Türkçenin uzun yolu

Osmanlı Devleti’nde resmî dil Osmanlıca, din dili Arapça, yerel konuşma dili Türkçeydi. Bunların üçü de sınıf damgası taşır: İlk ikisi üst sınıfların, sonuncusu alt sınıfların dilidir

Türkçenin uzun yolu

AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal’ın Kitap ve Kültür Fuarı’nda yaptığı konuşma istifasıyla sonuçlandı.

Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin kültür devrimidir. Lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet; bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.

Bu itiraz yeni değil, çok daha fazlasını İslamcı tarihçiler, Tayyip Erdoğan ve takipçileri on yıllardır tekrar edip duruyorlar. Osmanlı-Cumhuriyet, Vahdettin-Atatürk, Osmanlıca dil dersi tartışmaları (vb.) resmiyet kazandırılmaya çalışılan İslamcı tarih yazımının alt başlıklarından başka bir şey değildir.

İktidarla ana muhalefet arasındaki tartışmanın özü şudur: Baştakiler Kemalist paradigmaya karşı halifeliği ve Türkiye İslam Cumhuriyeti’ni, karşısındakilerse laik Türkiye Cumhuriyeti’ni savunuyorlar. İkisinin de iktidar hangi sınıfta olsun diye bir meselesi bulunmuyor.

Biz Marksistlerse, en başta iktidarın tarih okumasını, ama laiklik-Latince alfabe yakasında kalarak her ikisini de kabul etmiyoruz. Zira iki taraf da tarihe idealist, tutucu ve milliyetçi açıdan bakıyorlar. Bizim ufkumuz sosyalist cumhuriyettir hem defalarca denenmiş hem de sömürücü sınıflar bakış açısından yapılmış her iki tarih okumasını da reddediyoruz.

*** 

Tarihin iki büyük devrimi başta olmak üzere, dili gündemine almayan hiçbir devrim olmamıştır. Fransız Devrimi’nde dil, devrimin dostları ile düşmanları arasında ayrım çizgisini oluşturan bir devlet meselesiydi. Yine, 1917 Ekim Devrimi’nin öncüleri dili ve kültürü yeni bir dünya, yeni bir yaşam, yeni bir insan yaratılmasının ayrılmaz bir parçası olarak gördüler. Devrimi kültür devrimiyle sınırlı olmayan Çin ve öteki halk devrimleri de dahildir buna. Eski ile yeni arasındaki çatışma bu alanda da sürer ve daimidir.

Mahir Ünal, “lügat” sorunu yalnız bizde varmış ya da en radikali Türkiye’de olmuş gibi konuşmakla, cehaletini veya ezberden konuştuğunu ele vermektedir. “Lügat” ve “alfabe” dil meselesidir. Dil ise kültürün bir bileşeni ve varoluş biçimidir. Bu Türklerin tarihinde yeni gündeme gelmiyor. Niteliği ait olduğu tarihsel-toplumsal bağlama göre değişmekle birlikte, öncesi bir tarafa, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinden beri problem olmaya devam eden bir Türk meselesidir. Dil sorunları feodal toplumda da vardı, uluslaşma sürecinde de vardı; bugün vardır, yarın da olacaktır.

***

Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran aşiret Türk boyundan geldiği için hanedan sultanları Türk (ve Müslüman) etnik adı taşımışlardır. Zamanla Osmanlı Asya, Afrika ve Avrupa’da geniş topraklara hükmeden “çokuluslu” feodal bir imparatorluğa dönüşünce, Osmanlı ve Türk kimlikleri özdeş olmaktan çıkmış, yolları ayrılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde resmi dil Osmanlıca, din dili Arapça, yerel konuşma dili Türkçeydi. Bunların üçü de sınıf damgası taşır: İlk ikisi üst sınıfların, sonuncusu alt sınıfların dilidir.

Osmanlı’dan önce, 11. yüzyılın son çeyreğinde kurulan Anadolu Selçuklu Devleti de aşağı yukarı böyleydi.  Konya Sultanlığı’nda İran kültürü egemendi, edebi dil de Farsçaydı. Okuryazarlar, şairler, tarih yazıcıları Farsça yazar, Farsça konuşurlardı. Keykubat, Keyhüsrev, Keykavus gibi sultan isimleri bile İran’dan alınmıştı. Kendilerini Rumi olarak adlandıran feodal beyler sırtından geçindikleri ve aynı soydan geldikleri halkı ve konuştukları dili hor görürlerdi.  Türk boyları anavatanları Anadolu’da birçok başka halkla karıştılar, öteki etnik gruplardan aldıkları sözcüklerle dil dağarcıklarını genişlettiler ama dilleri Türkçeyi terk etmediler.

Her iki Türk devletinde de din Sünni İslam, din dili Arapçaydı. Etnik kökenleri gereği üçüncü dil Anadolu Türk boylarının dili olan Türk lehçeleriydi. Esas olarak halk arasında kullanılırdı. Selçuklu egemen sınıfları, Türklere aşağı, sıradan insanlar, göçebe köylüler gözüyle bakarlardı. Osmanlı döneminde de yalnız acımasızca ezilmediler, aynı zamanda “etrak-ı bi idrak”, yani “Anlayışsız Türk’” diye aşağılandılar da.

Babai Ayaklanmaları, Selçukluların hakimiyeti altına girmek istemeyen göçebe Türkmenlerin başkaldırışıydı ki bu aynı zamanda Arapça ve Farsça konuşanlarla Türkçe konuşanlar arasında geçen bir sınıf kavgasıydı. Selçuklu askerleri Moğol istilası karşısında perişan olduktan sonra, sultanlar ve saray çevresi, Vahdettin’in İttifak Devletleri karşısında yaptığı gibi, Moğol hanlarına boyun eğdiler ve işbirliği yaparak kendi halkına zulmedenlere ortak oldular. Buna karşılık bazı aşiret reislerinin liderliği altında Türkmen köylüleri Moğol boyunduruğunu kabul etmeyip direndiler. Hatta Karamanoğulları beylik sınırları içerisinde Türkçe resmi dil olarak kullanılmaya başlandı ki bu Moğollara teslim olan sultanlara karşı bir halk tepkisinin ifadesiydi.

***

15. yüzyılın son çeyreğinde Karaman Beyliği toprakları güçlenen Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildi. İlk zamanlarda tarihçiler ve yazarlar Türkçe kullanıyorlardı, Osmanlı feodalleştikçe resmi dil Osmanlıca egemen hale geldi.[1] Reaya, ne cami hutbelerinde, din adamlarının eğitim yaptığı okullarda, medreselerde kullanılan Arapçayı ne de Arapça-Farsça-Türkçe karışımı bir zümre dili olan Osmanlıcayı anlayabiliyordu. İran edebiyatının dili Farsçayı benimseyen Fuzuli, Baki, Nefi, Nedim gibi divan edebiyatı şairleri (Hatta bizzat Sultanlar) üst zümreler için sanat icra ederlerdi. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi ozanlar ise halkın anlayacağı bir dille yazarlardı.

II. Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’yu Sünnileştirme çabalarına karşı, 40 bin canın başı kesilerek bastırılan ve 17. yüzyılın ortalarına kadar devam eden demokratik köylü hareketleri de, Osmanlıca-Arapça-Farsça yazıp çizen ezenlerle, Türkçeden başka bir dille konuşmayan ezilenler arasındaki bir sınıf mücadelesiydi.

***

Türkçeye ilginin artışı milliyetçiliğin doğuşuyla paraleldir. Ortak dil, Stalin’in tanımındaki gibi, ulus oluşumunun dört önemli özelliğinden biridir. Feodalizme son vererek egemenliğini sağlama almaya çalışan burjuvazi, ulus-devlet hedefine ulaşmak için ortak dili sahiplenmek zorundadır.

Fransız Devrimi’nden etkilenen anayasal monarşi taraftarı Yeni Osmanlılar, Türkçeyi Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırmaya çalışmışlarsa da henüz bir Türk burjuva sınıfı oluşmadığı ya da çok cılız olduğu için, Osmanlıcılık sınırları içinde kalmışlardır. Namık Kemal (1840-1888), Ziya Paşa (1825-1881) gibi şairler alfabeyi ve dili sadeleştirmeye çalıştılar. İlk Türk atasözleri sözlüğü (Osmanlı Atasözleri adıyla ve Arap alfabesiyle), ilk Türkçe gazete, ilk Türkçe tiyatro eseri bu dönemde yazıldı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Arap alfabesinin ıslahıyla başlayan tartışma, daha sonra Latin alfabesine geçiş önerisine dönüştü.

Ortak ulusal dil mücadelesi ve alfabe tartışmaları asıl Jön Türkler zamanında hızlandı. 1908 yılında Arnavutların Latin alfabesini benimsemeleri Türk aydınları arasında da tartışmalara neden oldu, hatta 1911’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Arnavut kolu bu alfabeyi kabul etti. Ne var ki, ikinci aşamasında 1908 Devrimi’ne sırt çeviren İttihat ve Terakki soykırımcılığa yönelince, ilk adımlarını attığı burjuva demokratik reformların arkasını getiremedi. Savaş yıllarında spekülatif yollarla ve devlet desteğiyle palazlanan ticaret sermayesi güçlendikçe Türk milliyetçiliği de öne çıktı.

1914-1923 süreci Türk burjuvazisinin hem iktisadi durumunun hem de burjuva ulus oluşumunun geliştiği bir dönemeçtir. Kemalist asker ve sivil bürokrasinin milliyetçi ideolojisi, bu nesnel temele karşılık gelmektedir. Türk aydınları arasında ulusal kimlik bilincinin uyanması; Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Mehmed Emin, Halid Ziya Uşaklıgil, Mehmed Rauf gibi şair ve yazarların Türkçeye ağırlık veren bir dille yazmaya yönelmeleri de bu sürecin yansımasıdır.

***

Ulusal Kurtuluş Savaşına öncülük eden, ardından Cumhuriyeti kuran, dolayısıyla Türk burjuvazisi adına ulus-devleti kurumlaştıran çekirdek kadro Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. 1923’te yeni Türk devlet kurulduktan sonra yapılan hilafetin kaldırılması, laiklik gibi bir dizi idari, hukuki, eğitsel, kültürel reformla, uluslaşma süreci devlet ilişkileri olarak cisimleşecek ve resmiyet kazanacaktır.

3 Kasım 1928’de Arap harflerine dayanan Osmanlı alfabesi kaldırılacak, yerine Latin harflerini esas alan Türk alfabesi geçirilecektir. “Harf devrimi”, okuyup yazmayı ve halk kitlelerine açılmayı kolaylaştırmakla birlikte, adıyla sınırlı bir adım değildi. Dil, ulus ve kültür meselesinin kavşak noktasında yer alıyordu. Din dili Arapçayı yerinden ettiği için, önceleri korkularından ses çıkaramayan saltanat ve hilafet yanlısı azılı gericiler, sonradan komplo teorileriyle saldırıya geçtiler: “İslam kimliğine İngiliz ajanlarının komplosu”, “Yahudi komplosu” vs.

Arap alfabesi Araplara uygundu, Türkçe seslere ise değil. Bazı uyarlamalar yapılarak Latin alfabesine geçildi. Böylelikle okuma yazma öğrenmeyi ve Türkçenin Arapça/Farsça sözcüklerden arındırılmasını kolaylaştırdı. Dört yıl sonra aynı amaçla Türk Dil Kurumu kuruldu. Okullar ve üniversiteler, gazeteler, yayınlar bu yönde yeniden düzenlendi.

Demek ki, “Bir gecede cahil kaldık”, “kültürümüzden koptuk” gibi sözler bir masaldır. Türk burjuva devrimlerinin ve Türk milliyetçiliğinin tarihi neyse, 1928 “Harf Devrimi”nin bir parçası olduğu Türkçenin resmi dil olarak yerleşmesinin ve önünün açılmasının tarihi de odur.

Arkasından ağıt yakılan Osmanlıca, son yüzyıllarda Türkçe sözcük oranının giderek azaldığı, devlet adamları, kapıkulu aydınlar, özetle üst sınıflar arasında kullanılan, halkın anlamadığı yapay ve ağdalı bir saray diliydi. Yeni alfabeye geçildikten sonra Osmanlıca ve Arapçadan kopuş zaman alsa ve bazı sıkıntılar yaratsa da uzun vadede dinsel gericiliğin nüfuzunu kırmak, okullarda eğitimi kolaylaştırmak ve evrensel kültüre daha kolay uyum sağlamak bakımından olumlu ve yararlıydı. Zaten Cumhuriyet’in kendisi de yarı feodal-teokratik Osmanlı Devleti’nden, onun ideolojik ve kültürel üstyapısından uzaklaşan tarihsel olarak ileri bir adımdı.

***

Gelgelelim burjuva devriminin başında işçiler ve köylüler değil, ticaret burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve yeni bürokrasi vardı. Cumhuriyetin ekonomisini, hukukunu, dilini, kültürünü, mezhebini de kendi çıkarlarına göre düzenlediler. 1919-1923 Türk Devrimi, 1789 Fransız Devrimi gibi burjuva demokratik, Jakoben bir devrim değildi. Sosyalizm korkusuyla işçilerin ve köylülerin çıkarlarını savunan komünistlerin, demokratik güçlerin, daha ulusal kurtuluş aşamasındayken saf dışı edildikleri, ılımlı, güdük ve sınırlı bir yukarıdan burjuva devrimiydi. Üstyapı reformlarının ötesine geçmediler. Bu nedenle en önemli sorunlar çözülmeden kaldı: Kemalistler, müttefikleri yarı feodal toprak ağaları lehine toprak devrimine yan çizdiler. İşçi sınıfına kendi partisini, sendikalarını kurma ve demokratik haklarını kurma şansı tanınmadı. Aleviler ve öteki azınlık dinleri dışlandı ve Sünni İslam devletin resmi dini olarak kabul edildi. Kürtlere ve diğer azınlık milliyetlere ne siyasi ve hukuki ne de kültürel haklar tanındı. Ulus olarak Kürt varlığı ve dili yok sayılarak zoraki asimilasyona tabi tutuldu.

Bu, cılız bildiğimiz ticaret sermayesi sahipleri için de geçerli miydi? Maşallah, hepsi Cumhuriyet ağılında arpayla beslenen koçlar gibi semirdiler, bir elleri emperyalistlerde öteki elleri Türkiye halklarının cebinde trilyonları çekip çeviren holdingler oldular.

***

1928’de Latin harflerine geçildikten sonra devlet kurumlarından ve kamusal yaşam alanlarından Osmanlıcayı ve Arapçayı kaldırmak için kademeli adımlar atıldı. Bizzat Kemal Atatürk’ün öncülüğünde 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu. Eğitim, yüksek öğrenim, yayıncılık, edebiyat alanında yeni adımlar atıldı.

Bu süreçte üç akım belirdi. Sağ kutupta Osmanlıcayı sahiplenen ve yarım yamalak Türkçe kullanmaya devam eden İslamcılar ve tutucular, sol kutuptaysa Kemalist iktidarlar tarafından prangayla yaşamaya mahkûm edilmelerine rağmen, duru Türkçeyi savunan ve zenginleştiren sosyalistler ve ilerici demokratlar vardı. Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı, Suat Derviş, Sabiha/Zekeriya Sertel, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ahmet Arif, Köy Enstitüleri kökenli romancılar gibi sosyalist yazar ve şairler Türkçeleşme ve dilin zenginleşmesi yönünde önemli katkılarda bulundular.

Motor gücü ise Kemalist iktidarı arkasına alan öz Türkçeciler oluşturdu. Kemalist dilbilimciler eski kelimelerin yerine yenilerini ararken birçok yaratıcı buluşun yanı sıra, aşırılığa varan yanlışlar da yaptılar. İstanbul Türkçesinin izini takip etme adına, Türk halkı arasında konuşulan birçok kelime Türkçe sözlüğe alınmazken, kimsenin anlayamadığı, bu yüzden de hepsi uçup giden yapay kelimeler üretildi. Kemalist öz Türkçeciler yazı ve konuşma dilinde yer etmiş kimi Arapça ve Farsça kelimeleri ayıklarken bile aşırıya kaçtılar. İkame ettikleri kelimeler hem anlamca kısırlıkları hem de eşanlamlıları olmaması nedeniyle zafiyet yarattı. Halbuki Türkçede tutunmuş yabancı kelimelerden tamamen arınmak ne doğru ne de mümkündü. Nitekim öz Türkçeleri tutunmayan veya karşılığı bulunamayan bazı felsefi kavramlar (“diyalektik”, “felsefe”, “hakikat”, “etik”, “estetik”) veya teknolojik terimler (“elektrik”, “telefon”, “televizyon”, “radyo”) mecburen kabul edildiler. Yine “hukuk”, “fen”, “sanayi”, “hükümet”, “sanat” gibi sözcüklerin karşılıkları bulunamadı. Başka dillerden geçmiş anlamca zengin veya kök salmış birçok kelimeye sırt çevirmek doğru da değildir zaten. Aşırıcılar ne yaparsa yapsınlar bazı Arapça (“sevda”, “sandalye”, “adalet”), Farsça (“aşk”, “duvar”), Rumca (“masa”, “simit”), Ermenice (“cılız”, “çap”, “hızar”), Kürtçe (“cacık”, “halay”, “hızma”) sözcükleri halk benimsedi. Öz Türkçeciliğin zıt kutbundaki çağdaş kozmopolit entelijansiyanın “mersi”, “okey”, “bay bay”, “fiks menü”, “jest”, “aperatif”, “part taym”, “fuaye” gibi lüzumsuz sözcükleri topluma benimsetme züppeliği konumuzun dışında kalıyor.

Kemalist öz Türkçeci akımın ırkçı ve milliyetçi özü, Soyadı Kanunu (1934) çıktıktan sonra iyice su yüzüne çıktı. Irkçı-Turancı (“Turan”, “Özbek”, “Altaylı”, “Göktürk”, “Ergenekon”, “Ötüken”, “Asena”, “Börteçine”, “Alptürk”, “Alpagut”, “Arıtürk”, “Öztürk” vb.), ataerkil (“Erdoğan”, “Eraslan”, “Erol”, “Ersin”, “Erbay”, “Babayiğit”, “Babaoğlan”), militarist (“Başbuğ, “Atakan”, “Alper”, “Alperen”, “Akıncı”, “Yıldırımtürk”, “Yavuztürk”, “Erhun”, “Göktuğ”, “Sencer”, “Saldıraner”) sözcükler halka soyadı örnekleri diye yukarıdan aşağı empoze edildi. Yine Kürt (“Dersim-Tunceli”, “Amed-Diyarbakır”), Rum, Ermeni yerleşim yerlerindeki coğrafi adlar değiştirilerek yerlerine Türkçeleri kondu. Böylece Kemalist iktidar izdüşümünü, tarih yazımına olduğu gibi, dile de düşürmüş oldu.

Öz Türkçecilerin minnacık reformları “devrim”le eş tutarak (“Harf Devrimi”, “şapka devrimi”) ya da darbeleri (“27 Mayıs Devrimi”) devrim diye adlandırarak Kemalist devrimin köktensizliğinin üstünü örtmeye çalışmaları da meselenin bir başka boyutudur.

Devam edecek…

Dipnot:

[1] Tarihçiler Osmanlıcayı üç döneme ayırırlar: 13. yüzyıldan 15. yüzyılın ortalarına kadar eski Osmanlıca, 15. yüzyılın ortalarından 19. yüzyıla kadar klasik Osmanlıca, Tanzimat döneminden 1908’e kadar ise yeni Osmanlıca.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur