Pankartımız da açılsın, denizin derinliklerinde binbir çeşit balıklar, anemonlar, yosunlar arasında, ummana dökelim derdimizi, suya dinletelim şarkımızı, su perileri coşku katsın coşkumuza
Çocukluğumdan beri futbol maçından hiç anlamam ben; kadınlar da oynasa zerrece ilgimi çekmez, şöyle bir başımı çevirip göz ucuyla bile bakmam, öylesine uzağımdır bu konudan. Bu nedenle ne “Kadın Milli Futbol Takımları”nın varlığından haberdardım ne de FIFA’nın bu takımlar arasında düzenlediği Dünya Kupası’ndan 2019 yılı haziran ayına kadar. Meğerse ilki 1991 yılında Çin’de yapılan bu turnuvalar her dört yılda bir yapılırmış ve işte o yıl sonuncusu yapılan turnuvanın ev sahibi de Fransa imiş.
Aslında, turnuva normal sınırlar içinde seyretse yine de benim kulağıma kadar gelip ilgimi çekmesi mümkün değildi ama Fransa’nın Rennes şehrinde yapılmakta olan Şili- İsveç karşılaşması sırasında stadı dolduran 600’den fazla kadın ayağa kalkıp Kadın Marşı’nı söylemeye başlayınca olanlar olmuş, olay benim kulağıma kadar gelmiş işte. Nasıl gelmesin ki…
Artık kimsenin umurunda değilmiş ne atılan goller ne kaçırılan pozisyonlar; herkesin dilinde “Ayağa Kalk” çağrısı olan bu marşı söyleyen 600 kişilik o muhteşem koroymuş konuşulan.
Anında yayılmıştı sosyal medyada stadyumu ayağa kaldıran kadınların görüntüsü. Genciyle, yaşlısıyla öylesine coşkulu, öylesine içten, öylesine güzel söylüyorlardı ki şarkıyı. Hele de o vücut dilleriyle destekledikleri ‘ayağa kalkın’ bölümünü.
“Mücadelemizi kamuya açık yerlerde de görünür kılmak için” diye açıkladılar eylemin amacını soran gazetecilere, gururla. Elbette gururlandık bizler de onlarla.
Gerçekten de öyle bir görünür kılmışlardı ki kadın mücadelesini, kör gözler bile teslim etmek zorunda kalmıştı haklarını.
Aslında 1970’li yılların başında “köleleştirilmiş ve aşağılanmış” kadınlara ithafen yazılmış bir marştır söyledikleri ve sözlerinden daha da ilginçtir yazılış hikayesi.
1971 yılı, mart ayı başlarıdır.
Kadın Kurtuluş Hareketi’nden (Mouvement de libération des femmes) bir grup kadının, Paris’te, Seine Nehri kıyısındaki İssy-les-Moulineaux semtinde bir araya gelmesiyle başlar her şey. Dillerinde hala, 68’in “Gerçekçi ol imkansızı işte” sloganı olan bu kadınlar, 28 Mart’ta yapılacak olan Komün Kadınları’nı anma toplantısına en iyi şekilde hazırlanmak istemektedirler.
Uzun uzun tartışırlar, çeşit çeşit öneriler atılır ortaya, hiçbiri sinmez içlerine. Kolay değil tabi, sonuçta Komün’ün “sivri dilli, eli sopalı” kadınlarıdır anmak istedikleri ve sıradan bir şeyle çıkmak istemezler tabii ki. Saatler sonra ‘Chant des Marais’ der birisi, “bataklık şarkısı”, “bu şarkıyı adopte edelim komün kadınlarına”.
Tabi ya, derler hep birlikte, tam da komün kadınlarına göre, niye daha önce düşünmedik ki biz bunu. Büyük bir heyecanla koyulurlar ise. Kıpır kıpırdır içleri.
Bir yandan şarkı sözleri ararlar kadınlara uyarlamak için.
Bir yandan hikayesini hatırlarlar Bataklık Şarkısı’nın. Biri bitirir diğeri başlar. Her biri bu şarkıya çocukluğundan beri aşinadır. Ortaokul yıllarında tatil amaçlı gittikleri okul kamplarında öğretmenlerinden dinlemişlerdir çoğunlukla.
1933 yılında başlar hikaye; 1933 yılının Almanyasında, Borgermoor toplama kampında yazılmış bir şarkıdır bu.
Hitler faşizminin ilk eserlerinden olan bu kamp ünlü Reichstag Yangını’ndan hemen sonra açılmıştır ve ağzına kadar, yangın bahanesiyle toplanan komünistlerle doludur.
Almanya’nın kuzeyinde, Hollanda sınırına yakın bir yerde, bataklık bir alanın hemen yanı başında kurulmuş olan kamptakilerin tümü, onca baskı ve zulmün yanı sıra bir de bataklığı kurutma işinde çalıştırılmaktadırlar zorla.
Sadece çalışmaya zorlansalar iyi, kampın SS subayları, çalışırken şarkı söylemeye de zorlamaktadır onları. Söyletmeye çalıştıkları elbette Nazi marşları ya da eski ırkçı askeri şarkılar. Ne kadar da çok benziyor değil mi 12 Eylül döneminde bizim Diyarbakır, Mamak, Metris ya da herhangi bir başka cezaevinde yaşananlarla. Dövüşenleri bile aynı.
Borgermoor kampındaki komünistler de büyük bir direnç göstermektedirler bu uygulamalara karşı.
İşte böyle bir ortamda doğar Bataklık Marşı.
O dönemler, toplama kamplarının yeni yeni kurulduğu zamanlardır ve Nazi vahşeti tüm ağırlığıyla çökememiştir henüz; tutukluların haftada bir gün, pazar günleri dinlenebilecekleri, hatta ‘kültürel etkinlik’ yapabilecekleri serbest zamanları bile vardır.
Tabii ki bu zamanı, diğerlerine güç, cesaret ve umut vermek için kullanır bazıları.
En güzel yoludur içten söylenen bir şarkı. Öyle bir şarkı söylemeliler ki her şeyiyle onları anlatsın. Hem tecritlerini söylesin sözleri, hem kuruttukları bataklığı. Maruz kaldıkları şiddeti de unutmamalı, hele de özgürlük düşlerini. Hem kavga şarkısı olmalı, hem başkaldırı, öylesine güzel olmalı ki dinleyen herkes söylemeye başlamalı.
Maden işçisi Johann Esser tarafından yazılır şarkının sözleri, aktör ve yönetmen Wolfgang Langhoff tarafından düzeltildikten sonra Rudi Göğüel tarafından bestelenir. Elbette üçü de Alman Komünist Partisi’nin aktif üyesidir.
Gösteri izinini, Wolfgang Langhoff alır.
1933 Ağustos ayıdır ve SS’lerin ilk korkunç saldırılarının hemen ardındandır.
Ve tutuklular, o pazar günü, bu saldırganların gözetiminde sahneye çıkıp söylemek zorundadırlar. Birçok versiyonu vardır bu şarkının, ülkeden ülkeye, dönemden döneme değişen.
Vahşi ve kasvetli kampı anlatarak başlar şarkı.
Göz alabildiğince uzanan
Sonsuza büyük bataklık çayırlar.
Tek bir kuş bile şarkı söylemez
Kupkuru, içi boş ağaçlarda.
Bataklık askerleriyiz biz
Küreklerimizle ateş ederiz
Fundalıklarda
Ardından gelir kampta yaşadıkları zulüm ortamını anlatan sözler.
Demir duvarlarla çevrili
Bir kafeste yaşıyor gibiyiz
Büyük bir çölün ortasında
Silahların gölgesinde
Nöbetçiler gece gündüz her yerde
Ve kan, çığlık ve gözyaşları
Kesin ölümdür firarın karşılığı
Yine de umudu tüketmemişlerdir.
Bilirler elbette umudun tükendiği yerdedir ölüm.
Ama hayatımızda bir gün
Yine çiçeklenecek bahar
Özgürlük, ey kutsal özgürlük,
Özgür anavatanımda o zaman
Sen benimsin, sen benimsin diyeceğim
Oh! sonunda özgür vatan
Ne sevinçler ülkesi olacaksın o zaman.
Yıllar sonra şarkının bestesini yapan Guguel anılarında anlatacaktır o ilk sahneye çıktıkları ani, bir ölüm kalım savaş savaşı sahnesi gibi:
“Çoğunluğu Solingen işçi korosundan oluşan 16 şarkıcı, yeşil polis üniformaları (o zamanki cezaevi üniformalarımız)ve omuzlarına koydukları küreklerle uygun adım yürüyorlardı. Yürüyüşü mavi eşofmanlarım, kürek sapından bozma orkestra şefi bagetimle ben yönetiyordum. Şarkıyı söylemeye başladık ve daha ikinci kıtada oradaki bin tutsağın neredeyse bini de bizimle söylemeye başladı. Her dörtülükte daha güzel, daha güçlü söylüyorlardı ve sonuncu kıtada bir de baktık ki SS’ler, başlarında komutanları olduğu halde bizimle birlikte söylemeye başlamışlar; ne garip, onlar da kendilerini bizim gibi ‘bataklık askeri’ sayıyorlardı.
Son bölümdeki ‘Artık bataklık askerlerini küreklerle bataklığa doğru göndermeyin’ kısmına gelindiğinde 16 şarkıcı küreklerini yere saplayarak alandan dışarıya doğru yürüdü; geride sadece mezar haçlarına dönüşen kürekleri kaldı…” (Le Chant déportés-Wikipédia)
İnsan, bugün bile iliklerinde hissetmez mi böyle bir final sahnesini?
Bu gösteriden bir yıl sonra, 1934 yılında serbest bırakılan Langhoff Almanya’yı terkedip İsviçre’ye yerleşir. Hiç vakit geçirmeden yazmaya başlar, bir yıl sonra yayımlanır “BATAKLIK ASKERLERİ” başlığını taşıyan kitabı. Toplama kampında geçirdiği 13 ayın hikayesidir bu.
Elbette yoğun bir ilgiyle karşılanır kitap, anında, başta fransızca olmak üzere birçok dile çevrilir. Diğer tutsaklar da birer birer bırakılmakta ve her bırakılan hızla terketmektedir ülkeyi; içlerinde Rusya, Çekoslavakya, İngiltere’ ye gidenler olur. Gidenler gittikleri her yere Bataklık askerlerini de götürürler birlikte. Sonunda, 1936’da ingiltere’de, Bertholt Brecht’ın yakın arkadaşı Hansns Eisler’in de eline ulaşır. Şarkıyı hemen dönemin ünlü şarkıcısı Ernst Busch için adapte eder.
Aynı günlerde İspanya’dan da bir ses yükselmektedir faşizme karşı, bir çığlık, bir slogan; dalga dalga bütün avrupayı sarmaya başlayan No pasarán! (Geçemeyecekler!)
Ve hemen ardından kurulur Komünist Enternasyonal’in çağrısı ile Enternasyonal Tugaylar Birliği; günümüzde bile enternasyonal ruhun, halkların kardeşliğinin, faşizme karşı direnişin ve komünist fedakarlığın belki de en güçlü simgesi.
Bu çağrı duyulur da durulur mu.. Başta Fransa olmak üzere İngiltere’den, Hollanda’dan, İtalya’dan hatta Almanya’dan bile komünistler katılırlar akın akın faşizme karşı savaşıma.
İlk katılanlardan biridir Ernst Busch da, büyük bir coşkuyla; bütün İngilrere’ye dinlettiği ve dilinden hiç düşürmediği ‘Bataklık Askerleri’şarkısıyla İspanya’daki Enternasyonal Tugaylar’a.
İşte bu Tugaylardan yayılmıştır bu şarkı dünyanın dört bir yanına.
O 1971 martında, Paris’te, Seine nehrinin kıyısında Komün kadınlarını anmak için toplanan kadınların bir zamanlar gittikleri ‘gençlik kampları’na bile.
Bundandır hepsinin şarkıyı ezbere bilip, anında söylemeye başlamaları.
Nasıl olsa ortak değil midir acıları.
Oracıkta yazıverirler sözlerini:
Biz geçmişi olmayan kadınlarız
Tarihi olmayan
Ta bilinmeyen zamanlardan, kadınlarız
Biz kara kıtayız
Ayağa kalkalım kadın köleler
Prangalarımızı kiralım,
Ayağa kalk. Kalk. Kalk.
Köleleştirilmiş, aşağılanmış kadınlarız
Satılan, alınan, tecavüz edilen,
Bütün evlerdeki kadınlarız
Dış dünyadan kovulan.
Acılarımızla başbaşa, kadınlar
Birbirimizden habersiz,
Bölmüşler bizleri
Ve kızkardeşlerimizden ayırmışlar
Öfke zamanı geldi, kadınlar
Bizim zamanımız geldi
Artık gücümüzü bilelim, kadınlar
Binlercemize kendimizi anlatalım
Hadi kendimizi tanıyalım, kadınlar
Birbirimizle konuşalım, birbirimize bakalım
Hep birlikte eziliyoruz kadınlar
Hep birlikte başkaldıralım!
Her kıtadan sonra söylenen “Ayağa kalkalım kadın köleler Ve prangalarımızı kıralım” nakaratı özellikle Fransızca konuşulan ülkelerde 8 Mart’ların ve 25 Kasım’ların olmazsa olmaz sloganları arasına girmiştir: “Levons-nous femmes esclaves Et brisons nos entraves Debout, debout, debout”
O günden beri de Kadın Kurtuluş Hareketi’nin dillerden düşmeyen şarkısıdır bu bataklık askerlerinden çıkan kadın marşı.
Geçtiğimiz sene Fransa’da yaşayan bir grup Türkiyeli kadın olarak bizim de bir katkımız olsun istedik bu kadın marşına, 25 Kasım, kadına yönelik şiddeti protesto günü arefesinde.
Tam da İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açıldığı, hem ülkede hem de yurt dışında canhıraş bir şekilde sözleşmeyi savunduğumuz günlerde.
Bir çırpıda hazırladık kendi ellerimizle bir yüzünde “Violence Against Vomen” diğer yüzünde “Jin jiyan azadi”, “Kadın yaşam özgürlük” yazan pankartımızı. İstanbul Sözleşmesi Yaşatır’ı ekledik sonra.
Dalgıçlar kulübünün kadınlarına emanet ettik hazırladıklarımızı.
Dedik durum böyle böyle. Tam da Kızıl Deniz için yola çıkacakları günde. Biz Paris sokaklarını çınlatırken sloganlarımızla.
Pankartımız da açılsın, denizin derinliklerinde binbir çeşit balıklar, anemonlar, yosunlar arasında, ummana dökelim derdimizi, suya dinletelim şarkımızı, su perileri coşku katsın coşkumuza.
Kim bilir ‘dip dalgaları’ kapılır da anaforumuza, üfleyiverir, bilgi ve cesaretiyle koca deniz tanrısı Poseidun’u dize getiren, bilgelik tanrıçası Athena’nın kulaklarına.
O değil mi zaten Medüs başlı kalkanıyla dikiliveren savaşı kaba kuvvet ve hırstan ibaret gören Ares’in karşısına zeka ve strateji oyunlarıyla.
Hele bir anlasın durumu.
Hele bir başlasın söylemeye
Bak nasıl da oynatır dünyayı yerinden
Pırangalarımızı kırıp ayaklanalım nakaratlı
Bataklık askerlerinden çıkmış bu kadın marşı…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.