Konuşmayı izleyen bizler hayretler içinde kalmıştık. Ortada işkence ve onun yol açtığı bir yıkım vardı. Hepimizin ortak tepkisini bir kadın yoldaş dile getirdi: “İşkence işkencedir, bunun siyasisi, şusu busu olmaz!”
Ezgi onlardan nasıl nefret etmesin?!. Onlar ailesini yıkıma uğrattılar. Önce ağabeyini aldılar elinden, sonra annesini, en son babasını…
Sıkıştıklarında “emir kuluyuz” zırhına bürünmeye çalışan, güç ve yetki ellerindeyken gencecik insanların hayatlarını cehenneme çeviren sistemin paralı askerleri bu sürüngenler.
Ezgi Sevgi Can, 2 Aralık Cuma günü Çağlayan Adliyesi’ne bu kez annesiz babasız gidecek ama yalnız olmayacak.
Hepimizi kuşatan bu zorbalık düzeni hepimizden bir şeyler alıp götürüyor. Kimimizin bedenini, kimimizin ailesini, kiminin evladını, kiminin işini-aşını, kiminin bütün hayatını… ama hepimizin özgürlüğünü alıyor elimizden hoyratlıkça; bu kadar kolay bu kadar geri ödemesiz… Biriken acılarımız ve yoksunluklarımız buluşturuyor bizi, neredeyse her birimizin bir biçimde deneyimlediği/maruz kaldığı gözü dönmüş nefret, ancak yalnız olmadığımızı gösterebildiğimiz zaman püskürtülebilir.
2 Haziran 2010’da İstanbul narkotik polisi, Onur Yaser Can’ı gözaltına aldı. Yasaya göre esrar kullanmak suç değildi ama ne söylerse söylesin, sadece kullanmak için aldığını anlatamadı.
Sorguya avukat çağrılmadı, ailesi aranmadı. “Oyun hamuru” gibi ellerine verilmişti bu gencecik mimar… Çırılçıplak soyuldu, dövüldü. Muhbirlik yapması dayatıldı. Olmazlandıkça tokatlandı, tokatlandı. Kurtulduğunu sandığı anda, “yeniden görüşeceğiz” denilerek içine korku dağları yerleştirildi.
Doktor muayenesi sırasında polis de girdi odaya. Muayene bitince okumasına izin verilmeden tutanaklar imzalatıldı.
Serbest bırakıldıktan sadece bir gün sonra yeniden emniyete çağrıldı. Endişeyle gittiği emniyetten çıktıktan sonra takipteydi. İfadeleri alabilmek için bir avukata başvurdu. Ancak ifadeleri avukatı da alamadı. İmzası eksik olduğu gerekçesiyle emniyetten yeniden çağrıldı.
Yeniden ifadeye gitmesi gereken günün akşamında, 23 Haziran 2010’da, oturduğu apartmanın 3. katından kendini boşluğa bıraktı. Yarım kalmış son notunda, “Yakalandıktan sonra çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Öksürtüldüm, bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi” diyordu.
11 ayda, dosya üç ayrı savcının elinden geçti. İşkence iddiaları araştırılırken, sadece emniyetin giriş çıkış kayıtlarına bakıldı. Takipsizlik kararı verilerek işkence iddiası hasıraltı edildi.
Onur Yaser Can’ın ifadelerinin emniyette değiştirildiği ise netti, buna rağmen tutanağı neden imzaladığı da araştırılmadı, işkence ihtimali akla bile getirilmedi.
İki polise -sanki değiştirdikleri önemsiz bir belgeymiş gibi-, “evrakta sahtecilikten” dava açıldı. Polislerin ifadesine bakılırsa “Yaser çırılçıplak soyulmuş ama nazik davranılmıştı”.
İki polise, indirimli cezalar ve bir gün aylıktan kesinti cezasıyla paçayı kurtardı. Yargıtay kararı bozdu, sonuç olarak dava 8 yıldır sürüyor.
Onur Can’ın annesi Hatice Can da tam 3 yıl sonra, 2 Mart 2014’te tıpkı oğlu gibi kendini boşluğa bıraktı. Ne adalete güveni kalmıştı ne de ateş kendilerini yakmadıkça birbirine kayıtsızlaşan insanlara… Anlatmaya çalışmaktan, mahkeme kapılarında beklemekten, avukatların söylediklerini kavramaya çalışmaktan, her zamanki yaşam döngüsünü sürdürmekten… Yorulmuştu.
Baba kız başbaşa kalmışlardı, peşinde koşmaları gereken dava bir iken iki olmuştu. Onur Yaser Can’ın hesabını soracaklardı; adaletin gerçekleşeceğine ve geleceğe dair umudunu yitiren Hatice Can’ın kavgasını sürdüreceklerdi. Ayakta kalacaklardı.
7 Haziran 2015’ti günlerden. Almanya’daydık. Gezi’de evlatlarını kaybedenlerin ailelerinin ve avukatlarının katılacağı bir etkinlik düzenlemiştik. Gezi’yi, çocuklarını anlatacaklardı. Ezgi, Kolektif Medz Bazaar adlı bir grupta müzik yapıyordu. Babasıyla birlikte gelmişti. Dernekte topluca sohbet ediyorduk. İnsanın acısını insan alır…
Mevlût Can, hem hüzünlü hem de boyun eğmeyenlerin gözlerinden yansıyan kıvılcımlarla konuşulanları dinliyordu. Sonra biraz tereddütlü fakat ne istediğini bilenlere özgü bir kararlılıkla, “Bu etkinlikte ben de bir konuşma yapabilir miyim?” diye sordu: “Benim oğlum da işkencede katledildi…”
Muhatap aldığı yoldaş, “Tabii, neden olmasın” diye yanıtladı. Bunun üzerine bu kez kırgınlıkla öfke karışımı bir ses tonuyla, “Türkiye’de sol çevrelerle konuştuğum zaman, oğlumun ölümüne ilk başta ilgili yaklaşıyorlar. Ama gözaltına alınma gerekçesinin uyuşturucu kullanımı olduğunu öğrenince o ilgi kayboluyor, uzak durmaya dönüşüyor.” Hatta sosyalist olduğunu iddia eden bir partinin yöneticilerinin davayla ilgilenmelerini istediği zaman, ‘Ama oğlun da uyuşturucu kullanıyormuş’ gerekçesiyle talebini geri çevirdiklerini anlattı.
Konuşmayı izleyen bizler hayretler içinde kalmıştık. Ortada işkence ve onun yol açtığı bir yıkım vardı. Hepimizin ortak tepkisini bir kadın yoldaş dile getirdi: “İşkence işkencedir, bunun siyasisi, şusu busu olmaz!”
Mevlût Can o gün o kürsüde konuştu; medet arıyordu. Tek tek baktı katılımcıların yüzlerine, vicdanlara ve yüreklere seslendi hâlâ hafızamda capcanlıdır o anlar:
“Ben Mevlüt Can, Onur Yaser Can’ın babasıyım. Oğlumu kopardılar bizden; onu işkenceyle, onurunu kırmaya çalışarak, muhbirliğe zorlayarak açmaza ve intihara sürüklediler. Onur’u 2010’da kaybettik.
Doğduğu zaman adını Onur Yaser koyduk. Onurlu bir yaşam sürsün istedik. Biz Arap bir aileden geliyoruz. Yaser adını da Filistin Direniş Hareketi’nin önderi Yaser Arafat’ı düşünerek koyduk.
Oğlumuza yapılanları gün yüzüne çıkarmak için ailecek elimizden geleni yapmaya çalıştık. Eşim bu mücadelenin bir yerinde yoruldu. Şimdi kızımla birlikteyiz. Ben yaşadığım, nefes aldığım sürece hem oğluma yapılanların, hem eşimin böylesine yok edilişinin hesabını sormak için elimden geleni yapacağım. Biz bu kavgayı sürdüreceğiz!..”
Mevlût Can’ın öldüğünü öğrenince içim yeniden cız etti, o konuşması geldi aklıma.
Ezgi Sevgi Can, 2 Aralık’ta Çağlayan Adliyesi 41. Ağır Ceza’da bu kavganın duruşmalar aşamasını bütün aile adına yürütecek. İşkenceci katiller hak ettikleri cezayı bu kez alırlar mı almazlar mı bilinmez. Ama mesele bunu çoktan aştı.
12 yıldır sonsuz bir irade ve iyimserlikle, umutla ve kararlılıkla çok yol aşındırdı Can ailesi.
İnsanın acısını insan alır, tek başına olmadığını bilmek, bunu şöyle ya da böyle duyumsamak kadar insana güç veren başka bir şey yoktur herhalde… O yüzden neredeyse her birimizin bir biçimde deneyimlediği gözüdönmüş nefret,
ancak yalnız olmadığımızı gösterebildiğimiz zaman püskürtülebilir.
Ezgi bu duyarlılığı 2 Aralıkta yanında görmeli!..
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.