye kavuşturulması, bütün tekil ihtiyaçları kendisinde birleştiren bir üst-ihtiyaç olarak güncel gerçekliğin içinden çıkıp geliyor; ve, tersinden işleyen bir süreç içinde, bir kez öylesi bir anayasa (ve onun omurgası olacağı demokratik bir cumhuriyet) şimdiki halk hareketinin içinden belirlenerek çıkıp gelen ve mücadele eden toplumsal güçlerin ihtiyaçlarını ele geçirerek kendisini gerçekleştireceği bir özel hedef olarak ortaya çıkınca, o hedef, güncel bütün tutumlarımızın üst-belirleyeni olmalı ve şimdiden inşa edilmeye başlanmalıdır.

Hiçbir keyfilik içermeyen ve var olan gerçekliğin içinden belirlenerek çıkıp gelen bu çift yönlü süreç, başka ve daha derinden işleyen bir toplumsal gerçeklikle iç içe olup, farklı dolayım kanallarıyla onunla iletişim halindedir: Evet, var olan kapitalist sistemin üstünde oluştuğu emek-sermaye uzlaşmaz çelişkisi, halkın iktidarlaşması sürecinde hep devrede olacak, emek ve sermaye güçleri kendi durdukları yerden süreci etkilemeye çalışacaktır.

Sermaye güçleri şimdi olduğu gibi süreci farklı biçimlerde engellemeye çalışacak, süreci engelleyemezse, halkın iktidarlaşmasını engelleyebilmek için içine girip kendi ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırmaya, halkçı içeriğini kaybetmiş ve sırf biçimsel bir demokratik işleyişin içinde kötürümleştirmeye çalışacaktır. Emek güçleri süreci başlatmanın ve ivmelendirmenin kazandırdığı inisiyatifi ilerleyen aşamalarda sürekli yeniden üreterek sürdürebilirse, demokratik cumhuriyet, sosyalizmin inşasının ilk adımı olacaktır.

Kendi potansiyellerini büyük ölçüde tüketmiş, insanlığı yok oluşa sürükleyen ve tarihsel sınırları ufukta belirginleşmeye başlayan kapitalist sistemin yerel güçlerinin, günümüz koşullarında bırakınız demokratik bir sistemi inşa etmeyi, halkın binbir emekle kazandığı demokratik kazanımları bile tasfiye etmeye çalıştığı hatta faşist bir düzen kurmaya çalıştığı açıktır. Üstelik yerel sermaye güçleri, doğuştan metropol sermayesine ve yerel devlet güçlerine bağımlı, kişiliksiz ve korkak yapılarıyla demokrasi ile en ufak bir ilişki kurmaktan korkuyor, korkacaktır. Demokrasiye sahip çıkmak, demokratik mücadele içinde özneleşmek ve sınıf bilinci kazanmak bütün toplumsal güçlere düşüyor. Günümüzün bir gerçekliği olan halkın/toplumun işçileşmesi olgusu, emek-sermaye uzlaşmaz çelişkisinin demokratik bir cumhuriyet kurma sürecine damgasını vurmasının önünü açacaktır.

Emek ve Özgürlük İttifakı, şayet sözde kalmaz ve iyi niyetli bir girişim olmaktan çıkıp kendi potansiyellerini gerçekleştirebilirse, demokratik bir cumhuriyet kurma sürecinin siyasal ve toplumsal öznesi olabilir, olmalıdır.

Ulus krizi ve kaos olasılığı

Son olarak, Ukrayna’da yaşanan savaş ve İran’da yaşanan olaylara sırf kendi durduğumuz yerden kısaca bakalım ve sonra da belirgin hale gelebilmek için güç toplayan Türkiye’deki ulus kriziyle bağlantısı üzerinde duralım.

Ukrayna savaşı, esas olarak küresel hegemonya krizinden çıkıp geldi. Kendi hegemonyasının artık hükmünü yitirmeye başlamasını kabul etmeyip ısrarla dayatan ABD ve oluşan küresel hegemonya krizinin yarattığı boşlukları değerlendirerek çok kutuplu bir yeni dünya düzeninin olası hegemonlarından birisi olmaya çalışan Rusya arasındaki gerilim, Ukrayna coğrafyasında bir savaş haline sıçradı. ABD, Ukrayna’yı kontrolüne alarak Rusya’ya yönelik bir egemenlik dayatma girişiminin ön cephesini kurmaya çalışırken; tehlikeyi gören Rusya Ukrayna’ya askeri hamle yaparak ABD girişimini engellemeye ve burada kazanacağı güçle küresel hegemon güçlerden birisi olmaya çalışıyor.

Küresel hegemonyada yaşanan sarsıntıların savaş biçimine sıçradığı ilk alanlardan birisi olan Ortadoğu coğrafyası, coğrafi yakınlık ve orada da yaşanan ABD-Rusya gerilimi üzerinden Ukrayna savaşı ile farklı dolayımlarla hızla ilişkilendi. Kiev-Basra arasında bir gerilim ekseni oluştu ve bu eksen küresel hegemonya mücadelesinin güncel yoğunlaşma alanı olarak yüksek gerilimle yüklenmeye başladı. Eksen, yakın çevresini en yoğun biçimde etkisi altına alıp, baskılıyor, zaman aktıkça daha da fazla baskılayacaktır.

İran’da yaşanan gelişmelerin şüphesiz güçlü yerel sebepleri var, ancak bahsettiğimiz eksenden taşan yüksek gerilimin bu gelişmeleri etkilediği hatta zaman içinde daha da fazla etkileyeceği açıktır. İran, küresel hegemonya savaşının cephe hattındadır!

Aynı durum Türkiye için de geçerlidir; Türkiye’de cephe hattındadır ve savaş ekseninde biriken gerilimden etkileniyor, zaman içinde daha da fazla etkileyecektir.

Böylesi yüksek gerilimle yüklü bir savaş ekseni tarafından içerilip yıkıma uğramamak için     toplumsal bütünleşmenin ve ortak asabiyetin en güçlü olması gerektiği söz konusu tarihsel momentte, tam tersinden işleyen bir yerel süreç içinde, Türkiye, bütünlüğünü korumakta zorlanmaya başlandığı hatta böyle sürerse kaybedebileceği bir zayıf konumda!

Ortak bir ulus olma kimliği farklı yerlerden çözülüyor ve aynı ulus içinde diğerlerini kabul etmeyen hatta düşman gören farklı toplumsallaşma hallerinin oluştuğunu ve zaman aktıkça güç kazandığını görüyoruz. İktidarın faşist politikalarla şiddet uygulayarak bu süreci baskılayıp ezerek durdurma girişimleri tam tersine sürecin derinleşmesi yönünde sonuç yaratıyor.

Irkçı-şoven bir Türklükle, Erdoğan’ın yorumladığı özel bir İslam yorumunun kaynaştığı bir kimlik, laik ve Batılı olma eğiliminde ama bazı ögeleriyle iktidarla başka bazı ögeleriyle de sol güçlerle ortaklaşabilen bir Kemalist kimlik, Kürtler ve Gezi güçleri olmak üzere kabaca 4’e bölebileceğimiz farklı toplumsallaşma halleri gittikçe kendisine dönüp, diğerlerinden kopuyor, hatta diğerlerini düşmanlaştırıyor. Kürtler ve Gezi güçlerinin ortaklaşması ortak demokrasi ve özgürlük talebi üzerinden sağlanabiliyor ve günümüzde Emek ve Özgürlük İttifakı’nda biçim kazanıyor.

Sorunun başka anlamlarını bir yöne koyup, ABD ve Rusya açısından sürece bakarsak, Türkiye’de üstünde oynayabilecekleri özel bir alan oluştuğunu rahatlıkla görebiliriz. Küresel savaş ekseninin ana aktörleri, savaşın hemen dibindeki Türkiye’nin nispeten gelişmiş ekonomisi ve ordusuyla kimin yanında saf tutarsa kazanç sağlayabileceği bir güç alanı olduğunun elbette farkındadır. Batılı emperyalist metropollere bağımlılık sürmekle birlikte, Erdoğan’ın ahmakça bir hevesle içine atlayarak güç kazanmaya çalıştığı söz konusu eksende, hem Batı hem de Rusya ile iş yaparak tehlikeli bir süreci yapılandırdığını görüyoruz.

ABD (ve ortağı AB’nin) ve karşı taraftan da Rusya’nın Türkiye’yi kendi zeminlerine konumlandırabilmek için güç dayatacağını, hile yapıp tuzaklar kurarak zaaflarla oynayacağını, ekonomideki muhtaç olma halinin yanı sıra toplumsal parçalanma ve kutuplaşma-düşmanlaşma eğilimini gözleyip kendi çıkarlarına uygun yöne doğru yönlendirmeye çalışacağını tahmin edebiliriz; ülke, küresel egemenlerin savaş coğrafyalarından birisi haline dönüp iç kargaşa ve yıkıma sürüklenerek paylaşılabilir.

Emek ve Özgürlük ittifakında toplanan halk güçleri her an sürprizlerle kendisini gösterebilecek böylesi bir sürecin hareketlerini dikkatle gözlemelidir.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur