Bir ve onbir yaşlarındaki sekiz çocuk ve otuzlu yaşlarında Suriyeli genç bir anne Bursa’nın Nilüfer ilçesinde sekiz kasımı dokuz kasıma bağlayan gece zehirlenerek/yanarak öldüler. Hepsi bu kadardı onların kısa hayat hikayelerinin… Doğdular, yaşayamadılar, öldüler. Bir ve onbir yaş arasındaki sekiz çocuk “hayatın onlara sunulmuş bir armağan” olduğunu kısacık ömürlerinde hiç deneyimlemeden ayrıldılar bu dünyadan
Size acıklı bir hikâye anlatayım: İnsanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Hepsi bu! Kabul etmek zor olsa da hepsi bu kadar aslında; doğar, yaşar ve ölürüz.
Hiç karıncaları seyrettiniz mi yukarıdan? Bir sağa giderler, bir sola. Durmadan koştururlar, çekiştirirler önüne çıkan her şeyi. Etrafta gördükleri/ rastladıkları her şeye şöyle bir dokunurlar. İşlerine yarayabilecek tüm irili ufaklı parçacıkları dur durak bilmeden taşırlar yuvalarına. Toprak altında geçirecekleri uzun bir kışa hazırlandıkları kabul edilir. Biz insanlara da yukarıdan bakılsa -özellikle de büyük modern bir kente- karıncaların kaotik hareketleri gibi biz de bir sağa bir sola koşturan, salak/sersem/saçma hareketler yapan bir canlı türü gibi görünürüz. Her ne kadar biz insanlar yaptıklarımızı ve kendimizi yere göğe sığdıramasak da, diğer tüm varlıklara karşı hiyerarşik bir üstünlük vehmetsek de, yeryüzündeki geçmişimizin anlamlı ve büyük bir hikayenin kanıtı olduğuna kendimizi inandırsak da günün sonunda bitmek tükenmek bilmeyen hazırlıklar/ koşturmalar içinde doğan yaşayan ve ölen canlılarız yalnızca.
Size o vakit bundan daha acıklı bir hikâye anlatayım: Bazı insanlar doğarlar, yaşayamazlar ve ölürler. Tıpkı…
Bir ve onbir yaşlarındaki sekiz çocuk ve otuzlu yaşlarında Suriyeli genç bir anne Bursa’nın Nilüfer ilçesinde sekiz kasımı dokuz kasıma bağlayan gece zehirlenerek/yanarak öldüler. Kömür olmuş cesetlerin kimlikleri DNA testiyle belirlendi.
Hepsi bu! Hepsi bu kadardı onların kısa hayat hikayelerinin… Doğdular, yaşayamadılar, öldüler. Bir ve onbir yaş arasındaki sekiz çocuk “hayatın onlara sunulmuş bir armağan” olduğunu kısacık ömürlerinde hiç deneyimlemeden ayrıldılar bu dünyadan. Doya doya oynayamadan, okula gidemeden, kendi ana dillerinin konuşulmadığı uzak topraklarda hayata başlayamadan, hiç dönme dolaba, atlı karıncaya binemeden, hiç yaşamadan öldüler. Herkesin/ çoğunluğun yaşadığı o bildik zorlukların ve sevinçlerin ayırdına varamadan yitip gittiler. Bu kısır kötü hayata ilenç duyacak, kahredecek kadar bile bir zamanları ve fırsatları olmadı.
Ölenlerin Suriyeli bir aile olduğu anlaşılınca televizyon ekranlarında haberi geçen altyazılar fazla uzun sürmeden kaldırıldı. Ölenler Suriyeli çocuklar olunca haberin “haber değeri” birdenbire düşüverdi. Çünkü sermayenin işleyiş mantığı birebir ruhlarına işlemişti. Çünkü borsacılar gibi çalışıyordu medyatörlerin kafaları. Çünkü borsada beklentiler satın alınır, gerçekler satılırdı ya zehirlenerek/yanarak ölenler Suriyeli çocuklar olunca beklentilerini karşılamadı beyefendilerin!.. Bu beyefendilerin İletişim/ medya kanallarına denk geliyorsanız ki gelmemek imkânsız bir an nefret ve hakaret içeren cümlelerden kendinizi azade kılmak her zaman kolay olmaz. Lüzumsuz, asalak, çürümüş ve ekolojik olarak dünyanın sonunu hazırlayan bir sınıfa karşı nefret söylemine düşmeden, hakaret içeren kelimeler kullanmadan ama kibarlık budalası da olmadan sınıf kinini/ öfkesini her yerde her ortamda diri tutmalı. Çünkü…
Onlar çok akıllıdır, cin gibiler, zekâları yerinde, bir an olsun çıkarlarını unutmazlar. Her şeyin hesabını çarçabuk yaparlar, manevra kabiliyetleri inanılmazdır, yanaşacakları tarafa ustalıkla yanaşırlar. Bir toplumun ne giyeceğine, ne içeceğine, neye ağlanacağına neye gülüneceğini çaktırmadan belirler. Mesela pantolon paçalarımızın dar mı bol mu olacağına onlar karar veriyor. Onlar çektikleri diziler/ filmler/ kurgulanmış haber programlarıyla memleketin en mutsuzlarının yalılarda/ villalarda/ rezidanslarda oturanlar ve büyük şirket sahipleri arasından çıktıklarına seksen milyonu inandıracak kadar maharet sahibidir. Bilimsel teknolojik gelişmeler onların elindedir. Çünkü bu ahlaksızlar ve onların mülkiyetini elinde tutanlar şunu çok iyi biliyorlar:
Gerçek ya da gerçeklik denen şey olduğu gibi insan zihnine yansımaz, hep bir kırınımdan, bir algı sürecinden geçerek kavranabilir hale gelir. Gerçek/ gerçeklik kendini olduğu gibi açık etmez, “ben buyum” diye dile gelmez, gidecek yolu size işaret etmez. Gerçek/ gerçeklik, hakkında konuşan, fikir üreten insanların var kıldığı bir şeydir aynı zamanda. İşin daha kötüsü insanların/ grupların/ en önemlisi de sınıfların gerçekliği o kadar iç içe geçmiştir ki belli bir teorik bilinç ya da kuramsal bakış olmadan gerçekliği ayrıştırmak kolay değildir. İşte bu yüzden bizim gerçeğimizi bize hiç olmadığı kadar çarpıtarak verirler. Halkın kendini bulmasını dijital yalan bombardımanıyla karartırlar. Marks “İnsanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil, tam tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır” derken haklıdır fakat tüm ideolojik mücadelede büyük kitlelerin/ ezilenlerin TOPLUMSAL VARLIKLARININ BİLİNCİNE varmalarını engellemek üzerine kurulmamış mıdır? Toplumsal varlıklarımız, toplumsal varlığımız hakkındaki düşüncelerimizden bağımsızdır fakat toplumsal varlıklarımız da kendiliğinden toplumsal sonuçlar doğurabilecek bir hareket kabiliyeti içermez. Öyle olabilseydi…
Suriyeli göçmenler hakkında uydurulan yalanlar örneğinde olduğu gibi geniş bir toplumsal kabul görmezdi. Sekiz çocuk ve anneleri sözüm ona topraklarımıza göz dikmişlerdi, ekmeğimizi çalmaya gelmişlerdi buralara. Adları Ahmad/Ahmet, Yasir, Ali… olan çocuklar. Anneleri daha otuzlu yaşlardaki Amina/ Emine… olan kadınlar. Baba, hani kolluk kuvvetlerinin ara ara peşlerine düştükleri kâğıt toplayıcılarından bir Hüseyin… olan erkekler… Topraklarımıza göz dikmişlerdi, ekmeğimizi çalmaya gelmişlerdi buralara ama o kötü, o uğursuz kaderimize ortak oldular. Tüm dünyadaki yoksullar gibi, tüm dünyadaki ezilen halkların mensupları gibi, bizim yoksullarımız/ sahipsizlerimiz gibi öldüler.
Yetkililer, annenin ve çocukların yanmış cesetlerini yatar vaziyette bulmuşlar. Muhtemelen anne çocuklardan önce etkilendi sızan gazdan ve bilinci kapandı. Yoksa ne yapar eder feryat figan uyandırırdı çocukları, apartmanı, mahalleyi, gecenin karanlığını… Kapıya taşır çocukları, pencereden atmayı dener, hiçbir şey yapamasa göğsüne bastırıp gizlemek isterdi onları ölümden. Ve yine muhtemelen bir yaşındaki en küçük Yasir bebek en son etkilendi gazdan. Annesini çağırdı ağlayarak. Ne zaman ağlarsa hemen gelirdi yanına annesi. Uykuda olsa, hasta olsa bile hep kalkıp gelmiyor muydu? O gece ilk kez gelemedi Yasir bebeğin yanına annesi.
Altı kardeş ve iki yeğen tüm akşam oynamışlardır. Tüm gün beraber oynamışlardır diyemiyorum çünkü “büyükçe” olan iki kardeş aynı zamanda tekstilde çalışıyorlarmış. Olay o kadar acı ki ayrıntıları bile öğrenmek istemiyor insan!.. Gerçeği eğip bükmek, katlanılabilir kılmak isteriz hep ama bazen olmaz!.. Çocukların tüm gün oynadılar diye kabul etmek istiyorum. Oynadıklarını o yüzden de yorulup uyuduklarını kabul ediyorum. Güzel bir gün geçirmiş olmalarını istiyorum. Karınlarını iyice doyurabilmişler miydi acaba o akşam? Karınlarını bir güzel doyurduklarını kabul ediyorum. Aç aç yatağa girmediklerini kabul ediyorum. Dertlilerin uykusu gelirmiş de açların uykusu gelmezmiş. Bunu diliyorum; aç olmamalarını ve derin bir uykuda olmalarını. Ölümü derin bir uykuda karşılamış olmalarını diliyorum.
Sekiz kasımı dokuz kasıma bağlayan gece öldü Suriyeli anne ve sekiz çocuk. Dokuz kasım günü alelacele toprağa verdiler, sanki toprağa vermediler de gizler gibi, örter gibi bir ayıbı, bir suçu sakladılar toprak altına. Tıpkı gazdan ölen madencilerin cenazeleri gibi, tıpkı diğer iş cinayetlerinde ölenler gibi sessizce. Oysa daha o kadar yeni ki yüz yaşındaki Kraliçe öldükten sonra hiç acele edilmemiş, yaşadığı şehre hiç doymamış gibi uzun bir resmî geçit yapılmış, halkın selamlanması sağlanmış, kale ve kiliseye götürüldükten sonra defnedilmemiş miydi?.. Ya da her on kasımlarda bir cenaze töreni bir nevi tekrar edilip yüzbinlerce insan kurucu liderlerinin ardında/ özleminde/ çaresizliğinde yeniden saf dizilmiyorlar mı?.. Bunlar olabiliyorsa…
En büyüğü onbir yaşında sekiz çocuğun cenaze arabaları hiç olmazsa bir lunaparkın önünden geçseydi. Atlı karınca ve salıncakları görseydi bu kömürleşmiş küçücük bedenler. Bir kez olsun gülseydiler palyaço abilerine ablalarına. Çocuklara güvenli bir ortam sağlamayan dünyanın üstüne bir kâbus gibi çökseydi bu çocukların son yolculukları.
“Ekmeklerimizi çalacaklarmış!..” “Ah” almış sözcükler bunlar!.. Ekmeklerimizi bu kıpırtısız ölen çocuklardan önce de kim çalıyorsa bugün de onlar çalıyor. Bu çok belli değil mi?
Karıncalarla insanlara belli bir uzaklıktan bakılırsa aralarındaki kaotik koşturmacanın benzerliğinden bahsetmiştik. Karıncalar bile toprak altında geçirecekleri kış için neredeyse bütün bir yaz hazırlanırlar. Oysa bu çocukların hayata ve ölüme, toprağın altına ve üstüne hazırlanacakları karınca kadar ömürleri bile olmadı.
Nefret ve hakarete düşmeden ama kibarlık budalası da olmadan diyorum ki düşüncelerinizden bağımsız bir gerçeklik vardır ama duygularımızdan başka bir gerçekliğimiz yoktur…” Geceniz geliyor aklıma” o son uykunuz… Sizleri ölüme itenlere ah ediyorum, ahlı sözcükler diliyorum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.