Kadınların ailelerinden kopup hayatlarını ve dünyayı değiştirmek için dâhil oldukları sınıf mücadelesinde örgütlerin erkekleriyle karşı karşıya kalmalarını ve adını feminizm koyarak ya da koymayarak örgütleri ve hayatları ile birlikte bir bütün halinde sosyalizm mücadelesini değiştirme çabalarını görüyoruz Yolu Kurtuluştan Geçen Kadınlar’da
Sosyalist solun tarihini yazma bahsi geçtiğinde söz hep erkeklerin, bilhassa “örgüt şefi” olanlarındır. 80 öncesi yıllarının devrimciliği, adanmışlığı, kararlılığı anlatılırken sadece erkeklerin deneyimleri gündem olur. Binlerce kişiyi nasıl yürüttükleri, faşistleri nasıl darmadağın ettikleri, işgali nasıl örgütlediklerini anlatırken adı geçenler, hatırda kalanlar hep erkeklerdir. En tepeden an aşağıya kadar devrimcilik anıları adeta erkeklere zimmetlidir. Neredeyse bütün sosyalist örgütlerin, 80 öncesinden bugüne sosyalist hareketin neden bu kadar güç kaybettiği meselesi ise asla erkek egemenliğinin sorgulanmasının dâhil edildiği bir tartışma ile ele alınmaz. 40-45 yıldır bütün şefler erkekken sosyalist hareketin mevcut durumunda, örgütlerin daralmasında erkek egemenliğinin etkisi görmezden gelinmeye devam ediliyor. Devrimcilik tanımı hâlâ daha “yiğitlik”, “kahramanlık” gibi erkek sıfatlarla yapılıyor.
1970’lerde hem gençlik hem de sınıf hareketi hızla kitleselleşirken sosyalizm mücadelesine katılım koşulları elbette kadınlar ve erkekler için aynı değildi. Genç kadınlar sosyalist örgütlerle ilişkilendiklerinde çoğu zaman ağır aile baskısına rağmen aktifleşebilirken dönemin deyimiyle “düzenle bağlarını koparmaları” yer aldıkları sosyalist örgütlerde gereken saygıyı ve takdiri görmüyordu. Tam da Batı’da ikinci dalga feminist hareketin yükselişini belirleyen erkek egemenliği Türkiye sosyalist hareketinin yapısını da belirliyordu: Kadınlara sıklıkla düşen görevler lojistik işleri üstlenmek, döviz yazmak, ortak alanların temizliğini yapmak ve illegal faaliyet yürüten erkeklerin güvenliğini sağlamak üzere aile rolünü üstlenmek türündeydi. Ailelerini terk edip devrimci mücadeleye katılan kadınlara sosyalist örgütlerde de sıklıkla patriyarkal rolleri/aile rollerini sürdürme görevi verilmesi ise son derece sıradandı.
80’lerle birlikte Batı’dakine benzer biçimde sosyalist hareketteki kadınlar da örgütleri, özel ilişkilerini, aileleri ve bir bütün olarak hayatlarını sorgulamaya başladıklarında buluştukları yer feminist hareket oldu. Feminist hareketin, sosyalist hareketin tarih yazımına yönelik eleştirileri örgütlerin erkek resmi tarihlerinin tabir yerindeyse fiyakasını bozarken bir bütün halinde sosyalist hareketin ve örgütlerin gerçekliğini yansıtıyor aslında. Yolu Kurtuluştan Geçen Kadınlar da Kurtuluş geleneğinin hikâyesine bir sözlü tarih çalışmasıyla bakmayı hedefleyen Kurtuluş Kendini Anlatıyor kitap dizisinin dokuzuncusu ve aslında ilk sekiz kitaptaki tarihin bir tür en gerçek halini ortaya koyan kamera arkası denilebilir.
Kitabı hazırlayan kadın kolektifi bu durumu sunuş yazısında şöyle ifade ediyor:
Gün yüzüne çıkmamış tanıklıklar, görünmemiş tanıklıklar bambaşka bir Kurtuluş tarihini gözler önüne seriyordu. … Bu kitapta Türkiye’de sosyalist hareketin yükseldiği ve 12 Eylül 1980 darbesi ile kesintiye uğrayarak gerilediği dönemlerde, kendilerinin ve halklarının kurtuluşu için mücadele ederken yolları Kurtuluş hareketi ile kesişmiş kadınların anlatımları var. Bu anlatımlar o günleri benzer biçimde yaşamış tüm devrimci kadınların da hikâyesidir.
Yirmi kadınla yapılan görüşmeleri içeren Yolu Kurtuluştan Geçen Kadınlar’ın hazırlanma yöntemine/sürecine ilişkin olarak yayın kolektifi, “Feminist etik, feminist ve şiddetsiz iletişim, şiddetsiz toplantı yöntemleri işbölümü ve tartışmalarımızda bize yol gösterdi” diyor.
Bir sosyalist örgütün tarihine feminizmin içinden bakmanın ötesinde, örgütün içindeki feminist mücadeleleri de görerek/bilerek bakabilmek hiç kuşku yok ki 80’lerde yükselen feminist harekete siyasal/örgütsel ilişkileri sürerken dâhil olan en fazla sayıdaki kadının Kurtuluş hareketinden olmasıyla da yakından ilintili.[1] Tabir yerindeyse Kurtuluş hareketinin içindeki erkek egemenliğini 40 yıldır nesil nesil tartışan, mücadele eden kadınların varlığı, bu kitapta feminist tarih perspektifiyle sosyalist hareketin ve örgütlerin tarihinin yazılmasını buluşturabilmiş. Kitap kolektifi de sunuş bölümünde kitabın içeriğine ilişkin bu yönde bir çerçeve çiziyor:
Kadınlar, fabrikalarda, mahallelerde, okullarda, derneklerde, sendikalarda, yayın organlarında, mahkemelerde, cezaevlerinde, karakol ve cezaevi kapılarında, hayatın daha birçok alanındaki siyasi mücadelenin içinde yer aldı. İlişki, sempatizan, militan, kadro gibi kategorilerle erkek yoldaşlarının yanı başında koşuştururken onların karısı, annesi, kızı, bacısı, yakını vb. olarak tanımlandılar. Yok sayılmaya çalışıldıkları her durumda bıkmadan usanmadan mücadeleye devam ettiler. Bir yandan örgüt için çalışırken diğer yandan kendilerini ve yakınlarını hayatta tutabilmenin mücadelesini verdiler.
Kitapta yer alan kadınlar aslında 80 öncesinde hem sosyalist hareketin hem de Kurtuluş hareketinin sınıfsal ve toplumsal etki alanının kompozisyonunu yansıtıyor: Lise ve üniversite öğrencileri, işçiler, mahallede ya da köyde/kasabada örgütlenenler, ailedeki daha büyük erkek kardeşler aracılığıyla örgütle ve sosyalist hareketle ilişkiye geçenler.
Kitapta yer alan kadınların anlatılarında ailelerin hep bir direniş alanı olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Serinin ilk sekiz kitabından farklı olarak yer alan kadınların annelerini sadece fedakârlıklarıyla değil bir bütün olarak nasıl yaşadıklarıyla da görüyoruz. Ev içindeki erkek şiddetini, politik olarak aktifleştiklerinde ailenin verdiği tepkileri ve koydukları yasakları okuduğumuzda kadınların o dönemde devrimcilik yapmak için aştıkları engellerin erkeklerden ne kadar farklı olduğunu anlıyoruz. Yükselen toplumsal mücadelede devrimci kadınların sadece faşistlerle, devletle ve sermayeyle değil bizzat ailedeki ve toplumdaki erkek egemenliğiyle de çetin bir mücadele içinde olduğu, her satıra yansıyor.
Siyasal mücadele içinde yer alış hikâyelerinde aslında liseli ve üniversiteli örgütlenmelerinin yapılarını, öğrencilerin okullarını bırakıp sınıf içinde örgütlenmek üzere fabrikalara girişlerini, ilk kadın örgütlenmelerinin bugünkü feminizmle değerlendirilişini okuyoruz. 12 Eylül’de yaşadıklarını, 12 Eylül sonrasında örgütün erkek şeflerinin aldıkları kararlarda kadınları nasıl yok saydığını ve kendi kaderleriyle baş başa bıraktığını, yine de kadınların tabir yerindeyse, yedi düvele karşı hayatta, ayakta ve devrimci mücadelede kalmak için direndiklerini görüyoruz. Evlenmeler, boşanmalar, çocuk yapmalar, çocukların sorumluğunu her daim tek başına üstelenmek zorunda kalmalar, yaşanmış, yaşanamamış ve hayal kırıklığı yaratan aşklar, mücadeleden kopmamaya çalışmak için insanüstü çabalar, Türkiye sosyalist hareketinin kadın tarihini anlatıyor. Kadınların ailelerinden kopup hayatlarını ve dünyayı değiştirmek için dâhil oldukları sınıf mücadelesinde örgütlerin erkekleriyle karşı karşıya kalmalarını ve adını feminizm koyarak ya da koymayarak örgütleri ve hayatları ile birlikte bir bütün halinde sosyalizm mücadelesini değiştirme çabalarını görüyoruz Yolu Kurtuluştan Geçen Kadınlar’da. Feminist hareketin yükselişinin Kurtuluş hareketindeki (aslında bir bütün olarak sosyalist hareketteki) yansımaları söyleşilerin 90’lara ve 2000’lere uzanan kısmında yer alıyor. Bugün nerdeyse bütün sosyalist harekette ve toplumsal muhalefette kabul gören pozitif ayrımcılık, kota, erkek şiddetinin cezaya tabi olması, cinsel şiddet karşısında kadının beyanı esastır teamülünün uygulaması, kadın örgütlenmesinin özerkliğinin kabulü gibi ilklerin hangi mücadelelerden geçilerek kazanıldığı da kitabın sayfalarında anımsanıyor.
On kadının kolektif çalışmasıyla ortaya çıkan kitapta, yirmi kadının devrimci mücadeledeki hikâyeleriyle, Türkiye sosyalist hareketi içinde yer almış bütün kadınlar için anlatılan bizim hikâyemizdir dedirten bir sözlü tarih çalışması olmuş, Yolu Kurtuluştan Geçen Kadınlar. Ve kişisel olarak da, iyi ki yolumuz kesişmiş, dedirten bir kitap olmuş…
Dipnot:
[1] Bunda 1983’ten itibaren -henüz feminist hareket kolektif olarak kendini ifade etmemişken- Kurtuluş hareketi içinde “Nedret Sena” imzasıyla yayımlanan, “Kadın sorunu erkeklerin de sorunudur” başlıklı, klasik sosyalizm yaklaşımından koparak bağımsız kadın hareketinin gerekliliğinin altını çizen yazıyla başlayan sosyalizm eleştirileri ve feminizm tartışmaları da belirleyiciydi kuşkusuz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.