“Düşünceleri uğruna ölmeye hazır olanların gücünü anlatabilmek mümkün değildir. Onlar yenilgi nedir bilmezler. Düşünceden ödün verme, ihanet ve alçaklığın pek çok türü yok oluş karşısındaki korkudan doğmuştur.” (Ateşi Çalmak, Galina Serebrykova, Evrensel Basım Yayım) 19 Aralık 2000… Tedirgin bir bekleyişin eşlik ettiği günler, soğuk karakış günleri. Koğuş sistemine son verileceği, politik tutsakların “5 yıldızlı” olarak […]
“Düşünceleri uğruna ölmeye hazır olanların gücünü anlatabilmek mümkün değildir. Onlar yenilgi nedir bilmezler. Düşünceden ödün verme, ihanet ve alçaklığın pek çok türü yok oluş karşısındaki korkudan doğmuştur.” (Ateşi Çalmak, Galina Serebrykova, Evrensel Basım Yayım)
19 Aralık 2000…
Tedirgin bir bekleyişin eşlik ettiği günler, soğuk karakış günleri. Koğuş sistemine son verileceği, politik tutsakların “5 yıldızlı” olarak lanse edilen F Tiplerine zorla da olsa götürüleceği gündemdeydi. Operasyonun görünürdeki gerekçesi, geçiş provaları yapılan F tipi hapishanelere karşı üç siyasi örgütten arkadaşlar tarafından başlatılan “ölüm oruçlarına son vererek örgütlerin baskısıyla eyleme zorlanan mahkûmları kurtarmak”tı!
Arkadaşlar için destek açlık grevindeyiz, bir saldırı bekliyoruz. Yanıltmadılar… Onlar bizi tanıyor biz de onları. Neler yapabileceklerini öngörüyoruz, nasıl direneceğimizi biliyorlar. Yanıltmadılar bizi, ama bu kadarını, bu denli vahşi bir saldırıyı beklemiyorduk. Bir yıldır hazırlandıklarını sonradan öğrendik.
19 Aralık 2000…
Ümraniye Hapishanesi’nin maltasında sabaha karşı 05:00’te yankılandı bir kadın sesi: “Uyanın arkadaşlar, saldırı var, operasyon!..” Siyasi tutsakların bulunduğu 20 hapishaneye eş zamanlı bir saldırı düzenlenmişti. Ateşli silahlarla, göz yaşartıcı gazlarla, sinir gazları ve yangın bombalarıyla, iş makinalarıyla gelmişlerdi. Her yerde direnildi, teslim olan hapishane olmadı hiç.
Ümraniye Hapishanesi’ndeki tutsaklar kurşuna, gaza, uykusuzluğa, açlıktan bitap düşmüş bedenlere rağmen 3,5 gün boyunca sökülüp atılamadı bulundukları yerden. Geri çekile çekile hepimiz bir koğuşta toplanmıştık. Her dakikası coşkulu dersler içeren bütün o süre boyunca aklımdan hiç çıkmayan anlar var. Kişilikleri ve duruşlarıyla sadece bende değil herkeste aynı duyguları uyandıran, devrimcilerin temel erdemlerini kuşanmış yoldaşlar bunlar.
İz bırakan kimi çizgileriyle kaybettiğimiz üçünden söz edeceğim size: Nergiz Gülmez, Sibel Sürücü, Lale Çolak
Soyadı gibi “Gülmez” miydi Nergiz, evet öyle de denebilir. Sevgi pıtırcıkları gibi durmadan gülümseyenlerden/gülenlerden değildi. Herkesin ona ihtiyacı farklı noktalarda toplanıyordu, kimsenin umurunda değildi güleç olup olmaması…
“Başladı işe/bitirdi işi…” şiirinde olduğu gibiydi. Ne yapması gerektiğini tayin eder, sonra bütün gövdesiyle girerdi altına. Ne yakınır ne de yardıma çağırırdı kimseyi. Planlar, örgütler, yerine getirir sonra kolektifin önüne sererdi.
TKP-ML davasından yargılanıyordu. 2 yılı aşkın aynı koğuşta kaldık fakat onun 19 Aralık hapishane saldırısının başladığı andan son ana kadarki çalışkanlığını ve kendini ortaya koyuşunu unutamam.
Karınca gibi koşturan Nergiz’i görüyordum nereye baksam.
Sağlıkçılar dışında herkesin kolay kolay üstesinden gelemediği müdahalelerde o hiç eksilmez soğukkanlılığı ve sakinliğiyle orada oluyordu. Duruşuyla, öne atılışıyla unutulmazdı. Yorgunluk nedir bilmez, “uyu biraz” önerilerini “iyiyim ben” diye geri çevirirdi. O 3,5 gün boyunca çözülmesi gereken her sorunda ortada olan birkaç kişiden biriydi.
11 Nisan 2001’de, Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ölümsüzleşti Nergiz. Ölümü de tıpkı yaşamı gibi aynı duruluktaydı; devrimcilikte ve devrimi büyütmekte iddialı, hayatın kaçınılmaz akışı karşısında boynu kıldan ince…
Lale bir mektubunda ondan şöyle söz ediyordu:
“…Her birine yanıyoruz ama tanıdıklarımız ister istemez daha fazla etkiliyor. Nergiz de bunlardan biriydi. Kararlı, inatçıydı. Bazen hırçın bir deniz gibi dalgalanır, kabarırdı. Sonra durulur, sakin akardı. Ama hep duruydu, bakınca içi görünenlerden yani. Ümraniyedeki son günlerimizde bilmem dikkat etmiş miydin, 4 gün boyunca yarı uykulu, özellikle Muzaffer ve Serdar olmak üzere yaralıların başında bekledi durdu. Koşturdu hiç yüksünmeden…” [Çitlerin Olmadığı, Lale Çolak, Sel Yayıncılık, sf. 116]
Buğday başağı* sağlamlığında ve narinliğindeki Sibel söz konusu olduğunda, ilk bakışta gördüklerinize aldanmamalısınız. Yumuşacık ve kırılgan o görünümün altında harekete geçtiğinde ortalığı ateşe boğacak bir volkan saklıdır.
O kadar ufak tefektir ki, dikkat etmezseniz yirmi iki kişi arasında ilk bakışta görmezsiniz bile. Bağırtısız, çağırtısızdır; kendi gündeminin peşindedir Sibel. TKEP/Leninist davasında yargılanıyordu, sessiz ve soğukkanlı, okumaya araştırmaya düşkün, öğrenmeye aç bir yoldaştı. Ortak etkinliklerde kendini ortaya atmaz, “ben… ben” diyenlere inat nerede ihtiyaç varsa, nerede işlevli olacağını düşünüyorsa orada olmaya gayret ederdi.
Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi’ne sevk edilen üçüncü gruptaydım sanırım. Durumu “kötüleşenleri” [siz bunu çok kilo kaybettiği için tez zamanda bilincini de kaybedecek olacağını düşünülenler, diye okuyun] götürdükleri ara duraktı Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi. Bizi götürdüklerinde 19 Nisan 2001’di. Sibel’i 22 Nisan’da kaybettik.
Melek Tukur’la beni daha önce AİDS’lilerin kaldığı bir koğuşa vermişlerdi. O bitkinlikle temizliğe giriştik. O kadar pisti ki, tam bir gün boyunca sürdü temizlik. Arkadaşları ziyaret için ancak sonraki gün fırsat bulabildik. Sibel’in durumunun iyi olmadığını, bilincinin gelip gittiğini söylemişti yoldaşları. Korka korka girdim odasına, daha da küçülmüş yatıyordu. Uyuyor muydu, dalgın mıydı yoksa… bilmiyorum. Yanına ilişip elini tuttum. Minik bir serçeydi avucumun içindeki ama soğuktu…
Ölümsüzleşmesinden sonra yoldaşları eşyalarını her birimize anı olarak dağıttılar. Bana da mavili beyazlı bir çorabı düşmüştü. Minicik ayaklarına geçirdiği çoraplar… Hala benimle birlikte, 20 yıldır gittiğim her yere taşıyorum.
Sözü Lale Çolak’ın bir mektubunda ona dair yazdıklarına bırakayım:
“Hücre duvarlarını aşırta aşırta gelen sıcacık satırlarınız sardı içimizi. Üstündeki kuş sanki havalanmış da kanatlarını çırpa çırpa konmuştu ellerime. Belki de kuşu kanatlandıran Sibel’in o güzelim dizeleriydi:
Bırak, bırak yüzün şiirle örtülsün
Sen yıldızlara bak, bırak dünyanın yükünü
Ve zaferin türküsünü taşıyan yoldaşlarına
Sen hepsinin üzerindesin, tüm gözlerin çevrildiği yerdesin
Deniz ufkunda gökyüzünün sonsuzluğunda.
Sibel Sürücü / Kartal
Sibel, küçücük, mini minnacık bir devdi sanki. Yitip gidenin ardından güzelleme yapmak değil benimki. 1,47’lik boyundan değil sadece, günlük yaşamda ‘silik’ denilebilecek, hiç belli olmayan, kendini öne çıkarmayan kişilikler vardır ya -ihtiyacı da yoktur çünkü- öyle, ortalıkta pek görülmeyen, köşesine çekilip okuyan, yazan… Kucağında çoğunlukla koca Kapital ciltleriyle dolaşan Sibel… bu minik kadın çekildiği köşesinde kitaplar içinde yüzerken, bir yandan da silahlarını bileyliyormuş. 19 Aralık operasyonunun son günü sevklerimiz yapılacağı sırada askerlerin üzerine bir yürüyüşü, kafa tutuşu vardı ki, herkesi hayretler içinde bıraktı. O meydan okuma ölüm orucunda da devam etti. Ölümün üzerine diklene diklene yürüdü…” (agy, sf. 131)
Yüreğinde hiç sönmeyen ateş olanların tercümanı gibiydi Lale. Devrim ateşiydi bu, kaçınılmaz bir zorunluluk saydığı bir şeye tutkuyla bağlananlarda görülen bir irade ve yaşam biçimi…. TİKB davasından yargılanıyordu ve 15 yaşından bu yana başka bir hayat bilmedi, öğrendikçe, eyledikçe büyüdü, büyüdü…
“Ölü yıldızlara hayatı götürmeye” yönelenlerin gözlerinde, duruşlarında, eylemlerinde görülebilecek bir kesinlikti bu. Hiçbir şeyi kendine saklamayan, acısını da sevincini de dosta düşmana sakınmaksızın açan yüreklilerin cesaretiydi onunki. Kızgınlığını da koyardı ortaya, öfkesini ve karşı çıkışını da… Bezgin bezgin oturup bekleyenlere, çaresizliğin pençesindeki kayıtsızlığa, iyice hareketsiz bırakan çıkışsızlık duygusuna savaş açmıştı. Yoldaşımmış, büyüğümmüş, sorumlummuş demezdi. Tek bir sorumluluk algısı vardı onun, ölü yıldızlara hayatı götürmek için yapılması gerekenler!..
O cehennemi 3,5 gün boyunca kâh barikat başında kâh yaralıların yanında kâh milletin genel halini gözlemek için yemekhaneden koridora seyirtip durdu. Yorgunluktan sapsarı olmuş suratında, hiçbir şeyi kaçırmak istemeyen o güzelim kara gözleri kafasındaki binbir soruya yanıt arar gibi parlıyordu.
Artık son saatlerde, bir damla suyumuz kalmamışken, iş makinaları depremlerin çatlak bile yaratmadığı duvarları birer birer zorlarken, ortalık gaza kesmişken bu “ağır hava”yı dağıtmak umuduyla ayağa fırlayıp “İstanbul” şiirini okudu bize. Nefes almakta zorlanırken hepimizin bilincinde bir sarsıntı yaratmayı başardı. Yaşamla ölüm arasındaki bir uğrakta, her şeyi yeniden yeniden hatırladık. Lale’nin ihtilalciliği işte bu türdendi; içinde çağlayan sesi yine herkesle paylaşmıştı.
2002’nin 8 Ocak’ında kayıp gitti ellerimizden ölümsüzleşerek…
(*) Sibel, buğday başağı demekmiş
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.