AKP rejimi bir yandan politik olarak tarikatlara sığınarak öte taraftan da ulusun çoğunluğunun oyunu alamaz. Bu mümkün değildir. Bunu bildiği için de seçimlerden umudunu kesmiştir ve “sandık darbesi”ne bel bağlamıştır. Tarikatlara politik olarak yaslanmasının nedeni ise, seçim darbesinden sonra muhalefete ya da genel olarak halka açacağı savaşta, bu tarikatların destek vermelerini sağlama alma çabasıdır
Kısa bir zaman önce yazdığım “Neoliberalizm mi korporatizm mi?” adlı makalede, CHP yönetiminin AKP rejiminin ekonomi politikalarını nasıl yanlış analiz ettiğini ve bu yanlış analizin de nasıl yanlış bir politika ve stratejiye götüreceğini belirtmiştim. Makaleyi de “Gelecek makalede (Seçim zaferi eşittir iktidar mıdır?) bu makaledeki teorik temele dayanarak, rejim ile muhalefet arasındaki karşılıklı siyasi güç ilişkisi ve dengesini analiz ederek, muhalefetin yenilgisinin niçin kaçınılmaz olduğunu ve bunun anatomisini çıkarmaya çalışacağız”[1] diyerek bitirmiştim.
“Altılı Masa” eksenli bir politik yanılsama, bütün muhalefeti (HDP ve bazı sol partiler hariç) ve kitlesini esir almış durumdadır. Bu muhalefet hem tarihsel olarak hem de konjonktürel olarak faşizmin yanlış bir teorik ve politik okuması içerisindedir. Etrafları faşist rejim tarafından tamamen kuşatılmış ve neredeyse esir alınmış oldukları için ve de Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri yani neredeyse yüzyıldan beri AKP gibi bir politik hareket ile karşılaşılmadığı için, aslında tam olarak ne yapacağını bilmeyen bir muhalefet söz konusudur. AKP rejimi, muhalefetin varlığına yöneldiği ve bu muhalefetin bütün direnme araçlarını ellerinden aldığı için, uçurumun başına getirilmiş olan yasal muhalefet, panik, korku ve çaresizliğin kolları arasında halüsinasyon görmekte ve de işin kötü tarafı bu halüsinasyonu da gerçek sanmaktadır.
“Altılı Masa” ve onun etkisi altında bulunan aydın kesim, seçimler aracılığıyla gerçekten bir iktidar değişimi olacağını sanmaktadır. Ama az ileride göreceğimiz gibi, AKP rejimi “görünürde bir seçim yaparak” ama özünde ise sandıklara girecek oyların dikkate alınmayacağı bir oyun peşindedir. Gelecek seçimler AKP açısından tek seçeneklidir yani AKP’nin sandıktan “zafer”le çıkacağı bir seçim olacaktır. Son dönemdeki gelişmeler, bu işin şansa da bırakılmak istenmediğini göstermektedir (az ileride ayrıntılı olarak göreceğiz).
“Altılı Masa” AKP rejimi noktasında ya bir şeyi görmemektedir ya da bunu görmüştür ama elinden bir şey gelmediği için mevcut söyleme sarılmaktadır: AKP rejimi iktidarını tek yasal olanaklar içerisinde örgütlenerek elde etmemiştir. Başından itibaren bir “darbe mekaniği ve sarmalı” etrafında iktidarını örmüştür. Daha iktidara gelmeden önce Gülen Cemaati ile yapmış olduğu ittifak sayesinde ve Gülen Cemaati’nin devlet içindeki yasadışı faaliyetlerine dayanarak, sonra da hükümete gelince de hükümet imkanlarını yasadışı kullanarak (bütün bunlar 2005-2013 arasındaki Ergenekon Komplosu olaylarında sabittir) ve aynı şekilde daha ne olduğu belli olmayan (aslında olan!) 15 Temmuz Olayları’nı da kullanarak, “devletin içini oymuş” ve oyduğu bu devletin içine de kendi kadrolarını yerleştirerek, özellikle devletin önemli kurumlarını kendi “özel mülkü” haline getirmiştir. Ordu, Jandarma, Emniyet, Yargı, MİT, bürokrasi vs. “kamunun ortak malı” olmaktan ziyade, politik İslamcıların hegemonyası altında, faşist Türk milliyetçileriyle, bunlara eklemlenen bir kısım ulusalcıların ellerine geçmiştir.
Marksist faşizm teorisi, böyle bir faşist iktidar blokunun ortaya çıktığı bir durumda, bu iktidarın tek seçimler yoluyla değiştirilemeyeceğini ve bu gerici-faşist devlet yapısının, iktidarını korumak için, kaçınılmaz olarak (örtülü ya da açık) bir darbeye yöneleceğini ve de muhalefeti acımasızca bastıracağını söyler. Ama “Altılı Masa” tarihin deneyimlerini bir kenara bırakarak, bir ham hayal peşinde koşarak ve bu hareketiyle de kendi cellatlarına meşruiyet kazandırarak hareket etmektedir. Biz olacakları tarihin deneyimlerine bakarak söylüyoruz yoksa “Altılı Masa”nın yapmış olduğu gibi “hislerimizle” değil.
“Altılı Masa” kendi politik adımlarına doğru bir ideolojik ve politik temel kazandırmada yoksundur yani mücadelesini tarihte olumlu bir örneğe dayandıramamaktadır. AKP gibi hareketler tarihte yeni ortaya çıkmış hareketler değildirler ve geçmişte başka ülkelerde de yaşanmış olup, sonuçları da ortadadır. “Altılı Masa”nın AKP rejimini yanlış analiz etmesinin altında yatan durum, bu hareketlerin (bir noktaya kadar CHP hariç) aslında tarihsel temellerinin yok olup gitmekte oluşudur. AKP’nin Türkiye’yi içine sokmuş olduğu konjonktürde, “Altılı Masa”yı oluşturan partilerin yeri teorik olarak yoktur. Çünkü AKP faşizmi, toplumsal meşruiyeti de üzerinden atacağı bir yönelime girmiştir, ki bu totaliter bir rejime evrilme olacaktır.
Bu rejime karşı mücadele “iki ayaklı” bir stratejiyi gerektirmektedir. Bu partilerin ise, bu tür mücadelede yer alacak karakterleri yoktur. İkinci olarak da AKP rejimine karşı mücadele, tutarlı bir demokratlık gerektirmektedir ki bu partilerin tutarlı bir demokratlığı da yoktur. Kısacası AKP, totalitarizm temelinde yeni bir faşist rejim inşasına doğru yönelirken, bu partilerin var olma zeminlerini de yok etmektedir. Bu partiler AKP öncesinin politik kodlarıyla hareket etmektedirler. O zamanki Kemalist Türkiye’de, bu partilerin üzerinde ordunun, bürokrasinin ve yargının koruması vardı ama bugün bunların hiçbirisi yoktur yani başlarının üzerindeki çatı yok olmuş durumdadır. Bu partiler gelecek konjonktürün yapısını anlamadıkları ve eski Türkiye’nin politik kodlarıyla hareket ettikleri için, AKP daha fazla totalitarizme yöneldikçe politik temelleri de giderek yok olacaktır.
Bu noktada bir yanlış anlaşılmanın da önüne geçmek gerekmektedir. O da kesinlikle yasal alanda faşizm karşısında meşruiyet üretiminin yani seçimleri kazanmanın asla küçümsenmemesi gerektiğidir. Bu temel ve önemli bir yere sahiptir ama tek başına yeterli değildir. Bu toplumsal eylemin güçlü bir “arka destek” ile desteklenmesi zorunludur.
AKP gibi faşist rejimlerin seçimler yoluyla alaşağı edilmesinin belirli tarihsel koşulları vardır. Bu koşulların olmadığı yerde bunu istemek, abesi iştigaldir. Bu koşulları ise kısaca şöyle belirtmek mümkündür:
Ancak böyle bir durumda AKP rejimi iktidarı bırakarak geri çekilebilir. Ama günümüz Türkiye’sinde bunların hiçbiri şu anda yoktur. Bundan dolayı da AKP rejiminin seçimleri “cebe indirmede” büyük bir sorunu da olmayacaktır.
Peki gelecek seçimleri AKP nasıl “cebe indirecek”tir?
AKP-MHP ittifakı, devlet olanaklarına sahip oldukları için, iktidarı koruma noktasında, muhalefete göre üçte iki üstün durumdadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta “seçimlerin kazanılması” noktasında üçte iki baskın olmaları değil, iktidarı korumaları noktasında üçte iki baskın durumda olmalarıdır. Seçimler mevcut faşist rejimlerde iktidar yapısının sadece üçte birini oluşturur. Diğer geri kalan üçte ikisini ise devlet olanaklarının ele geçirilmiş olmaları, uluslararası alanda destek noktalarının olmaları ve içeride de belirli bir kitle gücüne sahip olmaları oluşturur. Bu üçte ikilik kısım, faşist rejime “ortamı bulandırma” ya da ülkeyi bir “iç savaş” ortamına sürükleme olanağı verir. Ortalığın toz-duman olduğu bir durumda, muhalefet bastırılarak politik sistem rejim için yeni bir dengeye getirilir.
Bugün AKP’nin muhalefet karşısında temel sorunu, devletin şiddet araçlarını seçimleri kaybettiği durumda ya da seçimlere el koyduğu zaman muhalefete karşı nasıl kullacağı ya da bu kullanımı nasıl bir meşruiyet temeli üzerine oturtacağı noktasında düğümlenmektedir. Bu öyle bir şekilde yapılmalıdır ki, rejimin meşruiyet görüntüsüne fazla zarar vermemeli ve kitle temelinin erimesine de engel olmalıdır. Bunun için ise güçlü bir algı yaratılması zorunludur. Bu algı yaratımı ise şu noktada yapılmak istenmektedir: AKP-MHP blokunun adayı olan Erdoğan ile muhalefetin adayının oylarının birbirine yakın olduğu algısının yaratılması.
Bu algının yaratılmasının nedeni, AKP rejiminin kendi lehine açıklayacağı sonucu desteklemek içindir. Rejim çok az bir fark ile seçimleri kazandığını YSK eliyle ilan edecektir. Ama bunun için ise yarışacak adayların oylarının başa baş olduğu algısının yaratılması gerekmektedir. AKP rejimi bu noktada devlet olanaklarını yasadışı bir şekilde bu algı yaratımı için seferber etmiş durumdadır. Son dönemde AKP’nin ortaya koymuş olduğu bazı politikalar ve yine bazı emareler, AKP’nin seçimleri bir tür “kaptı-kaçtı” ile “cebe indireceği” anlayışına neden olmaktadır. Kamuoyunun büyük bir kesiminin seçimlerden önce beklediği “7 Haziran-1 Kasım” pratiği ise, AKP’nin yeni stratejisine göre, büyük bir ihtimalle seçimlerden sonra gündeme gelecektir. Kısacası AKP rejimi tamamen “iktidara el koyma”ya hazırlanmaktadır.
İlk olarak AKP’nin devreye soktuğu bazı politikaları ve yine kamuoyuna yansıyan bazı haberleri alt alta yazarak, bunların nasıl bir stratejinin taktik adımları olduğunu belirlemeye çalışalım:
Bu politikaların genel çerçevesine baktığımız zaman, ilk göze çarpan durumun, AKP rejiminin yasadışı bir şekilde ve hatta bazen de yasal ama meşruiyetten uzak bir şekilde, bütün devlet olanaklarını kullanarak, kendi ittifakının oy oranını birkaç puan yukarıya çekmek istediği ve Altılı Masa’nın oy oranını da birkaç puan düşürmek istediğidir. Böylece “başa baş bir yarışın” yaşandığı izlenimini oluşturarak ve bu algıyı seçim sonuçlarını kendi lehine açıklamanın temeli yaparak, kendi tabanını konsolide etmek istemektedir. Çünkü asıl olaylar seçimlerden sonra yaşanacağı ve bu süreçte de güçlü bir kitle desteğine ihtiyacı olacağı için, en azından kendi tabanında istediği desteği sürdürebilmesi için, “seçimlerin başa baş olduğu” algısını yaratması zorunludur.
Bu “başa baş seçim yarışı” algısının bir başka fonksiyonu da kararsız kitlelerin muhalefetin yanına kaymasına engel olmaya dönüktür. Başa baş seçimin yaşandığı algısı, büyük kararsız kitleleri, seçimlerden sonra rejimin muhalefete karşı harekete geçireceği “devlet şiddeti” karşısında “hareketsiz” tutmaya dönüktür. Yine bu başa baş seçim algısı, AKP rejiminin “seçimleri cebe” indirdikten sonra, ortaya çıkacak muhalefet direnişini bastırmak için de devlet aygıtını daha rahat harekete geçirmeye yarayacaktır. Kısacası bu algının çok önemli üç fonksiyonu bulunmaktadır: Kendi tabanını konsolide etmek, kararsız kitlelerin kararasızlığının devamını sağlamak ve devlet aygıtını sorunsuz olarak muhalefete karşı harekete geçirmektir.
Analizimizi biraz daha derinleştirmeye çalışalım ve öncelikle AKP rejiminin Ekrem İmamoğlu kararıyla ne yapmak istediğini açıklamaya çalışalım. Çünkü İmamoğlu’na getirilmek istenen siyasi yasak ile “seçimlerin başa baş geçeceği” algısının yaratılması arasında bir bağlantı bulunmaktadır.
Kamuoyu anketlerinde Altılı Masa’nın öne çıkan üç adayı içerisinde (Kemal Kılıçdaroğlu, Mahsur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu), AKP-MHP ittifakının gelecek seçimleri kendi lehlerine açıklamaya engel teşkil eden tek aday Ekrem İmamoğlu’dur. Bundan dolayı İmamoğlu’nun yasaklı hale getirilmesi ve rejim tarafından devreden çıkarılması, iktidara “seçim darbesi” ile el koyacak olan AKP rejimi için bir zorunluluktur.
Uzun zamandan beri AKP’nin dolaylı olarak orkestra ettiği bir oyun oynanmaktadır ve muhalefet içerisindeki bazı partiler ise bu oyunun içerisine ya ideolojik körlükleriyle ya da muhalefet içerisine yerleştirilmiş bazı rejim ajanlarının (İyi Parti’deki Yavuz Ağıralioğlu gibi) kışkırtmasıyla düşmektedirler. AKP-MHP ittifakı, elindeki devlet imkanlarını (özellikle yargıyı) kullanarak, Altılı Masa’yı iki adaya mahkûm etmek istemektedir: Kemal Kılıçdaroğlu ve Mahsur Yavaş. Çünkü bu iki adaydan hangisi aday olursa olsun, “başa baş seçim algısı”nı güçlendirecektir: Şayet Kemal Kılıçdaroğlu aday olursa, “İyi Parti’liler oy vermedi” algısı yaratılacak; Mahsur Yavaş olursa da “HDP’liler oy vermedi” algısı yaratılmış olacaktır. Rejim kendi lehine seçim sonuçlarını açıklattığı zaman, işte seçimlerden sonra bu argümanları medyada pompalayarak, ortamı iyice bulandıracak ve kendi “seçim darbesi”ne meşruiyet temeli oluşturacaktır. İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu ile Yavaş’tan farkı hem İyi Parti hem de HDP tabanından oy alacak tek aday olmasıdır. Onun adaylığı durumunda AKP-MHP İttifakı’nın “başa baş seçim olduğu” algısı işlemeyecek ve büyük bir meşruiyet sorunu yaşayacaktır. İşte son dönemdeki İmamoğlu’na yargı operasyonu bu plan temelinde yapılmaktadır.
AKP-MHP ittifakı, iktidarı koruma ve muhalefeti dağıtarak bastırma noktasında, iki aşamalı bir plan oluşturmuş görünmektedir. Seçimlerin “başa baş olduğu” algısının yaratılarak “seçim darbesi”nin yapılması birinci aşamayı oluşturmaktadır. Seçimlerden sonra uygulanılacak politika ise ikinci aşamayı oluşturacaktır. Bu ikinci aşama ise muhalefetin parçalanmasını içermektedir. Bu ikinci aşamada muhalefet “siyasi olarak çıkmaz bir yola” sokulacaktır. İşte dezenformasyon yasasının işlevi burada ortaya çıkacaktır. YSK’nin açıklamış olduğu sonuçlara itiraz eden bütün siyasetçiler (parti başkanları da olsalar) teker teker içeri alınacaklar ve seçim sonuçlarını tanımadıkları için “AKP’ye karşı darbe faaliyetleri” ile ilişkilendirilerek cezaevlerine gönderileceklerdir. Seçim sonuçlarını teşhir eden bütün gösteriler ve yürüyüşler “darbe faaliyetleri” olarak nitelenerek sert bir şekilde (Gezi davasında olduğu gibi) bastırılacaktır. Hatta 7 Haziran-1 Kasım arasında patlayan bombalar ve benzerleri işte seçimlerden sonra “ihtiyaca uygun” olarak devreye girecektir.
Seçimlerden sonraki AKP-MHP darbesi, Altılı Masa’yı paramparça edecektir ve bu işi de şansa bırakmayacaklardır. CHP’nin İyi Parti ile HDP’yi dolaylı olarak tek bir siyasi cephede (geçen yerel seçimlerde olduğu gibi) birleştirme siyasetine büyük bir ceza kesecektir. Seçimlerden sonraki darbenin ana doğrultusu CHP’nin tamamen yere serilmesi üzerine kurgulanmıştır. Kaldı ki, Erdoğan bundan neredeyse iki yıl önce bu noktadaki CHP rahatsızlığını açıkça belirtmiştir: “Elbette CHP’nin ifa ettiği bir görev var. Terazinin bir kefesinde HDP diğer kefesinde İyi Parti var. CHP’nin görevi ise bu teraziyi dengede tutarak bir ittifakı bir arada tutmaktır.” (25 Ocak 2021)[2]
Seçimlerin AKP rejimi tarafından “cebe indirilmesi”nden sonra, muhalefet açısından temel sorun, bu darbeye karşı nasıl bir tutum alınacağı olacaktır. Muhalefet sokağa indiği zaman darbe ile ilişkilendirilerek parti yönetimleri tutuklanacak ve HDP’nin başına gelenler onların başına gelecek; sokağa çıkmadıkları zaman ise parti ve seçmen tabanlarının güvenini kaybedeceklerdir. Kısacası muhalefet siyasi olarak çıkmaz bir sokağa sokulacaktır.
Bugün başta Kılıçdaroğlu ve yine muhalefetin başka liderleri, eğer AKP iktidarı vermezse ise şöyle yaparız, böyle yaparız demektedirler. Hiçbir şey yapamazlar! Hiçbir şey yapamayacaklarını da çok yakında göreceğiz! Zaten Erdoğan’ın amacı bu liderlerin çaresizliklerini halka göstermek ve böylece onların gözden düşmesini sağlamaktır. Seçimlerden sonra büyük bir ihtimalle Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’nin başından siyasi yasaklı hale getirilerek alınacak ve CHP parti içi kargaşa ortamına sürüklenerek güçten düşürülerek, Altılı Masa ittifakının dağılması sağlanacaktır.
Altılı Masa’nın adayı daha belli olmadığı için rejim şu an seçimlerin başa baş olacağı algısı yaratamamaktadır. İmamoğlu devreden çıkarıldığı zaman ve Kemal Kılıçdaroğlu ya da Mahsur Yavaş, Altılı Masa’nın adayı olarak açıklandığı zaman, rejimin bu propagandası daha belirgin hale gelecektir. Bu andan itibaren eğer Kılıçdaroğlu aday olursa, “HDP’nin adayı” olarak lanse edilecek ve İyi Parti tabanı Kılıçdaroğlu’ndan soğutulmaya çalışılacak; yok eğer Yavaş olursa bu sefer de HDP tabanı Yavaş’tan soğutulmaya çalışılacaktır. Zaten HDP yöneticileri Yavaş’ı istemediklerini ve aday olduğu zaman da kendi adaylarını çıkaracaklarını açıkça belirtmişlerdir. Kısacası Erdoğan’ın planı tıkır tıkır işlemektedir.
“Emir-komuta yargısı” ile aday olmasının önü kesilen İmamoğlu’nun seçimlere kadar görevden alınmasına ise gerek yoktur. Çünkü rejim “sandık darbesi” ile bütün iktidara el koyduğu zaman, İmamoğlu zaten “politik bir cenaze”ye dönecektir ve rahatlıkla görevden alınacaktır. Yok eğer rejim seçimlere bir güç gösterisi ile girmek isterse, seçimlerden önce de İmamoğlu’nu görevden alabilir.
Rejim seçimlerden sonra muhalefetin elindeki “ıslak imzalı” seçim tutanaklarını da dikkate almayacaktır ve bunların sahte olduğu propagandasını yapacaktır ve de YSK’nin açıklamasını tek temel açıklama olarak görecektir. Hayali seçmenler ile seçimlere katılımın yüksek gösterilmesi ise, genel toplam oy oranı içinde muhalefetin oy oranını birkaç puan düşürmek içindir. Böylece muhalefetin oyunun karşısına diğer oy oranı çıkarılarak rejimin oy oranı yüksek olarak gösterilerek, muhalefetin bastırılmasında algı yaratımına destek sağlanmaya çalışılacaktır.
Yasal muhalefetin AKP’nin uygulamış olduğu bazı politikalardan, rejimin darbe yapacağı noktasında şüphelenmesi gerekmektedir. Ama yasal muhalefet kendisini bir seçim aldatması içerisine hapsetmiş durumdadır. Bundan dolayı da rejim bir sürpriz etkisi yaparak, muhalefeti şaşkına çevirecek ve sonra da paramparça edecektir.
AKP rejimi bir yandan politik olarak tarikatlara sığınarak öte taraftan da ulusun çoğunluğunun oyunu alamaz. Bu mümkün değildir. Bunu bildiği için de seçimlerden umudunu kesmiştir ve “sandık darbesi”ne bel bağlamıştır. Tarikatlara politik olarak yaslanmasının nedeni ise, seçim darbesinden sonra muhalefete ya da genel olarak halka açacağı savaşta, bu tarikatların destek vermelerini sağlama alma çabasıdır.
Bu analizden de anlaşıldığı gibi, rejim kendisini siyasi olarak seçimleri kazanmaya göre konumlandırmamıştır ama “seçimlere el koymaya” göre konumlandırmıştır. Seçimler ise bir formaliteden öteye bir anlam teşkil etmemektedir. Bu da şu sonuca götürmektedir: Ortada kazanılacak bir seçim yoktur. Olmayan bir şey için mücadele eden bir muhalefet ise boşluğa düşecektir.
AKP rejimi, seçimlerin normal yapılacağı algısı altında devletin şiddet araçlarını muhalefet üzerinde nasıl kullanacağı üzerinde çalışmaktadır, ki bunu devreye sokmanın yolu ise “başa baş seçim olduğu” algısının yaratılmasıdır. Seçimlerden sonra muhalefet liderleri, canlarını kurtarırlarsa kendilerini şanslı saymalıdır.
Uzun zamandan beri rejimin propaganda ettiği 2023 vizyonu işte iktidara tamamen el konulacağı bu seçimlerdir. Böylece Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet’in de tasfiye edildiği imajı oluşturulmuş olacaktır. AKP ve ortaklarının kafası ile muhalefetin kafası tam zıt yönde çalışmaktadır. Rejimin sahiplerinin diktatörlükle bir sorunları yoktur. Onlar olaylara kısaca şöyle yaklaşmaktadırlar: Nasıl Cumhuriyet kurulduğu zaman tek parti diktatörlüğü kuruldu ve çok partili seçime geçildiği zaman da rejim devam etti, bizimkisi niçin olmasın! Zaman zaman askeri müdahalelerle siyasi ortam temizlenerek ve yeni bir çerçeve çizilerek sürekli rejim yenilenebilir ve bu sonsuza kadar devam edebilir! İşte onlar böyle düşünüyorlar!
Makalenin bu noktasında biraz konu dışı görünen bir konuya da burada değinmekte fayda vardır. O da anketçilerin belirttikleri büyük bir “kararsız seçmen” kitlesinin olduğu meselesidir. Bu seçmen kitlesinin motivasyonu ise kanımızca doğru değerlendirilmemektedir. Hepsi olmasa da bu seçmen kitlesinin en az yarısının kararsızlığının nedeni sanıldığından çok farklıdır. Bu bir kısım kararsız seçmen kitlesinin (bugün ülkenin şu durumunda kararsızlık geçiren bir seçmenin aklından kuşku duymak gerekir!) kararsızlığı, anketçilerin saydığı gerekçelere dayanmamaktadır. Bu seçmen kitlesi açıkça söylemese de, Erdoğan’ın muhalefet üzerinde devletin şiddet araçlarını kullanıp-kullanmayacağı noktasında kararsızlığa düştüğü içindir ki kararsızlık geçirmektedir. Rejim muhalefeti bastırdığı andan itibaren, güçlünün yanına geçeceklerdir. Bunu nereden biliyoruz? 7 Haziran-1 Kasım arasında muhalefet üzerindeki şiddet dalgasından sonra yüzde ona yakın bir kesimin gidip AKP’ye oy vermesinden anlıyoruz. Bu kesimin demokratlıkla alakası yoktur ve güçlüye yaranma peşindedir.
Az yukarıda da belirttiğimiz gibi rejim “muhalefetin dişlerini saymış” ve iktidara tamamen el koyma durumunda hiçbir şey yapamayacaklarını artık anlamış durumdadır ve iktidarını uzun yıllara yaymanın planlarını yapmaktadır. Bu noktada rejime de birkaç söz söylemek gerekir. Çünkü bu hesaplamada yanlış olan bir durum söz konusudur. Rejim Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihinden ya bir haberdir ya da fazla küçümsemektedir. Belki pek büyük bir kesim farkında değil ama Türkiye Devrimci Hareketi’nin derinliğinde ideolojik ve politik olarak büyük bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşümün temel faktörlerinden birisi ise, Türkiye Devrimci Hareketi’nin Kürt Özgürlük Hareketi’ne yakın konumlanmış oluşudur. Bu konumlanma onun ideolojik ve politik yenilenmesinde büyük bir yere sahiptir.
Gerek Birinci ve gerekse de İkinci Dünya Savaşlarından önce de aynı manzara yaşanmıştı. Faşist rejimler ve hareketler bütün muhalefeti bastırarak iktidarın iplerini ellerine almışlardı. Devrimci hareketler ise küçük örgütler olarak var olmaktaydılar ama savaş sırasında ve sonrasında bütün dünya bu örgütlerin muazzam büyümelerine ve gelişmelerine tanık oldu. Şimdi de aynısı olacaktır.
Bugün seçim söyleminin peşine takılarak fazla zaman kaybetmemek gerekmektedir ama bu sürecin de yasal muhalefet açısından da en başarılı bir şekilde geçmesi de aynı şekilde doğrudur. Seçimlerden sonra ülke Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde belirtmiş olduğu konuma düşecektir. Ülkenin işgali tamamlanmış ve bütün Cumhuriyet ayaklar altına alınmış olacaktır. Bundan dolayı da “Kurtuluş Savaşı” stratejisine geçmek zorunludur. Bu ise bütün demokratik güçlerin tek bir cephede birleşmesini gerektirmektedir.
Bir başka makalede (Ulusal Demokratik Cephe ve “Gizli İttifak” -Union Sacrée), ülkenin içerisine girmiş olduğu felaketten nasıl çıkabileceği noktasında, ideolojik, politik ve askeri çözümlemeleri kısaca ele almaya çalışacağız.
Dipnotlar:
[1] https://sendika.org/2022/11/neoliberalizm-mi-korporatizm-mi-670785/
[2] https://www.kanal23.com/haber/siyaset/cumhurbaskani-recep-tayyip-erdogan-chpnin-ifa-ettigi-gorev-hdp-ve-iyi-parti-ittifakini-dengede-tutmak-tlU5hzqw
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.