Günümüzde neoliberal ekonomi politikaların gerçek temsilcileri, CHP’nin yer aldığı “Altılı Masa”da oturan bazı partilerdir. Belki bunlar içerisinde Saadet Partisi’ni çıkarabiliriz ama diğer partilerin tamamı bu neoliberal ekonominin temsilcileridir. CHP’deki kafa karışıklığı az buz değildir. AKP’nin faşist rejimine neoliberal damgasını vurmakla, mücadele araç ve yöntemlerinin belirlenmesi arasında bir ilişki bulunmaktadır. CHP’li yöneticiler, bilerek rejimin tarihsel doğasını yanlış göstererek ve sadece seçim sistemi odaklı bir politikayı meşrulaştırmak ve sadece bu temelli bir mücadeleyi öne çıkarmak istemektedirler
Birçok çevrede AKP rejiminin ekonomi politikaları noktasında ciddi bir kafa karışıklığı sözkonusudur. Bu çevrelerin başında da CHP gelmektedir. Türkiye’nin ana muhalefet partisi olan CHP, AKP rejiminin politikalarını eleştirirken, AKP’nin neoliberal bir ekonomi politikası uyguladığını genel başkanından genel başkan yardımcısına, milletvekiline ve sıradan kadrosuna kadar sürekli tekrarlamaktadırlar.
Peki bu söylem doğru mudur? AKP gerçekten neoliberal bir ekonomi politikası mı uygulamaktadır?
Biz bu söylemin doğru olmadığını daha 2015 yılında yazdığımız makalelerde defalarca dile getirdik ve yine o süreçte içine girilen sürecin de Tek Parti Diktatörlüğüne götüreceğini de açıkça belirttik. İşte o makalelerin birinde şöyle yazmıştık:
“Yeşil Sermaye’nin giderek kapsamlı devlet müdahalesiyle Türkiye’nin yeni büyük sermayesi yapılmaya çalışıldığı ve ekonominin faşist korporatist bir yapıya sahip olan ‘Havuz Sistemi’ biçiminde tekrar örgütlendiği ve de sadece örneklerini yirminci yüzyıldaki klasik faşist devletlerde gördüğümüz bir iktidar yapısı ile karşı karşıyayız.
Siyasi olarak Tek Parti Diktatörlüğü ve ekonomik olarak korporatist Havuz Sistemi temelinde yükselen bu ‘Yeni Türk Faşizmi’, aynı zamanda toplumun önemli bir kesimini, devletin ekonomik ve siyasi gücüne dayanarak ‘tekrar kalıba dökmeye’ başlamıştır. Kendisine devlet olanaklarını da kullanarak yeni bir kitle temeli de oluşturmaya başlamıştır. Bu kitle temeli, ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik olarak bir ‘toplumsal kalkan’ ile çevrilmiş durumdadır ve bu kitle temeline seçimler aracılığıyla ulaşmak mümkün değildir.”[1]
Hastayı kurtarmanın yolu önce ona doğru bir teşhis koymaktan geçer!
CHP yönetimi ısrarla, faşist-korporatist bir karaktere sahip bir ekonomi politikasını, adeta ona iltifat edercesine neoliberal olarak nitelemektedir. Üstelik bu tanımlamayı akademik kimliğe sahip olan parti kadroları yapmaktadır.
Keşke AKP rejiminin ekonomi politikaları neoliberal olsaydı! Çünkü ekonomideki yıkım bu kadar olmazdı. Ama bu rejimin ekonomi politikası neoliberal değil tam tersine liberalizmin bütün ilkelerini dışlayan bir yapıya sahiptir. Yine aynı dönemlerde yazdığımız bir makalede, AKP’nin korporatist ekonomi politikasının ülke ekonomisini kaçınılmaz olarak bir yıkıma sürükleyeceği ile ilgili olarak da şöyle yazdık:
“’Tek Adam Diktatörlüğü’ temelinde gelişen bu siyasal merkezileşmenin, Havuz Sistemi temelinde geliştirilen ve Korporatist bir anlayışa sahip olan faşist ekonomik model ile el ele gitmesi ise ilginçtir. Ekonomideki Havuz Sistemi, 20. yüzyıldaki faşist sistemlerde ortaya çıkan Korporatist ekonomik modelin ta kendisidir. Bu model, ekonomide rekabeti dışlayan ve faşist siyasal sistem ile kendisini özdeşleştiren bir kısım büyük sermayenin, devlet ile sıkı işbirliği içerisinde sermaye birikiminin boyutlarını büyütmesi anlamına gelmektedir. Burada rekabet değil, devlet birikim için kaldıraç olarak kullanılmaktadır.
Bu korporatist (kooperatifleşmenin tersidir) ekonomik yapı, faşist siyasal sistemi benimseyen şirketlerin bir havuzda birleştirilerek bütün sermaye birikimlerinin ve bu temelde yatırımların planlanmasını ve geliştirilmesini öngörür. Ekonominin tavanından tabanına doğru yayılmak istenen bu ekonomik model, aslında tek bir ekonomik kartel yaratmaya dönüktür. Devlet eliyle rakipler ve piyasada rekabet dışlandığı için aslında ekonominin temel göstergeleri de giderek yok olur. Artık şirketler piyasadaki rekabete göre değil, devletin zirvesindeki küçük bir bürokrat grubunun (ki iktidarı elinde tutan gruba bağlıdır) iki dudağı arasına bakarak karar alırlar, ki bu gidişat genellikle felaket ile sonuçlanır.
Havuz Sistemi temelinde gelişen ve toplumsal sermayenin bütün alanlarına yayılan bir ekonomik modelin gelişiminin kaçınılmaz sonucu Tiranlık sistemini çağrıştıran Tek Adam Diktatörlüğü’dür. Erdoğan başından beri bilinçli bir şekilde bu Havuz Sistemi’nin gelişmesi için çaba sarf etmiş ve bütün siyasi gücünü bu sistemin önündeki engellerin kaldırılması için seferber etmiştir. Hatta bu noktada psikolojik savaşı, bu Havuz Sistemi’nin gelişmesi ve güçlenmesi için kullanmıştır.”[2]
Bu makale 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce yazıldı ve o zamanki siyasal ortam analiz edilerek, Erdoğan’ı durduracak hiçbir gücün olmadığından hareketle, onun Tek Adam Diktatörlüğü’ne gideceği tespiti yapıldı. Nedeni onun iktidara bağımlı hale gelmiş olmasıdır ve en önemlisi de kuvvetler ayrımını ortadan kaldırarak, devletin bütün şiddet araçlarını AKP’nin “özel mülkü” haline getirmiş olmasıydı. Üstelik o zamanlar ne 15 Temmuz Olayları olmuştu ne de Başkanlık Sistemi’ne geçilmişti. Buna rağmen Erdoğan gördüğümüz gibi, 7 Haziran -1 Kasım arası, bir “darbe mekaniği”ne sarılarak etrafındaki politik kuşatmayı yarmayı bilmiştir. CHP yönetiminin AKP rejimini olduğundan farklı göstermesinin bir nedeni vardır ve buna bu yazının sonunda geleceğiz.
Şimdi de gelelim somut örnekler aracılığıyla, nasıl CHP yönetiminin, AKP rejiminin faşist-korporatist ekonomi politikasını “el çabukluğu” ile neoliberal yaptığına. Bilindiği gibi CHP’ye yakın bir grup, bir yıldan beri “İkinci Yüzyıl Dergisi” adında bir dergi yayımlamaktadır. Dergi resmi olarak CHP’nin dergisi olmasa da buna yakın bir işleve sahiptir. Derginin Genel Yayın Yönetmeni’nin CHP İstanbul Milletvekili Yunus Emre olması ve yayın kurulunda da Kemal Kılıçdaroğlu’nun oğlunun olması, dergiyi bir tür CHP’nin “yarı-resmi” dergisi haline getirmektedir.
Bu derginin sekizinci sayısında, CHP Genel Sekreteri Sayın Selin Sayek Böke’nin “Neoliberalizmden sonrası: Hak Temelli Kalkınma” adlı bir makalesi yayımlandı. Bu makalede Sayın Böke, AKP’nin ekonomi politikalarını neoliberal olarak tanımlamakta ve bu temelde bazı analizler yapmaktadır. En iyisi kendi makalesinden bazı alıntılar yapalım:
“Aynı anlayış sadece devlet ve birey arasındaki ilişkiyi değil, kamu ve piyasa arasındaki dengenin de nereden kurulacağını belirler. Piyasaların müdahale olmaksızın kendi kendini düzenleyeceği ve piyasanın işleyişi sonucunda herkesin hak ettiğini alacağı düşüncesi ile kamuya değil piyasalara öncü bir rol biçer (abç). Zaman içerisinde bu anlayış, hayatımızın her alanında kamu yararı gözeten, demokratik hesap verilebilirliğin temellerini oluşturan sosyal normlar ve kuralların hor görülmesi olarak da işledi.”[3]
“Ülkemizde AKP iktidarı da bu neoliberal ilkeleri, anlayışı ve politika araçları ile ortaya çıkan düzeni sıkı sıkıya sahiplendi ve her alanda uyguladı. Neoliberalizmin köklerinden şekillenen tek adam rejimi ve tek adam rejiminin siyasal ve ekonomik tercihleriyle büyüttüğü neoliberal düzen kök saldı.(abç)
Ülkemizde enerji, telekomünikasyon, tarım gibi kritik sektörlerde ve temel hak alanlarında kamunun rolünü dönüştüren neoliberal politikalar ağır yıkımlara yol açtı. Birkaç güncel örnek dahi bunu ortaya koyuyor. Mesela, elektrik üretim ve dağıtım hizmetlerinin bir avuç şirkete teslim edilmesi (abç) sadece 2021 yılında 3,5 milyona yakın abonenin elektrik faturalarını ödeyemedikleri için elektriklerinin kesilmesine sebep oldu. Oysa özelleştirmelerle hizmetlerin kalitesinin artacağı, hizmete erişimin kolaylaşacağı ve ucuzlayacağı söyleniyordu. Hizmetlerin kalitesinin artması bir yana, özel şirketler dağıtım şebekelerinin bakımlarını yapmadıkları için 500 bin yurttaşımızın yaşadığı Isparta’ya kar fırtınasının ortasında beş gün boyunca elektrik dahi verilemedi.”[4]
“KİT’lerin verimsiz olduğu, siyasi iktidarlar tarafından arpalık olarak kullanıldığı ve çokça yolsuzluğun yapıldığı söylenerek başlayan özelleştirmelerden biri de Türk Telekom’un yabancı bir aileye peşkeş çekilmesiydi. (abç) Telekom özelleştirmesi sonucunda kamu milyarlarca dolarlık büyük bir zarara uğradı, yatırım yapılmadığı gibi özelleştirme geliri de kurumun peşkeş çekildiği aile şirketi tarafından ödenmedi. Kamunun bizzat kendi yaptığı takdirde çok daha ucuza yurttaşlara sunabileceği temel hizmetler “kamu özel işbirliği” adı altında iktidarın rantçı yandaş sermayedarlarına devredildi.” (abç)[5]
“AKP Genel Başkanı’nın bir toplantıda ifade ettiği “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı” cümlesi iktidarın emeğe ve emeğin haklarına yönelik yaklaşımını ortaya koymakta yeterli. Emekçilerin toplu pazarlık, örgütlenme, sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev gibi en temel hakları siyasal zor yoluyla gasp edildi. (abç) Bugün ülkemizde sendikalılık oranı %14’lerde seyrediyor ki bunun içinde iktidar ile korporatist bir ilişki kuran sendikalar da var. (abç) Emeğin pazarlık masasına oturamadığı yerde ücretler sürekli olarak baskılandı, pazarlık masasına oturamayan emekçiler yüksek enflasyon ortamında açlık ve yoksulluk sınırlarının altında ücretlere mahkum edildi.”[6]
Bu kadar alıntı yeterli sanırım.
Sayın Böke’nin yazısındaki bazı yerlerin altını ben çizdim. Aslında yazının özeti kısaca şudur: AKP neoliberal temelde özelleştirmeler yaparak ve kendi yandaşlarını zengin ederek, ülkenin kaynaklarını ve zenginliğini talan etti ve de emekçileri büyük bir yoksulluğa sürükledi. Bütün mesele şudur ki, AKP neoliberal temelde özelleştirmeler yapmadı ve neoliberal bir ekonomi politikası da uygulamadı! Hatta denebilir ki, AKP neoliberal karşıtı politikalar uyguladı.
Sorunun daha iyi anlaşılabilmesi için, liberalizm ile korporatizm kavramlarını karşılaştırmalı olarak kısaca açmak ve bunların günümüz Türkiye’sindeki izdüşümlerine bakmak gerekir. Benim gibi iktisat teorisinde alaylı olan birisinin, Sayın Böke gibi bir akademisyene bu noktada bir şeyler söylemesi biraz ukalalık olacaktır ancak amacım ukalalık yapmak değil ama konumuzun anlaşılması için genel bir çerçeve çizmektir.
Gerek liberalizm gerekse de neoliberalizm olsun aynı felsefi temelden beslenirler. Bu ideolojiye göre, piyasa işleyişi tamamen rekabete dayanmalı ve bu piyasadaki aktörler de tamamen özel kapitalistler olmalıdır. Devlet ne herhangi bir işkolunda ne de genel olarak piyasa üzerinde tekel yaratmalı ve bu temelde rekabeti dışlayacak yaklaşımlardan uzak durmalıdır. Hatta buna belirli özel sermaye kesimlerinin devlet aracılığıyla desteklenmesi ve ayrıcalıklı hale getirilmesi de dahildir yani devlet belirli bir kesimi de diğerine karşı korumamalıdır ve sadece bütün kapitalistlerin eşit koşullar altında rekabet edeceği kurumsal çerçeveyi oluşturmalıdır. Bunun başında da kuvvetler ayrımının gerçekleştirilmesi ve korunması gelmektedir.
Ama sadece bu kadar da değildir. Liberalizm kapitalist ile işçi arasındaki ilişkilerin de genel çerçevesi hukuk tarafından çizilmiş olan ve devletin her ikisine de “eşit” mesafede olduğu bir temelde işlemesi taraftarıdır. İşçilerin sendikal haklarının ve yasal örgütlenme haklarının korunduğu ve yine kapitalistlerin de belirli koşullarda lokavt haklarının korunduğu bir çerçeve ister. Bu durum yani yasal çerçeve içerisinde gelişen kapitalist-işçi mücadelesi, aynı zamanda emeğin serbest piyasa koşulları temelinde belirlenmesine de neden olacağı için rekabet ilkesiyle uyumludur. Böylece gerek kapitalistler arasında gerekse de kapitalistler ile işçiler arasındaki ilişkiler, çerçevesi belirlenmiş rekabet tarafından düzenlenmektedir. Rekabet toplumsal yapının merkezinde bir motor gibi işleyerek, bütün toplumsal yapıyı rekabetin dinamikliği temelinde yetkin bir şekilde sürekli üretir ve toplumu ileriye taşır. Rekabetin dışında hiçbir “insani önlem”, sermayenin sektörler arasında (tek iç pazarda değil ama dünya pazarında da aynıdır) rasyonel dağılımını gerçekleştiremez. Rekabet bunu yaparken de toplumun refahını ve zenginliğini geliştirir.
Kısaca liberalizm ya da neoliberalizmi böyle özetleyebiliriz. Hatta burjuva demokrasisi liberalizme ya da neoliberalizme en uygun düşen siyasi biçimdir. Burjuva demokratik ülkelerde kuvvetler ayrımının olması, kapitalistlerin az çok eşit koşullarda rekabet etmesine neden olduğu için, liberal ekonominin işleyişi için uygun bir toplumsal ortam yaratır. Burjuva demokrasisi emekçi sınıflar ile burjuvazi arasında tarihsel süreç içerisinde oluşmuş olan bir siyasi denge üzerine oturur. Emekçi sınıfların elde etmiş oldukları bilinç ve örgütlülük düzeyi, onlara önemli tarihsel kazanımlar sağlamış ama özellikle ekonomik alanda kamu mülkiyeti ve önlemleri olarak kendisini göstermiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ama özellikle de 1970’li yıllardan itibaren, neoliberal politikalar daha çok burjuvazinin muhafazakâr kesimleri tarafından uygulanmaya başlanmıştır. Bu kesimler, “devletin küçültülmesi” söylemi altında emekçi sınıfların kamu mülkiyeti ve önlemleri içerisinde ortaya çıkmış olan kazanımlarına saldırmaya başlamışlar, özelleştirmeler ve sosyal yardımların kesilmesi ve yine emek piyasasının serbestleştirilmesi üzerine oturan programlar uygulamaya sokmaya başlamışlardır. Muhafazakâr-neoliberal ittifak, sürekli olarak, ekonomik gerçekliğin bir kısmını görmek istemiş ama diğer kısmını ya görmek istememiş ya da görmemektedir.
Kapitalizm doğası gereği azami kârı hedeflediği için, emekçi sınıfları daha fazla yoksulluğa ve bazı kesimleri bunun da altına iter. Bunun sonucunda servet bir uçta birikirken yoksulluk da diğer uçta birikir. Kapitalistlerin ellerindeki kârlar onların refah düzeylerinin korumasına ve hatta devlete baskı yapmaya ve de onun politikalarına etki etmeye yararken, emekçi sınıfların saf piyasa mekanizmalarıyla hiçbir direnme olanakları yoktur. İşte kamucu politikalar, işçi ve emekçilerin kendi refah düzeylerini koruma ve yükseltilmenin tek çerçevesidir ve sosyal demokrasi bu nedenle doğmuştur ve de varlığı bu ihtiyacın hala daha var olmasından kaynaklanır.
Uygulanan neoliberal politikalar, belki belirli bir süre için sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırıp, büyük sermayenin gerileyen kâr oranları üzerinde yükseltici etki yapmışsa da genel olarak halk kitleleri üzerinde olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Büyük bir yoksulluğa ve bazı orta kesimlerin hayat standartlarının düşmesine ve de dünya genelinde ise büyük göç hareketlerine neden olmuştur.
Muhafazakâr-neoliberal politikaların bir de gelişmekte olan ülkeler versiyonu bulunmaktadır. Genellikle otoriter ve yarı-diktatörlüğe sahip olan bu ülkelerde neoliberal politikalar biraz farklı bir şekilde uygulanmıştır/uygulanmaktadır. Burjuva demokratik ülkelerde gördüğümüz halkın direnme olanakları bu ülkelerde ya yok edilmiş ya da büyük ölçüde budanmıştır. Ama belirli ölçülerde kapitalistler arası rekabette belirli bir eşitlik (sorunlu da olsa) az çok kurulmuştur ve hatta geçmişte AKP öncesi Türkiye’sinde olduğu gibi belirli bir kurumsal çerçeveye de oturtulmuştur.
AKP öncesi Türkiye’de, Merkez Bankası hükümetler karşısında belirli bir özerkliğe kavuşturulmuş ve kapitalistler arası rekabetin az çok eşit koşullarda işlemesi için SPK, EPDK vs. gibi kurumlar oluşturulmuş ve de yargı özellikle ekonomik işleyişte az çok bağımsız karar verebilen bir yapıya kavuşmuştu. Yine AKP öncesi dönemde yapılan AB ile uyum reformları bu süreci destekleyerek, yabancı sermaye için güvenilir bir ekonomik ve politik ortamın ortaya çıkmasına büyük katkı yapmıştır.
Bu kısa teorik çerçeveden sonra, Sayın Böke’den yaptığımız alıntılardaki bazı tespitlere gelebiliriz. Böke önce neoliberalizm için şöyle bir tespit yapmaktadır: “Piyasaların müdahale olmaksızın kendi kendini düzenleyeceği ve piyasanın işleyişi sonucunda herkesin hak ettiğini alacağı düşüncesi ile kamuya değil piyasalara öncü bir rol biçer.” Bu tespitinden sonra da AKP’nin bazı politikalarını sayarak, bunların neoliberal temelde yapıldığı iddiasında bulunur:
Sayın Böke’nin belirttiği eylemler olmuştur ve bu konuda bir sorun yoktur. Ama bu eylemler neoliberal bir temelde olmamıştır. Kendisinin de haklı bir şekilde belirtmiş olduğu gibi neoliberal anlayış, piyasaya müdahale edilmemesini gerektirir ama bu yukarıda saydığımız eylemler, bizzat devlet tarafından piyasaya yapılan anti-liberal müdahalelerdir. Elbette burada sadece sembolik olarak bunları ele alıyoruz yoksa bu tür müdahaleler AKP döneminde tonla olmuştur ve bütün kamuoyu da bunu bilmektedir.
Sayın Böke, sürekli olarak AKP’nin, kamu mal ve kaynaklarını belirli bir kesime “verme”sinden bahsetmekte ve bunu da çok doğal bir şekilde yapmaktadır. Halbuki liberalizmde böyle bir “verme” yoktur. Neoliberal bir politik anlayışın olduğu yerde hükümet, kamu mal ve kaynaklarını özelleştirme adı altında, birilerine istediği gibi veremez. Bu olduğu zaman bunun adı liberal politika olmaz. Neoliberal politikaların merkezi yerleri olan ABD ile İngiltere’de hükümetler böyle bir şey yapmaya kalkışsınlar bakalım! Ne olacağını az çok tahmin edebiliriz.
Böke AKP’nin Türk Telekom’u yabancı bir aileye peşkeş çektiğini ve özelleştirme adı altında verdiğini yazıyor. Bu ilişkide neler olduğu zaten belli! Burada yabancı ailenin paravan olarak kullanıldığı, ülkenin yasal sisteminden dışarıya para çıkarıldığı ve bunu yapanların da kim olduğu bellidir. Burada açıkça yazamamaktayız! Ama herkes bunun ne olduğunu biliyor. Peki böyle bir durumu ABD ya da İngiltere gibi ülkelerde (elbette şimdiki koşullar için konuşuyoruz) görebilir miyiz? Hatta bu durumu AKP öncesi Türkiye’sinde dahi görememekteyiz. 1998 yılındaki Türk Bank skandalı ve sonrasında yaşananlar ortadadır. TMSF’nin ihaleye çıkardığı Türk Bank’ın, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz tarafından Korkmaz Yiğit’e verilmesi için yaptığı müdahale, hukuk tarafından mahkûm edilerek iptal edilmiştir. Bugün yüzlerce ihale adrese teslim şekilde yeşil sermayeye ya da rejimin belirlediği şirketlere, üstelik kamu yararı da gözetilmeden ve yürürlükteki yasalara da aykırı bir şekilde verilmektedir. Bu şirketlerin bir tür “taşıyıcı anne” olduklarını herkes bilmektedir.
Neoliberal bir düzende böyle bir şey yani bugünkü AKP’nin yaptığı gibi bir durum olmaz, olsa da bunun çapı çok küçük olur. Bunun olduğu yerde neoliberalizmden bahsedemeyiz. Neoliberalizm tek özelleştirme değildir. Neoliberal düzende özelleştirme AKP’nin yaptığı gibi adrese teslim değildir ve belirli bir kamu yararı ve diğer kapitalistlerin hakları da gözetilir. Bunun olabilmesi için de az çok kuvvetler ayrılığının olması gerekir. AKP’nin kamu mal ve kaynaklarını belirli bir özel kesime aktarması gerçek anlamda bir özelleştirme değildir sadece “özelleştirme görüntüsü” altında belirli bir özel kesime yapılan bir sermaye aktarımıdır ve bunun nedeni de bizzat yeni rejimin kuvvetler ayrımını tamamen yok etmesidir.
Bir politik sistemde kuvvetler ayrılığının yok olması ise, toplumdaki siyasi güç dengesinde ortaya çıkan köklü bir değişimin sonucu olabilir. AKP’nin anti-liberal politikalarının temeli, eski rejimin temel direklerini yıkmak için devreye soktuğu komplolarda yatmaktadır. Gülen Cemaati ile birlikte organize edilen Ergenekon Komplosu ve sonrasında da milliyetçi-faşist kliklerle yapılan işler (bu noktada en büyük şüphe 15 Temmuz Olayları’dır) sonucunda devlet içerisinde büyük tasfiyeler yapılarak bir yandan devletin şiddet araçları (başta ordu, polis ve istihbarat) giderek AKP’nin “özel mülkü” haline gelmiş, öte yandan da eş anlı olarak, yargı tamamen yürütmenin emri altına girerek, bütün bağımsızlığını kaybetmiştir. İşte AKP’nin ekonomik alana olan bu anti-liberal politikaları, bu rejim değişikliği temelinde ortaya çıkan siyasal temele oturmaktadır. Sayın Böke’nin, AKP’nin ekonomi politikalarını neoliberal olarak nitelemesinin gerçeklikle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Sayın Böke sanki rejimde hiçbir değişiklik olamamış ve eski Türkiye’nin kurumlarının ve rejiminin var olduğu bir çerçeve çizerek, ortaya çıkan özelleştirmeler ve ihalelerin eski Türkiye’deki gibi koşullarda yapıldığı imajı çizmektedir. Sayın Böke AKP’nin korporatist yanını tek işçi sınıfıyla ilişkilerinde görmektedir: “Bugün ülkemizde sendikalılık oranı %14’lerde seyrediyor ki bunun içinde iktidar ile korporatist bir ilişki kuran sendikalar da var” diye yazmaktadır.
AKP’nin korporatist politikası tek Sayın Böke’nin ileri sürdüğü gibi, işçi sınıfının bir kısmıyla kurduğu ilişkiden ibaret değildir ama bir kısım kapitalistlerle kurduğu ilişkileri de kapsar. Türkiye’de şimdilik bu koporatist ilişkiler, geçmişte İtalya ve Almanya’daki faşist rejimlerde gördüğümüz gibi açıktan ve belirgin bir şekilden ziyade (gerçi son zamanlarda bu belirgin yanı giderek ortaya çıkmaya başlamıştır) daha örtük ve “kapalı kapılar arkasında” yapılan ilişkiler biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kuvvetler ayrımının pratikte ortadan kaldırılması, bu ilişkilere koruyucu bir zırh sağlayarak devam etmesini sağlamaktadır. Burada bir noktaya özellikle dikkat edilmelidir. O da İtalyan ve Alman faşist rejimlerinde (başka faşist rejimlerde de aynıdır) korporatist yapının açıktan ve belirgin olarak ortaya çıktığı dönem, otoriterizmden totalitarizme geçildiği dönemdir. Bu rejimlerde de önce, daha devrimci ve demokratik hareketin tam ezilmediği ve toplumda bazı direnç noktalarının daha var olduğu bir ara dönemde, faşist yönetim ile kapitalistler arasında liberal görünümün arkasında korporatist ilişkiler kurulmuş ve rejim bütün muhalefeti ezerek totaliter bir yapıya kavuşunca da korporatizm resmî bir çerçeveye kavuşmuştur.
Korporatist ekonomik ilişkilerin gelişimi, siyasi güç dengesine göbekten bağlıdır ve onun sonucudur. Bir toplumda bu tür ekonomik ilişkiler ortaya çıkmış ise, o toplumda devrimci ve demokratik hareketin büyük bir politik darbe yediği ve giderek güç kaybettiği anlamına gelmektedir. Güçlülük ise tek toplumda seçmen olarak ezici bir oy çoğunluğuna sahip olmakla ilgili değildir. Faşist rejimlerde otoriterizmden totalitarizme geçiş, faşist partinin güçlenmesinin sonucu değil zayıflamasının sonucunda ortaya çıkmaktadır! Rejim seçim sistemiyle artık yoluna devam edemeyeceği için totalitarizme başvurmaktadır! Tarihteki örneklerden gördüğümüz gibi de bu tür rejimlerden öyle basit bir şekilde kurtulmak mümkün olmadığı gibi, İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, bu rejimlerden kurtuluş bir dünya savaşı dahi gerektirmiştir!
O zaman korporatizm nedir?
İngilizcede “corporation” birçok şirketin tek bir şirket şeklinde örgütlenmesi anlamına gelir. Fransızcada da “corps” vücut anlamına gelir. Herhangi bir işkolunda korporatif bir örgütlenmeden bahsettiğimiz zaman, o işkolunun işçi ve kapitalistiyle birlikte “tek bir vücut” gibi örgütlenmesinden bahsederiz. Bunun olabilmesi için de devlet otoritesi gereklidir. Devlet otoritesiyle bu işkolunda kapitalistler arasında ve aynı şekilde kapitalist ile işçi arasında rekabet dışlanarak, sözde tarafların “uzlaştığı” bir tek örgüt yaratılır. Amaç rekabetin yıkıcılığından bu işkolunu korumak ve sözde ahenk içinde üretimi gerçekleştirmektir. Daha sonra bir işkolundaki bu örnek bütün ülke ekonomisi üzerine yayılarak genel bir karakter alır.
Ekonomik alanda böyle bir durumun ortaya çıkması, bütün devrimci ve demokratik muhalefetin ezilmesinden, rejimin dönüştürülmesinden ve de kuvvetler ayrımının tamamen ortadan kalkmasından sonra ortaya çıkar. Sözde işçi temsilcileri olarak faşist işçiler seçilir (çünkü diğerleri yok olmuştur) ve kapitalistlerle bir araya getirilerek uzlaştırılırlar.
Aslında oynanan oyun bir tür sahtekârlıktır yani sahte bir görünüm üzerine gerçeği ifade etmeyen bir görünüm üzerine oturtulmuştur. Aynı şekilde kapitalistler arası ilişki de öyledir. Belirli bir işkolundaki kapitalistler faşist rejimin baskısıyla bir araya getirilmişlerdir çünkü rejim gücünün doruğundadır ve bir kapitalistin buna karşı çıkacak gücü yoktur. Karşı çıkan yok olacaktır. Hem kapitalistlerin bir araya getirilmesi hem de kapitalist-işçi birlikteliği sahtecedir.
Faşizm bu ekonomi politikasını, sözde liberal rekabetin yıkıcılığına karşı üretmiştir. Piyasadaki rekabet sözde kaldırılmıştır, sözde diyorum çünkü gerçekte rekabet hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Çünkü dünya ekonomisine bir kez ticaret ile bağlanan bir toplum tarihsel olarak bu çemberden asla çıkamaz. Belirli bir süre bir işkolunda rekabet bastırılsa da uzun bir dönem sonunda olumsuzluk farklı sektörler aracılığıyla kendisini dünya ekonomisiyle ilişkilerde gösterir. Genellikle bu süreç ekonomik bir kriz ile el ele gider ve ekonomik krizin sonunda bu korporatist yapının ekonomiye büyük zarar verdiği görülür. Bunun nedeni aslında çok basittir ve bu basitliğe insanoğlu bir çare bulamamıştır: piyasadaki fiyat hareketleri gözardı edilmiştir. Çünkü bir şirketi disipline edecek tek şey piyasadaki bu fiyat oluşumudur. Kapitalist sistemde rekabetin dışında hiçbir insanüstü güç, sermayeyi rasyonel olarak sektörler arası dağıtamaz. Bugün de bu böyledir!
Faşizm bu ekonomik temel üzerinde üst yapıda tek parti diktatörlüğü ve yine toplumun bütün alanlarında (medya, kültür, ideoloji vs.) tek tip kurumlar ve düşünce yaratmaya başlar. Bundan sonra ülke Prokrustes’in yatağına döner ve yatağa uymayan ve de uzun gelen bütün uzuvlar kesilir. Yukarıdan aşağı doğru toplum monolitik şekilde tekrar kalıba dökülmeye çalışılır. Aslında bütün bu içerideki diktatörlük, dışarıdaki maceracı politikaya temel olarak oluşturulmaktadır. Hem ekonomik alanda hem de politik alanda toplumsal göstergeler kaybolduğu için, faşist yönetim bütün ölçümleri yanlış yapar.
Faşizmin ilk ortaya çıkışından, önce iktidara gelmesi, sonra otoriterleşmesi ve zamanla da totalitarizme geçmesini oluşturan süreç, hep liberal bir örtü altında gerçekleşir. Sayın Ergin Yıldızoğlu, faşizmin bu liberal örtü altında gelişen ve de zamana yayılan gelişimini “süreç olarak faşizm” olarak tanımlar, ki haklıdır. Çünkü faşizmin totaliter yapısı birden ortaya çıkmaz ve belirli bir sürece ve bu süreç içerisinde de bir örtü altında gelişir. Türkiye’de AKP de böyle bir “süreç olarak faşizm” yöntemi izlemiş ve ilk başlarda bu faşist karakterini saklamak için “muhafazakâr-liberal” söylemini kullanmıştır. AKP’nin liberal söylemi bir taktik olup, kendi karşısındaki düşman cephesini bölmek ve geçici olarak müttefikler kurmak ve de bazı kesimleri hareketsiz tutmak için devreye sokulmuştur. O her zaman karakter olarak faşist bir partiydi sadece bunu saklamasını bilmişti.
AKP önceleri gizli deşifre olduktan sonra da açıktan Havuz Sistemi aracılığıyla kapitalistler arasında korporatist bir ilişki kurdu. Bugün bazı sektörlere (özellikle inşaat) kendi belirlemiş olduğu kapitalistlerin dışında başka kapitalistler girememektedir. Bazı kapitalistleri bir araya toplayıp, yerli otomobil gibi ekonomik olmayan projelere sokmaktadır. Hele de bir sektör var ki, rejimin istemediği kimse girememektedir: Savunma Sanayii.
Herkes “Beşli Çete”yi konuşuyor ama asıl savunma sanayinde şirketlerin el değiştirmesi ve adrese teslim ihaleler olmakta ve de bu psikolojik operasyonlar ile yapılan bir algı üzerine oturtulmaktadır. Savunma Sanayi şirketlerinde özellikle Ergenekon Komplosu’nun başlarından itibaren (2006), birçok mühendis öldürüldü ya da şüpheli ölümler oldu. Medyanın yandaş kesiminde “koro şeklinde” bu mühendislerin çok gizli projelerde çalıştıkları için, dış ülkelerin istihbaratları tarafından öldürüldüğü propagandası yapıldı. Bazı şirket müdürleri, bu mühendislerin sıradan mühendisler olduğunu ve gizli projeler üzerinde çalışmadıkları açıklamasını yapsa da “korporatist bir şekilde ele geçirilen medyanın” propagandacıları aksini iddia etmeye devam ettiler. Okurun çok zeki olduğundan hareket ederek, bu mühendislerin niçin ve kimler tarafından öldürüldüğünü anladığını sanıyoruz!
Bu analizlerden sonra, Sayın Böke ve CHP yönetiminin, AKP’nin ekonomi politikalarını neoliberal olarak tanımlamalarının yanlış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzde neoliberal ekonomi politikaların gerçek temsilcileri, CHP’nin yer aldığı “Altılı Masa”da oturan bazı partilerdir. Belki bunlar içerisinde Saadet Partisi’ni çıkarabiliriz ama diğer partilerin tamamı bu neoliberal ekonominin temsilcileridir. CHP’deki kafa karışıklığı az buz değildir.
AKP’nin faşist rejimine neoliberal damgasını vurmakla, mücadele araç ve yöntemlerinin belirlenmesi arasında bir ilişki bulunmaktadır. CHP’li yöneticiler, bilerek rejimin tarihsel doğasını yanlış göstererek ve sadece seçim sistemi odaklı bir politikayı meşrulaştırmak ve sadece bu temelli bir mücadeleyi öne çıkarmak istemektedirler. Ama temel soru şudur: Yapılan bütün analizler yanlış ise ne olacaktır? Bütün mücadele tasarımı bir kurgudan ibaret ve tarihsel karşılığı yok ise ne olacaktır? Rejim iktidarı seçimler yoluyla vermezse ne olacaktır? Eğer CHP’nin aksi durumda “sineyi millete” dönen ama bunu da mantıklı ve olması gereken şekilde yapan bir “B Planı” yoksa, partinin çok büyük bir politik yıkım ile karşı karşıya kalması ve tabanının ise büyük bir hayal kırıklığı yaşaması kaçınılmazdır. Gelecek seçimlere yanlış hazırlanmak ama özellikle de rejimin iktidarda kalması durumunda, CHP’nin politik yıkımı ile eşanlamlıdır. Parti yönetimi bu seçimlerden sonra, kendi tabanını artık “gelecek seçimleri” bekleyelim retoriği ile kandıramaz! CHP’nin “seçim sonrasının olası olumsuz durumu” için bir politikasının olması gerekmektedir. Elbette bu açıkça söylenecek bir politika değildir ama bütün politik göstergeler CHP’nin bir “Kurtuluş Savaşı” politikasının olmadığını göstermektedir. Parti yönetimi AKP meselesine bir ANAP ya da DYP meselesi gibi hatta Adnan Menderes dönemindeki Demokrat Parti meselesi gibi yaklaşmaktadır. Meselenin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Enver Paşa döneminin İTC’si olduğunu bir türlü kavramamaktadır.
CHP yönetimine egemen olan ideolojik kodların deşifre edilmesi aynı zamanda bizlere CHP’nin yakın gelecekte nasıl bir politik refleks ile hareket edeceği noktasında bazı ipuçları sunmaktadır. CHP yönetiminin kafası karma karışıktır. Parti kendisini ve müttefiklerini daha şimdiden iktidar sanmakta ve bununla ilgili program ve söylemleri öne çıkarmaktadır. Ama en önemli şeyin İKTİDARA GİDİŞ TARZI olduğunu kavramamakta ya da bunu oldukça hafife almaktadır. Gelecek makalede (İktidar Eşittir Seçim Zaferi midir?), bu makaledeki teorik temele dayanarak, rejim ile muhalefet arasındaki karşılıklı siyasi güç ilişkisi ve dengesini analiz ederek, muhalefetin yenilgisinin niçin kaçınılmaz olduğunu ve bunun anatomisini çıkarmaya çalışacağız.
Dipnotlar:
[1] Kemal Erdem, AKP’nin Tek Parti Diktatörlüğüne Doğru, https://sendika.org/2015/12/akpnin-tek-parti-diktatorlugune-dogru-kemal-erdem-313218/
[2] Kemal Erdem, Erdoğan’ın “Bonapartist Darbesi”ne Doğru, http://www.komunistdunya.org/news.php?readmore=186
[3] Selin Sayek BÖKE, Neoliberalizmden sonrası: Hak Temelli Kalkınma, s.22, https://yunusemre430162481.files.wordpressm/2022/07/8.sayimobil.pdf
[4] a.g.e, s.24
[5] a.g.e., s.24
[6] a.g.e., s.24-25
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.